İran’da Kürt kökenli 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin polis tarafından kıyafet kanununa muhalefet yüzünden gözaltına alınmasının ve 3 gün sonra 16 Eylül’deki ölümünün ardından başlayan protestolar birçok kentte devam ederken, İranlı yetkililer protestolara karşı sert müdahale edileceği açıklamaları yapıyor.
Günlerdir devam eden protestolarda 5’i güvenlik görevlisi en az 40 kişinin öldüğü açıklandı.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, yaptığı açıklamada, gösterilere sert müdahale edilebileceği sinyali vererek “İran, ülkenin güvenliğine ve huzuruna karşı hareket edenlerle kararlı şekilde başa çıkmalı” dedi.
Amini’nin gözaltında dövüldüğü ve işkenceye maruz kaldığı, bu nedenle komaya girdiği iddia edildi. Ancak Tahran’da polisin getirdiği karakolda aniden kalp rahatsızlığı geçirerek hayatını kaybettiğine dair video basında yayınlandı.
Protestolarda kadınların başörtülerini çıkarıp sokakta yakılan ateşe atmaları, kadın saçından bayrak yapıp sosyal medyada paylaşmaları, Türkiye ve dünyadaki İslam düşmanlarının çok hoşuna gitmiş olacak ki sayfalarını bu tip resimlerle doldurmuşlar. Fikir fakirliğiyle tartışma esnasında yaşadıkları her acziyette ezberletilmiş “Yallah İran’a, yallah Arabistan’a” repliğini tekrarlayan, avamından lorduna İslam düşmanları mal bulmuş mağribi gibi olayın üzerine çullandı. Rejim düşmanlığından İslam düşmanlığına evrilen gösterilere alkış tutanlar tanıdık aşağılıklar.
Öyle ya onlara göre İran, bir “İslam Devleti’ydi”. Atalarının arkadaşı İngiliz Valisi Şah Rıza Pehlevi’yi deviren mollalar da hâliyle düşman. Hâlâ daha Şah zamanındaki kadınların çıplak resimleriyle tesettürlü kadınların resimlerini yan yana koyup “eski İran-yeni İran” karşılaştırmasıyla İslam düşmanlığı yapmaktalar.
Devrim öncesi eski İran’a bakacak olursak;
İngiliz ajanı Sir Ardeşir J. Reporter aracılığıyla İngilizlere tanıtılan Rıza Pehlevi, 1921 darbesiyle İngilizler için çalışmaya başladı ve 1923 yılında başbakan ve 1925 yılında İran Şahı oldu. İngilizlerin himayesi altında İran’daki birçok sosyalist, milliyetçi ve etnik hareketi bastırdı. Farsça olmayan dillerin kullanımını yasakladı ve bu yasakları kendi aşırı milliyetçi ideolojisi doğrultusunda tüm ülkede uyguladı. Yönetimi merkezileştirmek doğrultusunda Farsçayı tek yasal dil olarak tanıdı ve diğer milliyetlere ait dillere yasak koydu. Kürtçe, Türkçe ve Arapça gibi dilleri de Farsçanın bozuk lehçeleri olarak baskı altına aldı. Fars olmayan toplulukları böylelikle kendi yerli kültürlerini, dillerini, tarihlerini ve günlük yaşam biçimlerini söküp atmaya mecbur etti. Tıpkı Türkiye’de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan milliyetçi baskı ve zulümlere paralel bir değişim. Burada Şah, Fars milliyetçiliğine vurgu yapan yazarlara her türlü desteği verirken, Türkiye’de de Ziya Gökalp gibi yazarlar eski Türklerin Şaman ve Tengri gibi sapkın inanışını vurgulayıp İslam’a düşmanlık yaptığı için el üstünde tutuluyordu.
Peki dertleri nedir yaygaracıların?
Dertleri ölen kadın mıydı? Öyle olsa; sömürgeci laik demokratik Batı, Irak, Afganistan ve Afrika’da yüzbinlerce kadın katletmişti, bunlara ses çıkartırlardı. Komünist Çin kadınların ırzını lekelerken, işkenceyle öldürürken bunlar yine susmuşlardı.
Dertleri insan canı mıydı? Öyle olsa; “şapka takmadı” diye insan asan Kemalist zihniyetin savunucuları, Filistin’de, Yemen’de, Hindistan’da, Myanmar’da katledilen, zulme ve işkenceye uğrayan insanlara susmazlardı. Savundukları sözde özgürlük denen laik demokrasi o kadar vahşiydi ki İstiklal Mahkemelerini kurup “Şalcı Bacı” diye bilinen bir kadını Erzurum’da idam etmişti. Bunlar, 28 Şubat sürecinde Müslüman kızların, kadınların başörtüsüne saldıran zalimleri alkışlayacak kadar İslam’a düşmandırlar. Ve ellerine fırsat geçmişken İran rejiminin zulmü üzerinden İslam düşmanlığı yapmanın dayanılmaz hafifliği içindeler.
Oysa İran devrimi ile laik ırkçı bir zalim gitmiş yarı laik ırkçı başka bir zalim gelmişti. Monarşi yıkılmış ve cumhuriyet kurulmuştu. Bir tarafta İslam’ın önündeki en büyük engel olan bu rejimlerin üzerinden İslam’a saldırmak için fırsat kollayan yerli/yabancı laikler, öteki tarafta ise bu rejimi İslam’ın kalesi olarak gören Müslümanlar.
Devrim, bir devletin ideolojisinin ve güttüğü toplumun fikirleri ile duygularının bir akide üzerine kökten değiştirilmesidir.
İran Devrimi, 1979 yılında İran’ı, Şah Rıza Pehlevi liderliğindeki monarşiden, Ayetullah Humeyni yönetiminde Şiî mezhebi görüşlerini esas alan “İslam Cumhuriyeti”ne dönüştürmüştür. Washington’ın icadı olan bu rejim sayesinde tam bir tezat içeren İslam ile cumhuriyet bir araya getirilmiştir. Zira İslam nizamında “Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ın” iken cumhuriyette ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.”
İran Devrimi’nin oluşumunda Amerika’nın “insan hakları, demokrasi, özgürlük” palavraları ivmeyi arttırıcı bir rol oynamıştır. İran’ın önde gelen aydınları yayınladıkları açık mektuplarla demokratikleşme isteklerini belirtirken, ABD’ye bu süreçte göz kırpmışlardır. Devrim sürecinde farklı gruplar Şah’ı devirme amacıyla birleşmiş, sözde “İslamcılar” bu süreç içinde güçlenerek “İslam Devrimi ve Demokrasi” sloganıyla solcu, muhafazakâr, aydın grup ve halkı birleştirerek zafere ulaştıkları diğer grupları saf dışı bırakarak sonunda İran’daki Monarşi’yi İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürmüşlerdir. Kökeni itibariyle bozuk batıl bir değer olan ve insan aklını ilah edinen demokrasi, devrimde başroldedir. Bu değişim sırasında binlerce siyasi tutuklu asılmıştır.
Burada İran’ın; İslam hukukunda yer alan bir kısım had cezalarını uygularken, dış siyasette, ekonomide kapitalist ideolojiye ve ondan çıkan fikirlere teslim olduğunu görüyoruz. Yarım yamalak tatbik edilen İslam ile dış siyasette ve ekonomide dünyaya egemen kapitalist nizam memnun edilmiş, iç siyasette ise bir takım had cezaları uygulanarak halkın gözü boyanmıştır.
Sözde devrim ile İran, İngiltere ile ABD arasında yaşanan çekişme sonucunda el değiştirmiştir.
İran rejiminin bir İslam devleti olmadığını devrim lideri Humeyni’ye bir heyet gönderen Hizb-ut Tahrir 42 sene önce açıklamasına rağmen hâlâ bu görüşünden vazgeçmeyen taassup sahibi gruplar olduğunu görüyoruz. Hizb-ut Tahrir, devrimin başlarında Humeyni’ye ulaşarak Amerika ile işbirliği yapmamasını ve İran anayasasını çürüten ayrıntılı bir kitapçık da bulunan İslam anayasa tasarısını sunmuşlar; gayri İslami hükümlerden uzak bu anayasa ile yönetmesini nasihat etmişti. Ancak rejim, bu nasihati dinlemedi ve İslam’a muhalif olan anayasa ve kapitalist Batı tarzı Cumhuriyet sistemini uyguladı.
Bugün Suriye, Afganistan ve Irak’ta elini sırf ABD’nin çıkarları için Müslümanların kanına bulayan İran rejiminin ihanetini hâlâ görmeyen basiret fakirleri var.
Oysa bugün İran’daki rejim düştüğünde ciğeri yanacak olan ABD ve “İsrail”dir. Zira ABD’nin İran’ı bahane ederek aslında Rusya’ya karşı bölgeyi silahlandırdığı ve işgalini genişlettiği görülmektedir. “İsrail”, belli zaman aralıklarıyla İran’ın nükleer silaha sahip olmaya bir adım daha yaklaştığı iddialarını ileri sürmektedir. Oysa İran sürekli aşağılandığı ABD’nin masasına oturup O’nun izni dâhilinde ve belirlediği miktarda nükleer çalışma yürütmektedir. ABD ve “İsrail” kullanışlı bir düşman olan İran ile bölgede cirit atarken, İran rejimi de sahte ABD ve “İsrail” düşmanlığıyla ayakta durmaktadır. ABD, Irak ve Suriye’de görevi sona eren General Kasım Süleymani’yi öldürdüğünde, İran rejimi ayaklanan halkı teskin edip gözünü boyamak için ABD üslerine yakın boş arazileri bombalamıştır.
Hilâfet yıkıldıktan sonra etnik-milliyetçilik fikirleriyle İslam coğrafyasını bölen Batı, bir de mezhepsel bir çatışmayla buraları bölmek istemektedir. Bunu da bölgede icat edilmiş bir ulus devlet olan İran’la yürütüyor.
İran rejimi, Cumhuriyet sisteminin önüne “İslam”ı getirerek yıllarca hem halkını hem de diğer Müslümanları kandırdı. İran Anayasasına bakanlar Batılı anayasaların bir kopyası olduğunu idrak edecektir. Yönetim biçimi olarak cumhuriyet, bakanlıklara bölünmesi, parlamentonun çalışması, güçler ayrılığı ve kanunların tamamı, kapitalist-demokratik sisteme göredir. İran’ın Birleşmiş Milletler’e ve İslam İşbirliği Teşkilatı’na üye olması, kapitalist sistem esasına dayalı uluslararası ve bölgesel örgütlere bağlı olması, onun mevcut uluslararası sisteme göre hareket ettiğini ve uluslararası ilişkilerinin hiçbirisinde İslam esasına dayanmadığını da ortaya koyuyor. Bu hususta can alıcı yorumlarda bulunan 26.08.2012 tarihli Haaretz gazetesinde Aner Shalev, şunları söylüyor:
“İran, ‘İsrail’e ölesiye muhtaç. ‘İsrail’ olmasa, İran onu icat eder. Bundan dolayı da, İran için ‘İsrail’ daha uzun yıllar yaşamalıdır. Ayetullahların rejiminin ‘İsrail’ karşıtı çılgın retoriği kitleleri asıl meselelerinden uzaklaştırıyor. Nefret, daima rejimleri güçlendiren birleştirici bir güç olmuştur. İçeride gerilimi düşürmek için şeytanlaştırılmış haricî bir düşman gibisi olamaz. İran, bunu bütün beklentilerin üstünde olarak başarıyor. ‘İsrail’, İran’a yardım ediyor. İran’a saldırının eli kulağında olduğu tehditleri, Ayetullahların rejiminin tekerleklerini yağlıyor. Diğer yandan, ‘İsrail’ de ölesiye İran’a muhtaç. İran olmasa, ‘İsrail’ onu icat eder. İran, ‘İsrail’ için daima var olmalıdır. Nefret ve düşmanlık söylemleri, bilhassa sağcı iktidarlar için etkili kontrol mekanizmaları olmuştur. Netanyahu’nun İran karşıtı çılgın retoriği, kitlelerin dikkatini asıl problemlerinden uzaklaştırmaktadır. İran’ın ‘İsrail’i tehditleri, Netanyahu hükümetinin tekerleklerini yağlıyor.”
Örneğin, “Şayet İran’ın desteği olmasaydı Amerika, Afganistan ve Irak’ı bu kadar kolay işgal edemezdi” sözü, Devlet eski Başkanı Yardımcısı Muhammed Ali Ebtahi’ye aittir.
2013 yılındaki bir konuşmasında İran Eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, “Afganistan ve Irak’ın işgalinde Amerika’ya yardım ettik, yine de ABD’ye yaranamadık” itirafında bulunmuştur.
İran, Türkiye gibi NATO’ya dâhil olmadan perde arkasında ABD ile dost ve müttefiklik yürüten bir devlettir.
2017 yılındaki bir araştırmaya göre; İran’da 564 adet yabancı şirket bulunmaktadır. Bunların arasında; MTN (Güney Afrika), PSA (Peugeot-Citroen Fransa), Total Petroleum (Fransa), Ferrovie dello Stato İtaliane (İtalya), Nestle (İsviçre), Novo Nordisk (Danimarka), Unilever (Birleşik Krallık/Hollanda) önde gelenlerdir.
Bu şirketler emperyalist devletlerin sömürgeci şirketleridir. Halbuki İslam nizamı, kamu malının yağmalanmasına izin vermez. İslami Devlet bunları kendisi işletir; bunlar asla özelleştirilemez ve geliri halkın ihtiyaçları için harcanır.
İran’da zengin petrol ve doğalgaz yataklarına rağmen halk sefalet içindedir. Zira olumsuz ekonomik durum sık sık protesto edilmektedir.
İşte İran’ın tıpkı Suudi Arabistan gibi gerçeği budur. Eğer dünyada gerçekten bir İslam Devleti olsaydı; -merak etmeyin- siz “yallah” demeden Müslümanlar, “Allah, Allah” diyerek kokuşmuş nizamınızın hüküm sürdüğü beldelerden selamet yurduna hicret ederdi. Hatta gayrı Müslimler bile o devletin tebaası olmak için can atardı. Tıpkı öykündüğünüz Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşarken bir güneş gibi parlayan Osmanlı ve Endülüs’te olduğu gibi…
Bekası pamuk ipliğine bağlı, artık çöküş sürecini yaşayan sömürgeci laik kapitalist demokrasinin muhafızları, ilk domino taşının düşmesi korkusuyla başkentlerinde tir tir titrerken, yerli iş birlikçileri de düzenin ayakta kalması için “anormalleşip” her türlü ihanete imza atıyor.
Onlar ve efendilerinin akıbeti ayetteki gibidir:
[اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِلٰى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَۙ] “İnkâr edenler mallarını, Allah’ın yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcayacaklar da. Sonra bu onlar için yürek acısı olacak, sonra yenilecekler ve inkar edenler cehenneme sürüleceklerdir.”[1]
[1] Enfal Suresi 36