(Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335)
Doğu Roma İmparatorluğunun, Allah Resulünün ifadesi ile Kayserin ülkesinin fethedileceği asırlar önce müjdelenmişti. Hendek savaşı öncesinde Medine’nin etrafında hendek kazmakta olan sahabe ve Rasulullah (S.A.V.) bir taraftan bu zorlu görevi yerine getirirken diğer taraftan ise soğuk ve açlıkla, tam donanımlı Kureyş ordusunun ezici gücünün kıskacı ile karşı karşıya idiler. İşte bu esnada, bu çetin zamanda, kırmakta zorlandıkları sert bir kayaya rastladılar. Durumu Rasulullah () bildirdiklerinde efendimiz () hemen hendeğe indi. Eline aldığı balyozla sert kayaya vurduğunda bir kıvılcım çıktı ve şöyle buyurdu: “Bizans fetholundu.” Elindeki balyozu kayaya bir başka sefer vurduğunda çıkan kıvılcımın ardından şöyle buyurdu: “İran fethedildi.”
Müşrikler alay ettiler, dediler ki:”Şunlara bak! Bizim karşımıza çıkacak güçleri yok. Savaşamadıkları için hendek yapmışlar, hendeğin arkasına çekilmişler. Biz biraz sonra bunları hakladığımız zaman, dünyada namları kalmayacak, varlıkları kalmayacak. Doğu Roma'yı yıkacaklarmış, Sâsânî İmparatorluğu'nu yıkacaklarmış..." diye alay ettiler.
Bu sözün söylendiği anda yiyecekleri olmadığı için açlıktan karınlarına taş bağlayan, gecenin kavurucu soğuğunda giyecekleri olmadığı için üşüyen sahabe, zamanlarının iki süper gücü sayılan Bizans İmparatorluğunun ve İran İmparatorluğunun Müslümanlar tarafından, kendileri tarafından fethedileceğini söyleyen efendilerine tam anlamıyla inanmışlardı.
Osman (R.A) Hilafeti zamanından itibaren Müslümanlar Kostantiniyye’yi İslambol’a çevirmek için seferler düzenlenmiş, bu müjdeye erişmek için büyük bedeller ödenmişlerdi. İlk seferde Eyyup El Ensari hazretleri, 90 yaşının üzerinde ve hasta olmasına rağmen İstanbul’a düzenlenen sefere katılmıştı. Eyup Sultan Hazretlerine oğulları ve torunları; “Babacığım, sen bize Peygamberimizin emanetisin. Bak yaşlandın da, sen bu seferlere katılmasan da, bize dua etsen. Bizler katılıyoruz, ya…” dediklerinde O; “Evlatlarım… Kur’an-ı Kerim okuyorum. Cihat her mükellef Müslüman’a farzdır. Ben de mükellef bir insanım ve katılmam gerekiyor” diyerek o zamanın şartlarında sefere katılmış ve şehit olmuştu.
Fatih Sultan Muhammed Han 1432-1481 yılları arasında yaşamış 7. Osmanlı padişahıydı. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır. Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan, Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiştirilmişti. Dönemin geleneğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa Sancakbeyliği’ne tayin edilmişti. Mükemmel bir eğitimle, Matematik, Geometri, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, ve Tarih bilimleri tahsil eden Fatih, tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça öğrenmişti. Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. 32 yıl süren yönetimi boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşi de dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını ele geçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II. Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 900 bin kilometrekareden 2 milyon 214 bin kilometrekareye, yani ikibuçuk misline çıkartmış.
Sultan Fatih, daha küçük yaşlardan itibaren sık sık Fetih suresini ve Fetih hadisini okurdu. Hatta günlük oyunları bile İstanbul üzerine kuruluydu. Bir gün hocası derse girdiğinde şehzâde Mehmet’i dalgın ve tefekkür halinde buldu. Tatlı bir tebessümle sordu. Ne oldu Mehmet? Bu ne dalgınlık! Cevabı; “Bir sevgilimiz var Hocam! İstanbul... Peygamber Efendimizin (S.A.V.) Fetih ile ilgili hadisi aklıma geldi de!”
Sultan II. Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul’un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak olmuştu. Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da kendi tasarladığı, Avrupa’da görülmemiş büyüklükte “Şahi” toplarını döktürdü ve donanma kurdu.
Çandarlı Ahmet Paşa, İstanbul’un defalarca kuşatıldığını, bu işin zorluğunu dile getirerek tereddütlerini ortaya koymuştu. 2. Mehmet, Çandarlı’ya şu cevabı verdi:
“İstanbul’un şimdiye kadar alınamamış olması, bundan sonra da fethedilemeyeceğini ortaya koymaz. Bu işin sahibi Allah’tır. Allah sonsuz kudret ve kuvvet sahibidir. Biz çalışmamızı yapalım. Sonucu Allah takdir edecektir…”
Sultan Faih, 23 Mart 1453’te ordusuyla Edirne’den hareket etti. İstanbul kuşatması 6 Nisan’da başladı. 18 Nisan’da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisan’da sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni” cevâbını verdi**. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda nihâyet İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi, yeniçağ başladı.**
Çağ açıp, çağ kapatan Sultan Fatih, fetihten sonra Ayasofya da iki rekât şükür namazı kılıp, yerlere kapanan ahali, rahip ve eski Ortodoks patriğine hitaben “Kalkınız ben Sultan Mehmet, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki bugünden itibaren ne hayatınız ne hürriyetiniz konusunda benim gazabımdan korkmayınız” dedi. Sultan Fatih, Âlemlerin Fatihi Allah resulünün Meke fethi sonrası Mekke halkına; “Ben de size Yusuf'un kardeşlerine söylediği gibi bugün size geçmişten dolayı azarlama yoktur diyorum. Haydi, gidiniz hepiniz serbestsiniz” dediği gibi diyor, Allah Resulünü (S.A.V.) örnek alıyordu.
Sultan Fatih bize inancın, azmin, Allah Resulünün müjdesine bağlanmanın nasıl olması gerektiğini göstermeli. “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni” diyerek bu işi ölüm kalım meselesi olarak gördüğünü ve Rabbimizin “Bir kerede karar verip azmettin mi, artık Allaha tevekkül et(O'na dayanıp güven) şüphesiz Allah tevekkül edenleri sever” fermanına kulak veriyordu.
Sultan Fatih bize düşüncede ciddiyeti gösteriyordu. Çağın gereklerini yapmayı ve hatta çağın üstünde planlar üretmenin gerekliliği gösteriyordu**.** Hisarlarda büyük gedikler açmak için o zamana kadar eşine rastlanmamış toplar döküldü. Tophâne-Kumbaracı Yokuşu-Tepebaşı-Asmalı Mescid-Kasımpaşa istikametinden gemilerini yürüterek yine o zamana kadar eşine rastlanmamış bir planla Haliç’e indirdi.
İstanbul fatihi Eyyüp Sultan ve Sultan Fatih hayatlarını Allah yolunda feda etmişler, seferden sefere çıkmışlar ve Allah yolunda İnşAllah şehit olmuşlardı. Fatih olmak önce fethe layık olmaktan geçiyordu. Ve en büyük fatihte Allah’ın rızasına ulaşmış, O’nun yolunda şehit olmuş fatihlerdi.
Sultan Fatih İtalya'nın güneyinde Otranta kalesini almış ve orada kale yaptırmıştı. Oradan İtalya'nın yukarısına doğru gidecekti ve Roma'yı da alacaktı. ‘Abdullah İbn-u ‘Amr-u İbn-ul ‘Âss [RadiyAllahu ‘Anh] dedi ki: Biz Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem]’in yanında yazıyorken O’na şöyle soruldu: “Bu iki şehirden hangisi önce fethedilecek: Konstantinapol mü yoksa Roma mı?” Rasulullah [SallAllahu ‘Aleyhi ve Sellem] şöyle cevap verdi: “Evvelâ Hirakl’in şehri fethedilecektir.”**
Bugün bizlerde bu hadislerdeki müjdelerle muhatabız. Bizlerde fatihler gibi bu fethin içinde yer almak ve Doğu Roma gibi, Batı uygarlığı! Denilen küfrün yıkılacağına ve bunun çok da uzak olmayan bir zamanda olacağına kanaat getirmeli ve bu yolda çalışmalıyız.
Hilafetin kaldırılmasından sonra maalesef biz elimizdeki emanetlere dahi sahip çıkamaz olduk. Sultan Fatih Ayasofya’yı bedelini kendi parasından ödeyerek vakfetmiş, fethin bir sembolü olarak camiye çevirmişti. İlk Cuma namazını orada kılmış ve Ayasofya vakfiyesine; “Kıyamete kadar Ayasofya’nın bir cami olarak ibadete açık olmasını…” vasiyet etmişti.
Maalesef ne İstanbul İslambol olarak kalabildi, ne de O fethin sembolü Ayasofya camii olarak kalabildi.
Fethi anlamak, kalplerin, gönüllerin ya da şehirlerin fethi için birer Fatih olma ve O’nun gibi bir hayatı yaşamak için mücadele etmek olmalıdır.
Fatih’in Adaleti
Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti. Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ etti. Hızır Bey, yerini aldı ve muhakeme başladı.
Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i otururken görünce, O’na; “–Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti. Bu îkaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.
Bütün dünyayı dize getiren cihan padişahı Fatih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak; “–Hüküm şer‘-i şerîfindir!..” dedi.
Hıristiyan mimar, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde;
“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi.
İş, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fatih, Hızır Bey’e;
“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.
Ayrıca Fatih, şahsî malından hıristiyan mimara bir ev bağışladı.
Bunun üzerine hıristiyan mimar; “–Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şahâdet getirdi.