“Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin yerli işbirlikçiler eliyle kara kışa döndüğü bugünlerde Suriye ve Mısır’da yaşananlar, kalbinde Allah korkusu olan her Müslümanın yüreğini sızlatmıştır. Beğenelim beğenmeyelim, sevelim yâda sevmeyelim, belli metotsal veya fikirsel farklılıklarımız olsa da, Müslümanlar bizim kardeşlerimizdir. Örneğin Suriye’deki Nusret Cephesi yâda Mısır’daki İhvan-ı Müslim Hareketi her ne kadar birbirlerinden farklı düşünen İslami gruplar olsalar da, bunlar bizim kardeşlerimizdir. Hatta biz, her ikisinden de farklı düşünsek bile… Çünkü metodsal yâda fikirsel farklılıklarımız veya içtihadi zenginliklerimiz, İslam akidesinden kaynaklanan kardeşliğimizi ortadan kaldırmaz. Fakat bu kardeşlik, kardeşlerimizin bize göre yaptığı hatalarını düzeltmeye çalışmayacağımız veya doğru bildiklerimizi onlara söylemeyeceğimiz anlamına da gelmez. Çünkü bize göre yanlış yapıyorsa onu uyarmalı ve hakkı tavsiye etmeliyiz. İşte bu, bizim için doğru ve esasi olandır.
Fakat kardeşlerimize İslam düşmanı sayılabilecek olan zatlardan bir haksızlık, baskı veya zulüm ulaşırsa, hiç düşünmeksizin yerimizi alır ve kardeşlerimizin safında dururuz. Velev ki daha sonra söyleyecek bazı nasihatlerimiz olsa da… Zira bugün ona yapılan haksızlığın karşısında durmazsak, yarın bize yapılması muhtemel olan bir başka haksızlık karşısında yanımızda kimseyi bulamayız. Bu da ümmetin vahdeti için çalıştığını beyan eden herkesin yapması gereken en zaruri hususlardan biridir.
Öyleyse esas olması gereken bu kaideyi ortaya koyduktan sonra Mısır’da kendi halkına kurşun sıkacak kadar insani ve İslami değerlerden yoksun kalmış ve efendilerini razı etmek için halkını katleden cunta yönetimine karşı durmamız kaçınılmazdır. Lakin bırakın karşı durmayı, bu katil cuntaya karşılıksız mali yardımlarda bulunan hain yöneticiler, maalesef halkı Müslüman olan ülkelerin başlarında bulunmaktadır. Suud, BAE ve Kuveyt yöneticilerinin Mısır’da darbe yapan yönetime verdiği 12 milyar $ tutarındaki yardım “Sam Amca’nın” isteği ve bilgisi dâhilinde olmuştur. Hâlbuki bu aşağılık yöneticilere düşen, Müslüman halklara ait olan servetleri ve zenginlikleri bu şekilde harcamaktan geri durmak ve aşağıda zikredeceğim örnekte olduğu gibi onurluca davranmaktır.
Yeryüzünü aydınlatan vahyin geldiği yıllarda Arap yarımadasının orta bölümünde, Hicaz’ın doğusunda ve Yemen’in kuzeyinde Yemâme diye bir bölge bulunmakta idi. Bu bölgenin yöneticilerinden biri de Sumâme bin Usâl’dı. Yemâme bölgesi diğer Arap bölgelerine göre daha verimli topraklara sahipti ve birçok Arap kabilesi zahire ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı. Hak din yayılmaya başlayınca Sumâme bin Usâl’de diğer Arap yöneticileri gibi İslam’a karşı tavır almış ve hatta Rasulullah’ı öldürme teşebbüsüne geçen en azılı düşmanlardan birisi olmuştu.
Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten sonra şehrin etrafında devriye görevi yapan askeri birlikler bir gün bir gruba rastladı ve onları esir aldı. Müslümanlar tanımadıkları ama grubun lideri olduğunu anladıkları kişiyi Medine’ye getirip mescidin orta direklerinden birsine bağladılar. Daha sonra mescide gelen Rasulullah: “Kimi yakalamış olduğunuzu biliyor musunuz? Bu kişi Beni Hanife kabilesi Efendisi Sumâme bin Usâl’dir. Ona iyi davranınız” buyurdu. Sumâme, Rasulullah’ın üç gün boyunca “Ne istersin, gönlünde ne var” sorusuna “Şayet beni öldürecek olursan, arkamda benim kanım için ölecek kişiler vardır. Eğer bana iyilik edersen, beni affedersen, iyiliğe karşı teşekkür edecek olan ve iyiliğin kıymetini bilen birisine iyilik etmiş olursun. Eğer serbest kalmam için mal istersen ne istersen vereyim.” diyerek cevap verdi. Üçüncü kez aynı yanıtı alan Rasulullah emir vererek Sumâme’yi serbest bıraktırdı. Arkasına bile bakmadan koşarcasına Medine’den ayrılan Sumâme, bir süre sonra kendisini bir su kuyusunun başında buldu. Su içerken düşündü ki serbest bırakılması bir plandı ve arkasından gelecek olan Müslümanlar askerler onu öldüreceklerdi. Fakat ne gelen oldu nede giden. Bunun üzerine tefekkür eden Sumâme tekrar Medine’ye döndü ve Rasulullah’ı bulup Müslüman olmak istediğini söyledi. Müslüman olduktan sonra, aslında Mekke’ye Hac için gitmek üzere iken yakalandığını ve bu nedenle de Kâbe’ye giderek Haccını tamamlamak istediğini bildirdi. Rasulullah bunu kabul etti ama bir şart öne sürdü. Bu ziyaret İslami usullere göre yapılacaktı. Sumâme bunu kabul ederek Kâbe’ye doğru yola koyuldu ve böylece İslami usullere göre Kâbe’yi tavaf eden ilk Müslüman olma özelliğine kavuşmuş oldu. Kâbe’ye girdiğinde Lebbeyk Allahumme Lebbeyk nidaları ile tavafa başlayan Sumâme’ye müşrikler hemen müdahale ettiler ve onu dövmeye başladılar. O sırada Mekke’nin ileri gelenlerinden birisi dayak yiyen bu adamı tanıdı ve seslendi: “Durun siz kimi dövdüğünüzü biliyor musunuz? Bu kişi yediğiniz buğdayı kendisinden aldığınız Yemâme kralı Sumâme’dir. Eğer durmazsanız bundan sonra buğday alacak bir yer bulamazsınız.” Bunun üzerine müşrikler durdular. Fakat Yemâme Allah’a yemin ederek bundan sonra Mekkelilere bir buğday tanesi bile vermeyeceğini söyledi ve ülkesine döndü. Yemâme sözünde durmuş ve Mekke’den gelen bütün heyetlerin taleplerini geri çevirmişti. Çünkü Müslümanlara zulmeden İslam düşmanlarına bir buğday tanesini dahi vermek istemiyordu. Ta ki müşrikler Rasulullah’a ricada bulundular Sumâme’ye kendilerine buğday satmasını söylemesini istediler. Rahmet elçisi bunu kabul etti ve Sumâme’ye söyledi ve Sumâme’de Rasulullah’ın talebini hemen yerine getirdi. [İbn Hişam, İbn Sa’d]
Henüz Müslüman olmuş bir yönetici olan Sumâme bin Usâl, İslam düşmanlarına bir buğday tanesini vermeyecek kadar irade gösteriyorken, bugün Müslümanlara ait olan petrol, doğalgaz vb. madenlerin gelirlerini kâfirlere yâda zalimlere peşkeş çeken bu hain yöneticiler nasılda utanmadan İslam kisvesine bürünüyorlar. Onların sağladığı imkân ve olanaklarla Müslümanlara zulmeden her kim varsa cürümlerine ortak oluyor ve ahiretlerini az bir paha karşılığında satıyorlar. Eğer bu ikiyüzlü liderler bugün kâfirlere petrol vermeseler, onlar savaş uçaklarını dahi uçuramazlar. İşte bu nedenle Müslüman halkların bir an önce bu hainlerden kurtulması gerekmektedir. Fakat kurtulunması gereken sadece Zeynel b. Ali, Mübarek ve Esed gibi isimler değil, onlardan geriye kalan ve Batı referanslı olan fasit sistemlerdir. İşte o zaman bu ayaklanmalar hakiki bir inkılap olacaktır.