İnsanlar genelde toplumsal sorumluluklardan kaçınır; bireysel görev ve sorumluluklarına odaklanır ve diğer işlerin birileri tarafından halledilmesini bekler. Veya birileri sorumluluk bilinciyle zaten toplumsal yükümlülükleri de yerine getirir ve bu durum toplumun diğer bireyleri açısından bir “kaçamak” olarak görünür.
Öyle ya, nasıl olsa birileri elbet bu işi yapacaktır!
Gerçekten de birileri, birilerinin yapmaktan kaçındığı işleri yapar mı?
Çok büyük oranda evet, yapar.
Yapar çünkü hassas olan insanlar için vurdumduymazlık, bananecilik, basit kişisel çıkarların peşinde koşmak… çok alçaltıcı bir durumdur ve kendisine saygısı olan hiçbir insan buna izin vermez.
Kaldı ki Müslüman birisi için bu sorumluluklar aynı zamanda bir farziyettir. Çünkü İslâm, bireysel sorumluluklar, toplumsal sorumluluklar ve devletsel sorumlulukların bir arada yürütülmesi esası üzerine kuruludur.
Her ne kadar bireyler toplum için olmazsa olmazlardan iseler de sadece bireylerin birlikteliğine “toplum” denmez. O bireylerin aynı zamanda duygu, düşünce ve nizamlarının da aynı olması gerekir.
Bu duygu, düşünce ve nizamlar ya insan aklından neşet eder veya vahiy tarafından belirlenir. Dolayısıyla Rasul Aleyhi’s Selam’ın hadisi bu noktada daha bir anlam kazanır: “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir.” Yani aynı duygu, aynı düşünce ve aynı nizam çerçevesinde hareket etmelidirler.
Ayrıca bu, bir tercih değildir.
Müslüman olmamız vahye teslim olduğumuz anlamına gelmektedir. Dolayısıyla vahiy neye öfkelenmemizi isterse ona öfkelenir, neyi sevmemizi isterse onu sever, ne ile yönetmemizi isterse onun ile yönetir/yönetiliriz.
Genelde bu konuşmayı herhangi bir ortamda yapsanız kanaatimce size kimse karşı çıkmaz. “Evet, öyledir, doğrudur” derler. Sonra o kişilere: “Neden Filistin’de Müslüman kardeşlerimiz katledilirken, katillerini sizin ülkenizde ‘kırmızı halılarda’ karşılayan yöneticilerinize ses etmiyorsunuz?” deseniz, muhtemelen “O ayrı, bu ayrı” diyeceklerdir. Çünkü yöneticiler de hiç utanmadan böyle dediler. Vatandaşlar da onların sözlerini tekrar etmekten başka bir şey yapmaktan acizler maalesef.
Ne kadar haklı bir söz: “Âlimler ve yöneticiler bozulursa o toplumda hayır kalmaz.”
Mübarek Ramazan ayında kâfirler yine pervasızca Müslüman katlediyor, Avrupa’da devlet kontrolünde Kur’an-ı Kerim yakılıyor ve emrinde ordular bulunanlar rezil bir şekilde kınamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Halkın büyük çoğunluğu ise onları destekliyor. Ne yaptıklarını bilmeden üstelik. Destekledikleri kişilerin 20 yıldır yapmadıkları “Dindar nesil!”, “İslâm gelecek!”, “Kafirler kahrolacak!”… gibi sloganik sözlerini diğer 20 yılda yapacaklarını varsayıyorlar.
Oysa bilselerdi; “Söz ile amel çakışırsa amel esas alınır” diye bir kaide var. Bu kaideye göre, 20 yılda İslâm ve Müslümanlar adına zerre miktarı bir şey yapmayanlar sizi kandıran kişilerdir. Ve onlar münafıklık alameti gösteren kişilerdir. Ve ateşten kaçar gibi kaçmamız gerekir bu gibi kişilerden.
İslâm insanlardan bireysel, toplumsal ve devletsel görevler talep ediyor. Kişi bireysel olarak namazını kıldığı gibi toplumsal olarak herhangi bir fuhşiyat gördüğünde hemen müdahale etmeli, gücünü aşan bir durum ise hızlıca devleti harekete geçirmelidir. Bunun olabilmesi için de, bireyin, toplumun ve devletin aynı duygu, düşünce ve nizamı benimsemesi gerekiyor elbet.
Türkiye ve diğer İslâm beldelerinde olduğu gibi bireyler Müslüman ama devlet yönetimi gayrı İslâmi olunca, görevleri hakkı haykırmak olan âlimler de ya köşelerine çekilip sessiz kalınca ya da sarayın mollalığını tercih edince, günümüz İslâm dünyasının hâli ortaya çıkıyor.
Bunun düzeltilebilmesinin yolunu yine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in siretinde görmekteyiz. İslâm’ı kendisine dert edinmiş bir kitle eliyle var olan ve düzeltilmesi istenilen toplumda fikrî ve siyasi mücadele yaparak toplumsal değişimi sağlamasıdır. Bu noktada en büyük yardımcımız elbette ki âlemlerin Rabbi olan Allah Subhanehu ve Teâlâ’dır.
Çünkü biz bu sorumluluğu İslâm’dan alıyoruz. Yani Allah’ın emrini yerine getirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla yardımı da O’ndan bekleriz, zaferi de O’ndan bekleriz.
Korkmadan, yılmadan, sabırla ve sebatla bu yolda yürüyeceğiz ve inşaAllah çok yakın bir zamanda bu hedefimize de ulaşacağız.
Çünkü bizler Müslümanız ve yeryüzünde bulunma gayemiz Allah’a kulluk etmek ve edilmesini sağlamak. Onun için herhangi bir Müslüman kendisini bireysel ibadetler ile sınırlayıp diğer görev ve sorumluluklarını yerine getirmez ise büyük bir vebal ile karşı karşıya kalacaktır.
Âlimler hakkı söylemezlerse onları uyarmalı ve düzeltmeliyiz. Yöneticiler Allah’ın indirdikleri ile yönetmezler ise onların kapılarını çalmalı ve görevlerini yerine getirmelerini istemeliyiz. Yapmıyorlar, oyalıyorlar ise onların tuzaklarına düşmemeli ve bir an önce Allah’tan korkan kişilere iktidarı teslim etmeliyiz ve onların da görevlerini yerine getirip getirmediklerini takip etmeliyiz.
Bunun adı “Emri bir maruf nehyi anil münker”dir. Ve bu farzdır.
Kıyamete kadar bir grubun hak üzere olacağını bildiren naslara güvenerek, güvenilir, muttaki, muhlis Müslümanlar ile yürümeli ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan hak olanı savunmalı, batıl olandan kaçmalıyız.
Hak olan ise; tüm Müslümanları tek bir çatı altında toplayacak ve Allah’ın indirdikleri ile hükmedecek, arkasında savaşıp arkasında korunacağımız, Allah’ın vaadi[1] şanlı Rasulü’nün müjdesi olan 2. Râşidî Hilâfet’tir.
“İşte çalışanlar bunun için çalışsın!”
[1] Nur Suresi 55