8 Kasım'da Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Türkiye İşçi Partisi Hatay Milletvekili Can Atalay hakkında hak ihlali kararı veren Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. AYM, Gezi Parkı Davası'nda mahkûm olduktan sonra 14 Mayıs'ta yapılan genel seçimde milletvekili seçilen Can Atalay hakkında hak ihlali kararı vermişti. Bu yeni yargı krizi bu hak ihlali kararıyla gelişti. Ancak meselenin sadece Can Atalay hakkındaki ihlal kararıyla ilgili olmadığı aşikar.
Şöyle ki: CB. Erdoğan Yargıtay 3. Daire'nin tutumuna sahip çıkarak şöyle dedi: "Anayasa Mahkemesi birçok yanlışları arka arkaya yapar hâle geldi; Yargıtay'ın aldığı karar asla bir kenara atılamaz, itilemez!"
İktidarın küçük ama sözü geçen ortağının lideri Bahçeli de zaten öteden beri Anayasa Mahkemesinin kapatılmasından söz ediyordu. Bu olay üzerine yine beklenen açıklamada bulundu. AYM'nin, hak ihlali kararıyla PKK ve “FETÖ”cülere can simidi olduğunu, hukuk düzeninin safrası ve sancısı olduğunu, ya kapatılması gerektiğini ya da yeniden yapılandırılması gerektiğini, AYM Başkanının "zillet" ittifakının yüksek yargıya yuvalanmış hastalıklı kolu olduğunu, haddini aştığını, Türk Devleti'yle uğraşmaması gerektiğini ve cesareti varsa Kandil'e gitmesi gerektiğini belirtti.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç da; "AYM ve Yargıtay arasında hem kanundan hem de Anayasa'dan kaynaklanan bir belirsizlik yaşandığını, süratle bu belirsizlikleri gidermeleri gerektiğini” belirterek, AYM’nin yargılama usulleri ile ilgili kanunda değişiklik yapılabileceğine işaret etti. Mevcut Anayasa’nın 153. Maddesinde AYM kararlarının, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlayıcı olduğu açıkça belirtilmişken belirsiz olan ne, anlamak mümkün değil!
Doğal olarak asıl meselenin, sözde daha "ileri demokrasi" getirmek adına 12 Eylül 2010 referandumu ile hayatımıza giren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınmadan önce hak ihlallerini gidermek üzere AYM’ye "bireysel başvuru hakkı"nın bir kanun değişikliği ile geri alınmak istenmesi olduğu anlaşılıyor. Bu durum da; demokratik laik rejimlerde "hak" sayılan hususların, sadece kanunla belirlenince "hak" olduğu, istenildiğinde de "hak" olmaktan çıkarılabileceğini gözler önüne seriyor. Dün haklı olduğun bir konuda bugün haksız olabilirsin, demektir bu. Böyle tuhaf bir sistemde insanın yarınından emin olması imkânsız olduğu gibi, kendini bu belirsiz "haklar" nedeniyle huzurlu ve mutlu hissetmesi de imkansızdır.
Halbuki İslam ister Müslüman ister gayrimüslim olsun, insanların bireysel temel haklarını, birbirleriyle ilişkilerinde karşılıklı haklarını ve devlete karşı haklarını şer'i hükümlerle belirlemiştir. Bu hükümler şartlara, zaman ve mekâna göre veya insanların diline, dinine ve rengine göre değişiklik göstermez. İslam Devleti'nin yöneticisi olan halife, Kur'an ve Sünnet'in belirlediği bu hakları, sırf canı istedi ya da menfaatine aykırı olduğu gerekçesiyle değiştiremez. Halife, şer'i delillerden elde edilmiş hükümleri benimseyip kanun haline getirdiğinde, bu kanunlara kendisi de muhalefet edemez. İslam Devlet'inde günümüzde “kanunilik prensibi” olarak kabul görmüş evrensel ilke bihakkın uygulanır. Hakkında yasak olmayan hiçbir fiil suç sayılamaz.
Bugün yaşanan krizle bir kez daha görüldü ki; aslında “yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı” tümüyle yalandır. Yürütme, yargıya anayasa ve yasa değişiklikleriyle fiilen sürekli müdahil olmaktadır. Burada, "Başkanlık sistemi nedeniyle böyledir?" de denilemez. Çünkü İngilizci parlamenter sistem döneminde de 367 krizi gibi daha ilk akla gelen krizde bile rejimin üç ana unsuru (yasama-yürütme-yargı) birbirine girmişti. Laik rejimin kurulması üzerinden yüzyıl geçmiş olmasına rağmen ortaya çıkan bu krizler ne bir ilktir ne de son olacaktır.
Son olarak; AYM’ye "bireysel başvuru hakkı" geri alındıktan sonra mevcut iktidar, yaptığı atamalarla elinde tuttuğu yargı eliyle, herhangi bir hukuki ilkeye dayanmadan dilediğini yargılayabilecektir. Yargı, yürütmenin noteri haline gelecektir.