Geçen ay “Muhafazakâr Moda Haftası” adı verilen ve bu kapsamda gerçekleştirilen defilelerle Müslümanlara yönelik olarak menhus ve ukala bir etkinlik yapıldı. Tarih 13-14 Mayıs. Yer İstanbul Kadıköy Tren Garı. Hem seçilen mekân, hem isimlendirme, hem de aktörler açısından dakik seçilmiş ve İslami camianın tepkisine neden olunacağı bilinen bir vakıa gibi görünüyor. Zaten çok geçmeden veya henüz gerçekleşmeden bile tepkinin odağına oturan bu olay Müslümanlar açısından hassas bir konuydu.
Küfür milleti her ay, her yıl düzenli olarak Müslümanların hayati derecede önem verdiği İslami mefhumlara, kanaatlere ve mikyaslara saldırı düzenler, ardından dünya medyası haberi servis eder. Sonrasında Müslümanlar protestolar ve tepkilerini güçlü bir şekilde ortaya koyar, ancak sonuç bir adım geri, üç adım ileri olur. Ve malum son, olay hafızalardan silinir.
Toplumsal hafızamız maalesef çok hızlı ve değişken bir hal almış. Hafızamızın canlı ve güçlü olması neden bu kadar önemli derseniz -ki bana göre önemli- cevabı şu olur: İslam ümmeti son yüzyılda o kadar çok saldırıya maruz bırakıldı ki, bizden sonraki neslin tarih şuuru proje üretemeyecek ve siyasi basiretten de adeta yoksun kalacaktır. Bu yoksunluk, onları küfre ve küfrün İslam coğrafyası üzerindeki yeni emellerine karşı güçlü ve zinde bir duruş sergileyemeyecek noktada bırakacaktır.
Küfür milleti -Batı toplumu- Müslümanlardan hiç haz etmedi. Varlığımız ve değerlerimiz saldırı malzemesi yapıldı, halen de yapılmaktadır. Bir gün başörtüsüne, öteki gün cihat mefhumuna, bir sonraki gün ise Peygambere ve diğer kutsallara hakaret onların rutin amelleri haline geldi. Aslında onların tüm bu kutsallara saldırma konusundaki cesurca duruşu(!) fikirlerinden kaynaklanmıyor. Bilakis zayıf bırakılmış İslam ümmetinin hesap sorucu güçlerinin olmayışından kaynaklanıyor.
Neden böyle diyorum? Çünkü Müslümanlar caddeleri dolduruyor. Protestolar çok güçlü, tepkiler en güçlü simalarca dahi yapılıyor. Ancak küfür bir adım dahi geri adım atmıyor. Bu ne demektir? Mesele tepki veya tepkinin dozajı ile alakalı değil. Mesele tepkinin siyasi arenada karşılığını sağlayacak güçlü bir siyasi iradenin yok oluşu… Hal böyle olunca, Müslüman halkın haklı tepkisi sadece İslami duyguların açığa çıkmasından öte bir sonucu doğurmamaktadır.
Bu son yaşanan olay ile birlikte, belki de bir ay sonra, bir yıl sonra benzeri şeylerin tekrarlanması olağanlaşacaktır. Zira onlar şu ana dek belki kendi ülkelerinde, kendi medyalarında veya basın açıklamalarında sinelerindeki öfkeyi, dilleriyle kusuyorlardı. Ama bu noktadan sonra öyle bir tablo ile karşı karşıyayız ki; bizim beldemizde, bizim caddemizde ve bize ait güvenlik önlemleriyle bu ameller icra edilir hale geldi. Sahi onlar “Dinlerini Allaha mı öğretiyorlar?’’[1] Yoksa fikren çökerttikleri Müslüman halkın gençlerine mi? İşte belki de içimizi çokça yakan şey bu olsa gerek…
Batının Müslümanlara yönelik bu aşırı dışlayıcı ve hakaretvari tutumunun üç ana nedeni var. Birincisi İslamofobi safsatası… İkincisi Müslüman beldelerdeki uydu devletlerin karakterine has tepkisizlikler. Üçüncüsü de Batı’nın Müslümanların fikri çöküntülerini fırsat bilip, zihin dünyamızı, yaşam tarzımızı ve İslami mefhumlarımızı alt üst etme girişimleri…
Birinci nedene gelince: İslamofobi, “phobie” kelimesi ile “İslam” kelimesi bitiştirilerek oluşturulmuş yapay bir İslam korkusuna ait paranoyanın ürünüdür. Zira bu kelime Fransız lügatinde “hastalıklı korku” anlamına gelmektedir. Bu kavram sayesinde Batı dünyası, doğu -İslam- ile olan kadim düşmanlığını akideden kaynaklanmıyormuş gibi göstermeyi başarmıştır. İslam’ın karakterinden kaynaklanıyormuş varsayımından yola çıkılarak, bu dinin dünyaya huzur vermediği ve dahası korku inşa ettiğini söyleyip durmaktadır. Bu proje geçmişten 11 Eylül Saldırıları sonrası ABD medyasının sistemli çalışmasıyla günümüze değin korunmaktadır.
Fransa’nın 2011 yılında kanunlaştırdığı peçe yasağı bu propagandanın bir sonucudur. Tesettürlü hanımların peçelerini açmaması durumunda 150 Euro para ödemeye mahkûm edildiğine, eşlerine veya kızlarına başörtüsünü taktırdıkları gerekçesiyle erkeklere de 30 bin Euro yahut 1 yıl hapis cezası verildiğine şahit olmaktayız. Hatta Fransız bir bakanın “Müslümanların sayısal anlamda artmasının çok büyük bir sorun haline geldiğini” söylemesi bu düşmanlığı körüklemiştir.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لاَ يَأْلُونَكُمْ خَبَالاً وَدُّواْ مَا عَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاء مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الآيَاتِ إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
“Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.”[2]
Yine aynı döneme denk gelen Kuran-ı Kerim’i yakma eylemleri İslamofobinin gelmiş olduğu düzeyin tespitinde önemli bir noktada durmaktadır. Zira o dönemde bu eylemi gerçekleştirenler Washington eyaletinde bir avuç zibididen ibaretti. Oysa münferit gibi görülen bu eylemlerin ülke genelinde sergilenmesi ve hükümetin herhangi bir müdahalede bulunmamış olması siyasal anlamda da bir desteği olduğunu ispatlamaktadır. Çünkü sömürgeci kâfir devletler halkın İslam düşmanlığını arzu etmektedir. Bu hem kendi konumlarının sarsıntıya maruz kalmaması, hem de İslam’ın adalet ve huzur iklimine yönelik teveccühün azaltılması için gereklidir.
Karikatürler yoluyla Hz. Peygambere hakaret edilmesi de ayrı bir küfür projesiydi. Çünkü Alman Başbakanı Angela Merkel, bu karikatürü çizen sözde gazeteciyi 2010 yılı Medya ödülüne layık görmüştü!
Sonrasında hatırlanacağı üzere gerek Belçika’da gerekse İngiltere’de patlayan bombalar halkta çok güçlü tesirler bırakmış. Bundan sonra Avrupa’da Müslümanlara yönelik baskılar daha da artmıştı. Hatta havaalanlarında üst aramalarından tutun da, şahısların uyruğu tespit edildikten sonra sınır dışı edilmesi gibi fiili uygulamalarla Müslümanlar aşağılanmıştı.
Benzer çirkin davranışlar Charlie Hebdo denen ırkçı ve aşırı İslam düşmanı derginin gündeminden hiç düşmedi zaten. Her fırsatta Batılı kâfirlerin basın özgürlüğü kavramının arkasına sığınarak hakaret etme cesareti gösterdikleri bir alana dönüşüverdi. Ve daha niceleri…
Tüm bu hakaret, aşağılama ve çirkin projeler kesinlikle bir şeyi ispatlamaktadır o da kâfir Batı’nın akli bir akideye sahip olan İslam’a karşı güçsüzlüğü ve devletlerine uşaklık yapan yerli yöneticilerin acizliğidir.
İkinci nedene gelince: Uydu devletlerin karakterine has olan tepkisizlik, ümmeti çaresiz bırakmıştır. Şunu bilelim ki toplumlar için iki tür tepki vardır. Birincisi yöneticilerin halkı adına ortaya koydukları tepki, ikincisi ise halkın inancı, kültürü ve değerleri için göstermiş olduğu tepkidir. Birinci tepki siyasal, askeri ve ekonomik olup caydırıcılığı halkın ortaya koyduğu tepkiden çok daha güçlü ve etkilidir... Ümmetlerin ortaya koyduğu tepkiler ise basın açıklamaları, protestolar ve yürüyüşlerle sınırlı olup etkisi daha düşük düzeyde ve zayıftır.
İşte bu etkinin zayıflığından olsa gerek, küfür milleti İslam akidesine saldırmada daha cüretkâr olabiliyor. Hatta yer yer sömürgecilere şirin görünmek adına benzer çirkinlikleri ve saldırıları İslami beldelerde de sahneleyen zalim yöneticiler de yok değil Tunus buna örnektir. Tunus uydu devlet pozisyonunu korumakta ve küfre hizmet anlayışında kaliteyi yakalamaya çalışmaktadır! Tunus’ta halen başörtüsüne dair jakoben uygulamalar devam etmektedir.
Türkiye iktidarı da benzer başka bir örnektir. Zira Türkiye’de iktidar, halkın dini duygularına hitap ederek yönetimi ele geçirmeyi başarmış bir güçtür. Bundan ötürü Türkiye’yi sömüren ülkeler, iktidar nimetini halkına hakaret etmek için kullanamamaktadır. Her ne kadar küfür hükümleriyle hükmetse de halkın dini hassasiyetlerinden ötürü göreceli desteği çok fazla ve halk “Mevcut iktidarın İslam’ı getireceği” hülyalarıyla umudunu korumaktadır! Bu umut maalesef Müslüman Türkiye halkına pahalıya patlamaktadır. Gerek Suriye politikasında, gerek Güneydoğu siyasetinde, gerekse halkın ahlaki değerlerini yozlaştıran kapitalist yaşam biçimini pratize etmesinde önemli bir figürdür. Tamamen Batı normlarıyla hareket eden Türkiye hükümeti, fikri çöküntünün ve ahlaki dejenerasyonun baş aktörüdür. Bunda Batı’nın kapitalist kültürünü beğenen ve o kültürün en temel fikri olan özgürlükleri Türkiye sahasında uygulayan ***sütten çıkmış Ak Parti’***nin etkisi yok sayılamaz.
Türkiye gerek Charlie Hebdo dergisinin Peygamber efendimize hakaret eden karikatür olayındaki sessizliğinde, gerek dinler arası diyalog çalışmaları kapsamında Şanlıurfa’da “Halil İbrahim Buluşmaları” adı verilen kirli Batı planlarının uygulanmasında, gerek LGBTİ adı verilen ahlaken çöküşü sevimli(!) göstermeye çalışan yürüyüşteki özgürlük anlayışında ve gerekse her türlü gayr-i meşru politikaları -Milli Piyango, faiz, Spor Toto, içki, vergisi tahsil edilmiş kumar, vergisi ödenmiş fuhuş, M.Eğitim müfredatı v.s- uygulamasıyla halkı git gide İslam’dan uzaklaştırmıştır.
Hal böyle olunca dünyadaki diğer uydu yönetimler gibi Türkiye de tesettür farzını, kapitalist kıyafet özgürlüğüne adapte etmeye çalışan moda etkinlikleri ve her türlü fikri yıkıma yol açana gayr-i İslami çirkefliklere zemin olmaktadır. Bunun örnekleri sayısız derecede çoktur.
Üçüncü nedene gelince: Müslümanların İslami değerlere karşı olan ilgisizlikleri, bilgisizlikleri ve mevcut nizamın fikir özgürlüğü kuramından kaynaklanan bilgi kirliliği İslami ümmeti bir asır geri bırakmıştır*. “İslam’ın konuyla alakalı hükmü nedir? Allah benden ne yapmamı istiyor?”* sorgulamasını dahi yapmamaktadır. Konuları araştırmak istese de bu defa karşısına gelen yığınla bilgi kaynakları arasında boğuluveriyor. Ya mealcilerin tevil rüzgârına, ya tarihselcilik girdabına kapılan modern hastalıklı akımlara, ya şahsi liderlerin peşinde koşuşturan ve her söylediği sözü şeriattan sayan kitle akımlarına kapılıveriyor. Nihayetinde onların sözleriyle bir din algısına sahip oluyor. Zamanın en büyük eksikliği, belki de içtihat ehliyetine sahip bireylerden yoksun oluştur. İslam’ın tevessü edici özelliğini açığa çıkartacak müçtehit şahsiyetlerden yoksun oluş, bu akımların geniş kitlelere intişar etmesine olanak sağlamıştır.
Hali hazırda başörtüsü meselesi de bunlardan biridir. Kimisi başını örtmenin bu farizayı yerine getirmek için yeterli olduğunu söylerken, kimisi de önemli olanın kalp temizliği olduğunu söyleyerek konuyu mecrasından saptırmaktadır. Oysa üzerine bir vecibe olan bu farzı Kur’an ve Sünnet’ten ciddi bir araştırma yapmadan, sadece yüzeysel bilgilerine dayalı olarak örtünmekte ve toplumda var olan “şık tesettür” rüzgârına kapılmaktadır. Oysa “şık tesettürün” İslam’ın tesettür farzına ait bir şart olan “teberrüc” kavramıyla çeliştiğinin farkında değildir.
Fıkhi bir mevzuya dalmama adına teberrüc kavramını açıklamakla yetinelim. Teberrüc: Müslüman hanımın avret yerini açmaksızın, dikkatleri çekecek şekilde ziynetin göstermesidir. Yani örtü şartı yerine getirildiği halde süslü püslü dikkat çekecek bir şekilde dışarı çıkarsa, topuklu bir ayakkabıyla yere vura vura yürürse, nakışlı bir libas giyerse, rengi dikkat çekecek şekilde toplum içinde dolaşırsa, velev ki başörtüsü giymiş olsa bile teberrüce girmekte ve haram işlemektedir.
بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ
“Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar.”[3]
Dolayısıyla moda adı altında tesettür defileleri yapılmakta ve sözüm ona tesettürlü moda bu topluma alıştırılmaktadır. Bu tür defileler süslenmenin helal olduğu, kadınların şık giyinmesinin sakıncası olmadığı ve tesettüre aykırı olmadığı ön kabulüyle yapılmakta ve İslami bir farz yıpratılmaktadır. Vücut hatlarını belli eden elbiselerin sakıncası olmadığı ve ince giyinmenin de tesettüre aykırı olmadığı ön kabulüyle, mahremiyeti sağlayan gerçek tesettür anlayışı aşağılanmaktadır.
Her ne kadar yozlaştırılmış olsa da Müslüman hanımların tesettürden vazgeçmediğini, bu alanda da kapitalist çıkarlarının farkına varan Batılı efendiler modayı tesettüre uyarlayarak hem büyük bir kazanç kapısı hem de aşağılık bir inanç savaşı vermektedirler. Şunu açıklıkla ifade edelim ki yöneticilerimiz, onları, yaptıkları projelerini, hesaplarını ve politikalarını korudukları müddetçe bu tür ameller yapılmaya devam edecektir.
Bu yazıyı okuyacak hanım kardeşlerime araştırılmaya değer iki konu üzerinde durmalarını rica ediyorum. Birincisi “Cilbab nedir ve hanım sahabilerin cilbabı nasıldı?” İkincisi **“Ziynet nedir? Ziyneti muhafaza etmenin şekli nasıldır?’’
Kanaatimce bu iki konu üzerinde yapılacak detaylı bir araştırma sömürgeci kâfirlerin bu tür çirkin emellerine ulaşmalarının önünde bir set olacaktır. En büyük engel ise İslami İçtimai Nizam’ın kurulacak Raşidi Hilafet Devleti tarafından tatbiki ile olacaktır. İnşallah.
[1] Hucurat 16
[2] Ali İmran 118
[3] Nur 31