Muhafazakâr İslâmcılık Anlayışı ve İslâmcıların Zaviyesinden "Kadın"
06 Kasım 2019

Muhafazakâr İslâmcılık Anlayışı ve İslâmcıların Zaviyesinden "Kadın"

İslâm; Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın insanların dünyevi hayatını vahiy çerçevesinde düzenlemek gayesi ile Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in öncülüğü ve önderliğinde yeryüzüne indirdiği din/düzendir.

Bu öyle bir nizamdır ki kendisine teslim olunduğu vakit kurtuluşun ve selamet yollarının anahtarını avucumuzun içine bırakıverir. Nitekim cehaletin baş aktör olduğu zaman dilimi, İslâm’ın gelmesi ile birlikte yerini saadet iklimine bırakmıştır. Bu dinden uzak kalmak ise dünyada helak sebebi ahirette ise elim bir azaptır.

İslâm, insani ilişkileri/alakaları en ince detayı ile açıklamış, İslâm toplumunu oluşturmada muazzam bir seviyeye ulaşmış ve dünya sahnesinde etkin olduğu dönemde diğer toplumları kendisine içten içe hayranlıkla baktırabilmiştir. Maalesef bu süreç yine Batılı kâfirlerin asırlık çabaları sonucu sekteye uğramış ve geçici de olsa bu durum Müslümanların aleyhine, kâfirlerin ise lehine işlemeye başlamıştır.

Evet, temeli Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e dayanan ve ikame edildiği müddetçe aslından/özünden asla ve kat’a vazgeçilmeyen İslâm Devleti Osmanlı Hilâfet Devleti’nin ilgası ile yeryüzü sahnesinden kaldırılmış oldu.

Konunun seyri açısından terimsel açıklamalara ihtiyaç hâsıl olmakla birlikte tarihî sürece değinmek kaçınılmazdır. İslâmcılık da böyledir. Hilâfet’in ilgası sürecinde bu minvalde birçok akım oluşmuştur. Batıcılık, Türkçülük, İslâmcılık Müslümanların gündemine oturan ve hayata bakış zaviyelerini şekillendiren akımların başında geliyordu.

İlk iki akımın temel felsefesi vakıacılık esasına dayanıyor yani zamanın getirdiği şartlar/durum, çözümlerin çıkarılacağı asli kaynak olarak addedilip fikirler mevcut duruma boyun büktürülmekteydi.

İslâmcılık ise o dönemde var olan İslâmi değerleri korumakla birlikte Batı’nın İslâm’a ters düşmeyen unsurlarından faydalanılabileceği düşüncesini savunuyordu.

Bu puslu dönemde İslâmcıların cevap aradıkları başlıca konular şunlardı:

1- İslâm dünyasının niçin bu hâle düştüğü ve bundan nasıl kurtulacağı…

2- Batı’nın üstün duruma gelmesinde etken olan değerler…

3- Bu değerlerin İslâm’da bulunup bulunmadığı...

4- İslâm dininin nasıl bir yönetim, hukuk ve iktisat düzeni öngördüğü...

5- Hilâfet ve meşrutiyetin dinle ilişkisinin bulunup bulunmadığı...

6- Batı’dan nelerinin alınıp alınmaması gerektiği (neyin hadarat, neyin medeniyet olduğu)…

Bu meseleleri ele alırken kısmen birbirinden farklı yaklaşımlara sahip olsalar da İslâmcıların temel noktalarda genellikle kültürel kimliklerini ve fikir atmosferlerini oluşturan ortak kabullerinin bulunduğu görülür. Bunun için İslâmcılar “hikmetin Müslümanın kaybolmuş malı olduğu”, “İslâmiyetin gelişmeye engel olmadığı”, “Avrupa medeniyetine üstünlük sağlayan unsurların esasen Müslümanlardan iktibas edildiği”, “insan için çalışmanın esas olduğu”, “Müslümanların mutlaka kuvvetli olmaları gerektiği”, “ittihat ve kardeşliğin elzem olduğu” (hatta Osmanlı vatandaşları için bu kardeşlik, “uhuvvet-i vataniyye” ve “uhuvvet-i insaniyye” gibi derecelendirmelerle herkesi kuşatacak genişliğe ulaştırılmıştır) gibi tezleri savunmada adeta söz birliği etmiş, Müslümanları saf ve sağlam bir inanç sahibi kılmak, eğitim ve öğretimi ıslah edip taklitçiliğe karşı savaş açmak, toplumu donukluk ve atalete sevk eden mevcut ahlak anlayışını değiştirerek aktif bir Müslüman tipi ortaya çıkarmak, yeni ve kapsamlı bir cihat fikri geliştirmek gibi ortak hedefler benimsemişlerdir.[1]

Batılı kâfirler Hilâfet’i ilga edip pes mi ettiler? Tabii ki hayır! Müslümanları özüne döndürecek her damarı kesmiş, her yolu(!) kapatmışlardır. Bu cürümlerine hâlen devam ediyorlar. Müslüman toplumda gerçekleştirdikleri infial, halkın her kesimini yaraladı ancak o gün de şimdi de bu infialin ceremesini hiç kuşku yoktur ki en fazla kadınlar çektiler. Türkiye’nin cumhuriyetin ilanı neticesinde Batı’dan ithal ettiği hastalıklı kanunlar toplumda günbegün yeni semptomlara sebebiyet veriyordu. Bu semptomlardan kurtuluş yolunun ise Müslümanların modern çağa ayak uymalarına mâni olan eski/gelenekçi ve İslâmi değerlerinden soyutlanmaları gerektiği propagandası yapılarak fatura İslâm’a ve hayata dair mefhumlarına kesiliyordu.

Bu minvalde Batı’nın kültürel saldırıları ivme kazandı ve öyle bir boyuta ulaştı ki artık Müslümanların evlatları ile dinleri arasında uçurum oluşmaya başladı. Özellikle kadını değersizleştiren, cehalete sürükleyen, elini kolunu bağlayan sanki Batı’nın kadına biçtiği değer değil de İslammışçasına, İslâm’ın hükümlerine saldırdılar. İslâm’ın kadına değer vermediğini, kadını eve kapattığını, çok eşliliğe izin verdiği için kadını erkekten daha aşağı gördüğünü dillendirerek kasti tartışmalar başlattılar. Netice olarak Müslümanların kafasını karıştırmayı başarmış oldular. Bu karmaşaya mahal veren sebep bize göre İslâmcıların söz konusu saldırılara karşı Batılılara cevap verme, açıklama yapma çabasına girmesidir. Hâlbuki İslâm’ın hükümleri, usûl ve fıkıh açısından, İslâm toplumu adına ancak ve ancak müçtehitlerle ve âlimlerle mülahaza edebilir, kâfirlerle değil!

Bu tartışmalar sonucu kadına dair karma bir profil ortaya çıktı ve görüntü de geleneklerin ve İslâm’ın kadını sosyal alanda kısıtladığı(!) düşüncesi gündemi epeyce meşgul etti. Vakıayı kabullenen ve esas alan kanaat önderleri/toplum mimarları, çözümlerin adresi olarak, sorunların yuvası olan Batı’nın kanunları çerçevesinde ıslah çalışmaları ile yetinmeyi yeğlediler.

Sizce bu zihniyet Müslümanlar açısından nasıl bir handikap oluşturmuştur?

* Müslümanların İslâm’da sebat edip kesinlikle laik sistemi reddetmesi gerekirken; “Müslüman kadın-erkek laik demokratik sistemde siyaset yapabilir” dendi.

* Laiklik “dinin hayattan ayrıştırılması”, “Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın yeryüzüne karışmaması” demek iken “laik sistemde İslâmi haklar aranabilir. Çünkü laiklik her dine eşit yaklaşır” dendi.

* Demokrasi küfür nizamıdır. İslâm ve demokrasi aynı bünyede olamayacakken “Müslüman aynı zamanda demokrat da olabilir” dendi.

* Feminizm erkek düşmanlığı iken ve İslâm’da “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin velisidirler.”[2] denirken “Müslüman kadın feminizmi de savunabilir” denildi.

* Kur’an-ı Kerim’de “Hak (gerçek) Rabbinden gelendir.”[3] dendiği hâlde “başörtüsü kadın hakkı ise kürtaj olmak da kadın hakkıdır” denilir oldu.

* İslâm’da nafaka temini ve ailesinin geçimi erkeğin üzerine farz olup kadının kocasına itaati esas iken “kadın ekonomik özgürlüğü için kocasının iznine ihtiyaç duymaksızın çalışabilir” dendi.

Saydıklarımıza maalesef birçok madde daha ekleyebiliriz. Şimdilik bunlarla iktifa edeceğiz.

1.) “Müslüman kadın-erkek laik demokratik sistemde siyaset yapabilir”

Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında, tek partili dönemin ardından İslâmi argümanlarla yola çıkıp Müslüman kesimin hamiliğini üstlenen partiler kuruldu. Bu partiler kendilerini halk nezdinde “Muhafazakâr İslâmcılar” olarak betimlemişlerdi. Bunların başında gelen MNP (Milli Nizam Partisi), Milli Görüş, İslâm Birliği gibi genel kavramlarla siyasi arenada boy göstermiş ve demir yumrukla ezilen Müslüman halkın teveccühünü kazanmıştır. Laik düzende İslâmi(!) bir partinin beden bulması için kadınlar ev ev dolaşmış şehirlerde, gecekondu mahallelerinde her kapıyı çalmışlardır.

Genelde Müslüman halkın özelde Müslüman kadının kimliklerinden dolayı yaşadıkları zulüm ve baskının biteceği ümidi ile canhıraş bir şekilde parti çalışmalarını devam ettirdiler. Bizim mahallede görüntü buydu, lakin çağdaşların algıladığı farklıydı. Onlar yavaş yavaş kendi mecralarına çektiklerini düşündükleri Müslüman kadını ve siyasi İslâmcıları taltif ediyorlardı.

“RP’li kadınların bu seçimlerde özellikle İstanbul’da ev ev dolaşarak yaptığı çalışmalar, partinin kadına bakışında büyük bir aşınmaya yol açmıştır. İslâmi bir söylemle yola çıkan RP, fikirlerini sahiplendiği İslâmi düşünürlerin karşı oldukları ‘kadının kamusal alana çıkışı’ konusundaki rijit tutumdan kısmen uzaklaşmaya başlamıştır.”[4]

Müslüman bacılar İslâm’ın hâkimiyeti için mücadele ediyorken sistemin karanlıkçı bekçileri ve aveneleri oyununu oynuyordu!

2.) “Laik sistemde İslâmi haklar aranabilir”

Türkiye tarihinde, devletin Müslümanlara yaklaşımı açısından 28 Şubat dönüm noktası olmuştur. 28 Şubat sürecinde birçok Müslüman kardeşimiz sistem bekçilerinin, İslâm’a olan kinleri yüzünden derdest edilmiştir. Müslümanların “yobaz”, “gerici” gösterilmesi için imkânlar seferber edilmiş ve medya organları da buna alet olmuştur. 28 Şubat’tan önceki aylarda medya tarafından kurgulanan “irtica” konulu mizansenlerde, “Fadime Şahin vakıası” gibi örneklerle başörtülü genç kız ve kadınlar cinsel ve dinsel bakımdan istismar edilebilecek düzeyde zayıf kişilikli insanlar olarak tanımlanmış; zavallı, cahil, çaresiz, kültürsüz, sorunlu, bazen de eğitimli olmalarına rağmen sınıfsal durumlarının belirsizliği ve geçirdikleri bunalım nedeniyle dinî bir arayış içerisine giren bir kadın portresi çizilmiştir. Bu süreçte başörtüsü yüzünden üniversiteden ayrılmak zorunda kalan sayısız öğrencinin yanı sıra, başörtüsünü çıkarmadığı için fiilî ve psikolojik tacize uğrayan öğrenci ve kamu görevlilerine ait anlatılmamış binlerce hikâyeye rastlamak mümkündür.[5]

Ayrıca yine “ikna odaları” ile Müslüman kızlar “çağdaş ve aydın” hâle getirilmeye çalışıldı. Peki, bu süreçte “Müslümanların hamisi” olduğu iddia edilen muhafazakâr parti ve cemaat liderleri ne yaptı? Maalesef bize öküzün altında buzağı aranmaması gerektiğini en çarpıcı şekilde ispat etmiş oldular. Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın emri olan; hakkında varit olan nassın kat’i olmasına rağmen “başörtüsü füruattır!”, “gaye vasıtayı meşru kılar!” dediler…

Hâlihazırdaki İslâmi partiler, bacılarını laiklerin şefkatli(!) kollarına bıraktılar. Bu sürecin en hazin kısmı hak-batıl mücadelesi olarak çıkılan yolun, kısır bir başörtüsü, kamusal alanda ve devlet dairelerinde insani hak elde etme mücadelesine evrilmesidir.

Allah için tesettüründen dolayı yerlerde sürüklenen, darp edilen, hapsedilen, karnındaki bebeğini düşüren bacılarımıza çözüm olarak ya “başını aç”, ya “devlete kafa tutup bizi zora sokma”, ya “ülkeni terk et” ya da “celladına tutun ve onların AİHM’lerine başvur!” dediler. Dediler de dediler… “Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ümmetiyiz” dediler ama Müslüman kadının başörtüsü ile alay eden tek bir Yahudi yüzünden tüm Yahudileri yurtlarından sürdüğünü görmediler(!). “1400 yıl dünyaya hüküm süren ecdadın varisiyiz” dediler ama bir kadının feryadı için 4000 kişilik ordu hazırlayıp Rumları yerle yeksan eden Halife Mut’asım Billah’ı görmediler.

Dediler ki: “Sen demokratik bir ülkede yaşıyorsun, neden herkes gibi bireysel, özgür haklarını savunmuyorsun?” Kırılma sesini duydunuz mu? Evet, işte tam da burada zehirli ok işe yaradı ve zihinler formatlandı. Başörtüsü üzerinden yapılan mücadelenin seyri değişti.

Artık herkes insani özgürlük hakkını istiyor ve Türkiye’nin batısından doğusuna bir zincir kuruldu. Adına “özgürlük zinciri” denildi. Şimdi Kadın özgürdü! Mini etek giymek isteyen gibi hakkını savunabilirdi, gayrimeşru ilişkiyi savunanlar gibi özgürdü, eşcinseller gibi, “kürtaj bizim hakkımız” diyenler gibi... Müslüman kadın bundan sonra daha fazla özgürleşmek için ne yapacaktı?

3.) “Müslüman aynı zamanda demokrat da olabilir!”

2001 yılı Türkiyeli Müslümanlar için yeni bir sürecin başlangıcı idi. Bir önceki İslâmi liderler parti profilini “Muhafazakâr İslâmcılar” olarak tarif ederken AKP kendini “Muhafazakâr Demokratlar” olarak tarif etti. Su götürmez bir gerçek var ki başörtüsü sorunu, muhafazakâr İslâmcı siyasilerin iktidar olma yolunda bekalarının garantörü olmuştur. Aynı şekilde çiçeği burnunda muhafazakâr demokratların da bekasını sürdürme noktasında garantörü olacaktı. Nitekim dönemin Başbakanı Erdoğan “Türkiye’de başörtüsü sorunu yok!” dedi ve konu kapandı.

Aslında bu, malumun ilamından başka bir şey değildi. Çünkü gerçekte okullardaki yönetmeliklerde böyle bir kural yoktu. Devletin yaptığı baskı ve zulüm statükonun İslâm’a olan kinidir. Statükonun bekçileri değişince bu durum Müslümanlar nezdinde İslâmi açıdan devasa bir kazanımmış gibi görüldü.

4.) “Müslüman kadın feminizmi de savunabilir!”

Türkiye’nin yeni siyasi sürecinde, Müslüman kadının sosyalleşmesi, siyasallaşması ve istihdam edilmesi politikası takip edildi. Adımlar bu yönde hızla atıldı. Avrupa’nın kadına ve aileye yönelik kararları, sözleşmeleri Türkiye tarafından ivedilikle kabul edildi imzalandı. “İstanbul Sözleşmesi” ilk kabul edilen sözleşmelerdendir. Bu sözleşmelerin halka deklare edilen yönü kadına yönelik şiddetin önlenmesi hususudur. Ancak şiddet olaylarının boyutu her geçen gün artarak ivme kazanıyordu. Sığınma evleri, elektronik kelepçeler ve türlü tedbirler alındı ama sonuç değişmedi. Ne yazık ki kadına yönelik şiddetin nasıl bir hâl aldığı son yaşanan vakıalar sayesinde hepimizce malumdur. Tabii ki yaşanan bu sarsıntı herkesin kafasında soru işaretleri oluşturuyor ve aklı olan herkes “Neden bu şiddet?” diye soruyor kendine. Sathi düşünceden kendini sıyıramayan aydınlar sorunun “kadın düşmanlığı” olduğunu, bunu ise gelenekçi ve ataerkil bir yapıya sahip olduğumuz için inançlarımızdan kaynaklandığı vehmine sarılarak izah ediyorlar. Feminizmin kucağında büyüyen bu güruh daha da ileri giderek Kur’an’ın hükümlerine saldırıyorlar. Özellikle “İslâm dini kadını dövmeye izin veriyor.” diyerek şiddetin kaynağı olarak kutsal kitabımızı gösteriyorlardı. Bu gelişigüzel bir saldırı değildir. Batı kendi çürümüş kanunlarının nasıl koktuğunu çok iyi biliyor, ancak onun fıtratı batıl olduğu için hakka saldırmadan duramıyor.

Batılı kâfirlerin metodu hep aynı, hiç değişmedi. “On yılda on beş milyon genç yaratma” adına İslâm’ın mukaddesatına saldır! Müslümanları tartışma zeminine çek! Dinleri hakkında şüphe oluştur ve güvenlerini sars! Sonra batılın çözümünü ortaya koy! Nitekim hakkın savunucuları olduğunu iddia eden bilirkişiler(!) bu karalamalara cevaben dini savunmaya geçmiş ama dönüp dolaşıp kendi dinlerini eleştirme durumunda kalmışlardır. Hatta bazı kesimler o kadar ileri gittiler ki “Kur’an ayetlerinin tevil edilerek yeniden yorumlanması gerektiğini” söylediler. Hatırlarsanız yakın zamanda İslâm’ın güncellenmesi konusu gündeme gelmişti. Bu duruma Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sünnetini/hadislerini inkâr edenler eklenince zihinler allak bullak oldu.

Netice olarak feminizm, deizm, cinsiyet eşitliği gibi gayri İslâmi izm’ler ve Batılı normlar dernek, eğitim ve kamu spotu faaliyetleri ile topluma arz edildi. Türkiye’de ve birçok İslâm beldesinde, Müslümanların kızları, kadınları hatta erkekleri tarafından kabul gördü. Vakıaya mutabıklık açısından bu durumun vahametini gözler önüne seren bir misal getirelim:

Kendisini “İslâmi Feminist” olarak tanımlayan Amina Wedud’un kadın konusunda İslâm’a yöneltilen eleştirilere bir cevap ve İslâm’da var olan geleneksel tefsirlere de bir karşı çıkış olarak yaptığı kadın bakış açısına göre Kur’an’ı tefsir denemesi ele alınmıştır. Çalışmada öncelikle kadın sorunu ve İslâmi feminizm kavramları incelenmiş daha sonra da kadın bakış açısıyla Kur’an’ı yorumlamada kullanılan metot olarak hermenötik ele alınmıştır. Bu çerçevede Wedud’un 1999 yılında yazdığı “Qur’an and Woman: Reading the Sacred Text from a Woman’s Perspective (Kuran ve Kadın: Kadınların Bakışından Kutsal Metni Okumak)” adlı eserindeki yaklaşımının şekillenmesinde büyük payı olan hocası Fazlur Rahman’ın görüşlerine de yer verilmiştir. Amina Wedud geleneksel tefsirleri, erkek bakış açısını, kadınla ilgili kendi dönemlerinde var olan bakış açısını ve onların önyargılarını yansıtması nedeniyle eleştirmektedir. Çalışmada geleneksel tefsirlerde var olan kadınının ötekileştirilmesine, yaratılışı konu edinen Nisa Suresi 1. ayeti örnek olarak almış, daha sonra da kadın bakış açısıyla bu ayete getirilen yorum incelenmiştir. Sonuç olarak Wedud, bugüne kadar cinsiyete dayalı (gendered) olarak algılanan bazı meseleleri cinsiyetsiz (nötr) terimlerle açıklamış ve evrensel kabul edilmiş bazı meselelerin sınırlılıklarını ve 7. yüzyıl Arabistanı’na özgü olduklarını ortaya koymaya çalışmıştır.[6] Makalenin tamamını okumak faydalı olacaktır. Bu kadarı meramımızı anlatmaya yeter diye düşünüyoruz.

Evet, kıymetli Müslümanlar! Müslüman toplum olarak bugün gelinen nokta ne Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın razı olduğu ne de bizlerin arzu ettiği bir noktadır. Allah şahit ki geçmişte ecdadın verdiği mücadele, başörtüsünden sürüklenen bacılarımızın mücadelesi bugünkü gelinen durum için değildi! Daha dün 15 Temmuz gecesi “İnna Fetahna” diyerek sokakları titreten halk vallahi demokrasi için canını feda etmedi. Ancak Müslümanların her ayaklanması küfrün sillesi ile boğazlanmıştır. Dün, devletine karşı başörtüsünü savunan anne bugün evladının tesettürü için kavga veriyor. Dün, “Allah’ın emrine karşı geliyorsunuz” diyen annelerimizin evlatları, bugün “ben başörtümü takabiliyorsam neden LGBT’li özgür olamıyor? Hepimiz insanız, aynıyız.” diyebiliyor.

Gençlerimiz Batı’nın zehirli okları ile bir bir vuruluyor. Ne zamana kadar Batı’nın insan aklından çıkma beşerî sistemlerine boyun bükeceğiz? Ne zamana kadar onların kılıcını sallayanları muhasebe etmekten geri duracağız? Ne zaman yeryüzünün sahibini yeryüzünün hükümranı olarak kabul edeceğiz? Vallahi aya yıldıza verdiğimiz değeri, ayın yıldızın sahibine vermiş olsaydık şimdi göklerde İslâm’ın “La İlahe İllallah” sancağı dalgalanıyor olurdu.


[1] Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, III, 63-66

[2] Tevbe Suresi 71

[3] Bakara Suresi 147

[4] Çaha, 2010: 257; Ayata ve Tütüncü, 2008: 369

[5] Aktaş, 2007: 145

[6] e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: VI, Kasım 2011