Nasıl Bir Eğitim Sistemi Olmalı?
18 Eylül 2017

Nasıl Bir Eğitim Sistemi Olmalı?

Bir eğitim ve öğretim yılına daha girdik. Her yıl yaşanan eğitimde sistem ve müfredat tartışmaları bu yıl da tekrarladı. Cuma hutbelerinde ilim öğrenmenin farz olduğu vurgulanarak eğitim ile İslam arasında bağ kuruldu! Televizyon programlarında hararetli ideolojik tartışmalar yapıldı. Devlet’in en tepesinden (Cumhurbaşkanı’nın TEOG açıklaması) halk kesimlerinin hemen hemen her kesim eğitim ve öğretimde bir şeylerin yanlış gittiğini sesli bir şekilde dile getirdi. Sınav sistemleri, müfredat, öğretmelerin yetersizliği, sınıfların kalabalık olması, ideolojik baskıların varlığı ve daha birçok konu konuşuldu, tartışıldı. Aslında şikâyetler her ne kadar farklı olsa da ortak nokta eğitimde bir şeylerin değil birçok şeyin yanlış gittiği konusuydu. Düzeltilmesi gereken o kadar çok şey vardı ki herkes bir parçasını söyleyerek hissiyatı dile getiriyordu.

Nasıl bir eğitim sistemi olmalıydı? Her iktidarın düzeltmeye çalıştığı ama başaramadığı konu neydi? Özellikle son 15 yılda AK Parti iktidarları onlarca defa değişiklik yapmış hatta değiştirmedik bir şey bırakmamıştı ama neden hâlâ eğitimde başarı elde edilememişti? En büyük sorunumuz neden hâlâ eğitim ve öğretim konusuydu?

Bir türlü ilim öğretilemedi nesillerimize. Sorunu maddi imkânlarda, teknolojik yeniliklerde, binaların eksikliğinde görenler oldu. Her ilçeye büyük binalar, yüksekokullar, fakülteler inşa edildi. Tabletler dağıtıldı, laboratuvarlar kuruldu, bilgisayarlar ve akıllı tahtalarda dersler anlatıldı. Ancak yine de çocuklarımıza ilim öğretilemedi! Beşikten mezara ilim öğretmeliydik ama ders saatlerinde bile bundan aciz kalındığını gördük. Hep bize uzak, bize düşman olanların hayat tarzları, anlayışları, inançları dayatıldı çocuklarımıza ancak başarılamadı. İlim Çin’de de olsa gidip alınmalıydı ancak Çin’den ilmi değil ucuz mallarını ithal ettik. Haliyle durduk! Tökezlendi, başarısızlık acı netice oldu.

Soran, sorgulayan, düşünen, araştıran nesiller hep hayallerimizi süsledi. Çocuklarımızın, gençlerimizin sormasına müsaade etmeyen müfredatlar hazırlandı. Hayata bakış açısını, kim olduğunu, nereden gelip, nereye gideceğini, nasıl bir hayat tarzı yaşaması gerektiğini, niçin yaratıldığını dahi çözemeyen bir nesil icat edildi. Sorması, düşünmesi, araştırması istenmedi. Askeri usul kitaplarda yazılı olanların sormadan, düşünmeden, araştırmadan kabul edilmesi istendi. Düşünmenin, düşündüğünü ifade etmenin suç olduğu bir ülkede böylece suçun, suçlunun önüne geçilmiş oldu! Sonuç ise trajikomikti. Sormayan, düşünmeyen, araştırmayan nesiller yetişti…

“Ben okuyamadım, çocuğum okusun” dedik, “ceketimi satarım da çocuğumu okuturum” dedik. Okul denilince aklımıza Darul Erkamlar, Ashabı Suffalar geliyordu. Oradan yetişen Musablar, Ammarlar, Bilaller geliyordu. Öyle yozlaştık, öyle dünyevileştik ki okullar eğitim ve öğretim yuvaları olmanın ötesinde iş için diploma dağıtan merkezler haline geldi. Geleceği işten-aştan ibaren zannedenler çocuklara hep bunu aşıladı. Sonuçta pirince giderken evdeki bulgurdan da olduk. Ne eğitim ve öğretimde başarı elde edebildik ne de ticaret diplomalarında başarı elde edebildik. Eğitimsiz milyonlarca gencimizden yüz binlerce işsiz diplomalı genç yetiştirdik. Öyle oldu ki işsizler arasında en fazla oran üniversite diploması almış gençlerden oluştu.

Öğretmenlik peygamberlik mesleğiydi. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, “Ben de bir muallim olarak gönderildim!** hadisini bir türlü anlayamadık. Onu ve getirdiği risaleti hayatımıza taşıyamadık. Böyle olunca “eti de senin, kemiği de senin” diyebileceğimiz öğretmenler bulamadık. Önünden dahi geçmekten hayâ edilen bir öğretmen bakışımızı kaybettik. Ders bilgisini örnek aldığımız ama hayat tarzlarını, davranışlarını örnek alamadığımız/alamayacağımız öğretmenlere şahit olduk! Okulun bahçesine dahi öğretmenlerin karışmasına müsaade ettirmeyen düzenlemeler getirildi. Öğretmenlerimize öğretemedik! Pedagojik yeterlilik diplomalar ile ölçüldü. Öğretmenlere bile güven duygumuzu yitirdik! Çocuklarımızı öğretmenlerden, öğretmenlerimizi ise çocuklardan koruyamadık! Okul bahçelerine güvenlik duvarları, güvenlik duvarlarının da önüne güvenlik görevlileri koyduk ama yine de olayların önüne geçemedik.**

İnsanların en kötüsü ilmiyle amel etmeyendir prensibini önemsemedik. Başarıyı hep bilgide, notlarda, sınavlarda ölçtük. İyi notlar almayı, sınıf geçmeyi, diploma sahibi olmayı, iş bulmayı tek başarı zannettik. Ancak her sınavda bunu bile başaramadığımıza şahit olduk. Liseye, üniversiteye geçiş sınavlarının her birisinde yüz binlerce sıfır alan, başarılı olamayan öğrencilere alıştık. Hiçbir anne-baba çocuğuna edep ve terbiyeden daha iyi ikramda bulunmamıştır anlayışından uzaklaştık. Böyle olunca ilmiyle amil nesillere hasret kaldık. Okuma yazma oranlarındaki artışı imanda, ibadette, ahlakta, sosyal hayatta, ekonomide, hukukta aslında hayatta yakalayamadık. Okuyanlardan çektiğimiz kadar okumayanlardan çekmedik!

İlk dersten, ilk sayfalardan itibaren şahısları, onların ithal ettiği batıl fikirlerin dayatıldığına, basmakalıp ezberlerin hakikat gibi anlatıldığına şahit olduk. Tertemiz akıllar sürekli çelişkilere hapis oldu. Yıllarca Batı ve batılı anlatmak medeniyet, çağdaşlık, kalkınma olarak sunuldu. Her ne hikmetse Batı ve batılı öğrettikçe kalkınmadan uzaklaştık, battık, batırıldık. “Bunda bir eksiklik var” diyerek biraz daha batıla batırıldık. “Medeni olalım” denilen her sefer daha da fazla rezil olduk. İslam’ın hakikatlerini nesillerimize öğretemedik. Körpe beyinlere yeni bir din aşılandı. Laikliğe uygun formatlanmış İslam(!) anlatıldı. Tüm dinlere eşit yaklaşan laik eğitim sistemi, İslam’ı seçmeli derslere ya da zorunlu dinler kültürüne sığdırdı! Bunu anlatırken de İslam’ın hakikatlerinden uzaklaştırdı. Hayalî, ruhani bir din İslam olarak sunuldu.

İlk derste anlatılması gereken âlemlerin Rabbi olan Allah, son ders zili çaldığında dahi anlatılamamıştı. Böyle olunca ateist, deist, hümanist, kapitalist, popülist, egoist, makyavelist zihinler türedi. Tüm bu grupların tek ortak noktası laik olmalarıydı. Zaten amaçta bu değil miydi? Çünkü Milli Eğitim Kanunu’nun 12. maddesi laikliğin esas olduğunu ve bu esasa uygun eğitim yapılmasını hatta dinin dahi bu esasa uygun anlatılması gerektiğini belirlemişti!

Aynı kanunun 2. maddesinde eğitimdeki temel amaç ise şu şekilde izah edilmişti: “Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı: Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek.”

İslam esaslarını esas almayan, Allah’a güzel bir kul olmayı amaç edinmeyen bir sistem, nasıl başarılı olabilir? Besmele ile başlamayan, Allah’ın adının anılmadığı, vahyinin esas alınmadığı bir eğitim sisteminin başarılı olması mümkün müdür? Kız ve erkek öğrencileri birlikte (karma) okutan bir düzen, dini dahi resmî ideolojinin kutsadığı şahıs üzerinden veren bir anlayış nasıl şahsiyetler yetiştirir? Ezbere dayalı eğitimin yıllarca, milyonlarca genci oyaladığı bir mantık neyle izah edilebilir? Öğretmenlerin bile örnek olamadığı bir modellik, müfredata sıkışmış bir program ile başarı elde etmek mümkün müdür?

Alınan kararlar, yapılan değişiklikler, icat edilen sınavları, açılan yeni dershaneler, fakülteler, yüksekokullar, teşvikler, burslar… eğitim sistemi, müfredat ve amaç değişmediği sürece başarıyı getirmeyecektir. Batı’dan ithal edilmiş anlayış ve uygulamalar çözümün değil, sorunun kaynağıdır. İslam bütün konularda çözümler sunduğu gibi eğitim ve öğretim konusunda da toplumu kalkındıracak köklü çözümler getirmiştir. İslam akidesinin ve nizamının öğretildiği, tecrübeye dayalı ilimlerin icat edildiği eğitim sistemi yüzyıllar boyunca Müslümanları yeryüzünün en kalkınmış ümmeti yapmıştır.

Allah Rasulü en güzel öğretmendir. O, kendisine vahiy edilen İslam nizamı ile Darul Erkam’da yeryüzünün en hayırlı şahsiyetlerini sahabeleri yetiştirmiştir. Öyle ki, insanlık onlardan önce de sonra da onlar gibisine şahit olmamıştır. Onlardan sonra gelen nesiller de aynı esas üzere yetiştiler ve her daim yeryüzünün en hayırlı ümmeti oldular. Onların çocukları ve gençleri âlim, mütefekkir, ilim adamı, fizikçi, kimyacı, matematikçi, mimar, mühendis, siyasetçi oldular. Bu eğitim sistemini tatbik edebilmek ise en güzel öğretmenin bizlere örnek olarak kurduğu İslam devleti Râşidî Hilafet ile mümkündür.

Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

**“Allah’ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır. Bana fayda verecek ilmi öğret ve ilmimi artır.” (Tirmizi)