İRAN TERCİHİNİ ŞİMDİ DEĞİL, 1979’DA YAPTI
27 Mayıs 2017

İRAN TERCİHİNİ ŞİMDİ DEĞİL, 1979’DA YAPTI

İran ve diğerleri (halkından basiret sahibi Müslümanları ayrı tutarak söylüyorum) devlet politikalarında tüm yapısal dinamiklerini mutlak (ideolojik) devletlere bağlanmış durumdalar.

“Diğerleri” derken İran gibi uşak yönetimleri ve onların güdülenme ihtiyacına binaen mutlak devletlerin maslahatları için gerçekleştirdikleri iç politikaya dönük tüm siyasi hareket, partisel faaliyet ve algı operasyonlarını kastediyorum.

Yakın zamanda İran’da gerçekleşen seçimleri bu temel siyasi mutlak gerçeklikten bağımsız değerlendirmek doğru değildir. İran’ın, gerek yakın tarihinde Şah rejiminin dış politikadaki bağımlı siyasetinde, gerekse Humeyni ile birlikte süregelen siyasi hareket tarzında Mutlak devletler arasında el değiştirmeden ibaret bir rejim değişikliğine gittiğini söyleyebiliriz. İranfobik kimi Müslümanların bu söyleme tarafgirce karşı çıkacağının elbette farkındayız. Ancak bunun ne kadar gerçeğe yakın bir görüş olduğunu birkaç detayla ifade edeceğim. Ardından hâlihazırdaki siyasi seçimlerde de bu değişmeyen çizgileri detaylandıracağım inşaAllah.

Amerika’nın Bölgedeki Açık Destekçisi İran

Öncelikle şunu ifade edelim ki ABD, II. Dünya Savaşı öncesine kadar Büyük Britanya yani İngiltere’nin hâkimiyet alanı içindeki Doğu Bloğu ülkelerinin siyasi hâkimiyetini elde etmeye uğraş vermekte ve uşak yönetimler edinme çabası göstermektedir. Bunun için de başından beri kendisine hizmet eden yönetimlerin liderlerine küçük çaplı görevler tevdi etmekte ve onlara bağımsız görünümler vererek diğer devletleri ve onların iç siyasetlerini sarsmaya yönelik sınırlı faaliyetler geliştirmektedir. Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye için biçilen roller bu hususa örneklik teşkil etmektedir. Nitekim Mısır ve Suud yönetimi ile Arapçılık ve Sünnilik ekseninde Şii karşıtlığı rolleri biçerken, Türkiye üzerinden de kapitalist yönetim ihracı ve mini pilot projeler geliştirmektedir. Tunus, Yemen, Libya, Irak, Pakistan (kısmen) ve Lübnan gibi ülkelerde ise henüz hâkimiyeti tam olarak elde edebilmiş değildir.

Gelelim İran’a…

İran’ın konumu ve misyonu ise bambaşka bir yelpazede değerlendirilebilir. Yakın vadede İran’ın pozisyonunu Yemen üzerindeki Mutlak devletlerin kapışmasının arka planında görmek mümkündür. Zira Yemen’de İngilizlerin güdümünde hareket eden Ali Abdullah Salih hükümetinin devrilmesi için Şii Husi hareketini yönlendirmiş ve silahlandırarak yönetimini ABD lehine sarsmaya çalışmıştır.

Yine Irak’ın işgali sırasında siyasal sistemin oyun kurucu aktörü ABD, Irak’ta cumhurbaşkanından tutun da meclisteki milletvekillerine kadar birçok alanda kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde % 50’den fazla alan hâkimiyetini tek başına İranlı siyasilerin kontrolüne bırakmıştır. Örneğin Irak’ta devlet başkanı görevini yürüten Nuri El Maliki, İran Devrim muhafızları kontrolündeki bir birliğin komutanı ve 1980’li yıllarda İran’ın besleyip büyüttüğü Şii Emel Hareketi’ne bağlı Hüseyin Aşıkları isimli grubun üyesiydi. Maliki, ABD’nin Irakta meşruiyetini sağlamlaştırmak için çok ciddi adımlar atmıştır. İşgalden hemen sonra İran, Irak’ta elçilik açmış, aralarında istihbarat paylaşımı, sınırların güvenliği, geçişlerin kontrolü, elektrik şebekelerinin döşenmesi ve petrol boru hatlarının inşası dahil bir çok alanda anlaşmalar imzalanmıştır. Günümüze gelindiğinde ise İran desteğiyle kurulan Haşdi Şaabi ve Irak ordusunun koalisyon güçleriyle koordineli olarak hareket etmesi ise İran ile ABD arasında dolaylı bir işbirliğinin açık bir göstergesidir. Tüm bu ortak somut veriler İran ve ABD ilişkilerinin ne kadar sık ve danışıklı bir minval üzere seyrettiğini göstermektedir. Bir somut demeci burada paylaşmakta fayda görüyorum. Örneğin 2008 yılında dönemin İran Cumhurbaşkanı şöyle diyordu. “Bunlar (ABD) o kadar yüzsüz ki; Afganistan’da onlarla işbirliği yapıldı. Irak’ta onlarla işbirliği yapıldı. Nükleerde neye zorladılarsa kabul ettik. Sonra da Bay Bush geldi. İran’a ‘Şer ekseni’ dedi. Üstelik bunca işbirliğine rağmen…”[1]

Benzer işbirliği ve uşaklığı Afganistan sahasında görebiliriz. Zira Taliban karşıtlığı ekseninde ABD ile işbirliğine gidildiğini resmi ağızlar ifade etmekteydi. Bu durum İran’ın aslında ABD ile fiilî ortaklığının mimarı olarak da nitelendirebileceğimiz Seyyid Ali Hamaney’in Başdanışmanının sözlerinde yer buluyor. O şöyle diyordu: "İran o sırada ABD'yle BM bayrağı altında Taliban'la ortak mücadele hedefiyle görüşmeler yaptı. O görüşmeler sırasındaki temsilcimiz de o dönemde BM'deki daimi temsilcimiz (İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad) Zarif'ti. O sırada biz Penşir vadisinde Taliban'a karşı duran Ahmed Şah Mesud'a destek veriyorduk. Afganistan'ın büyük bir bölümü Taliban'ın kontrolündeydi. O şartlarda İran olmasaydı Amerikalılar Afganistan'a giremezdi. Onlar Afganistan'a girme fırsatını yakalayana kadar görüşmelerden yararlandı ancak Afganistan'a egemen oldukları anda İran'ı şer ekseninin üç ülkesinden biri olarak nitelediler."[2]

İran Düzenin Maslahatını Teşhis Konseyi (DMTK) Başkanı Haşimi Rafsancani de, Aralık 2015'te Irak ve Afganistan anayasalarının ABD-İran görüşmelerinin ardından yazıldığını söylemişti.[3] Başka bir konuşmasında ise "Şu an ABD'yle yapılan görüşmeler rehberlik makamı (Dini lider Ali Hamaney) tarafından daha önce verilen izne dayanıyor. Hasan Ruhani hükümetinden 5-6 ay önce Umman Kralı Sultan Kabus'un arabuluculuğunda ABD ile müzakereler başlamıştı" diyerek açık işbirliğinin gizli/açık mimarına işaret etmiştir.

Bir başka İran cumhurbaşkanı ise bir panelde açık bir dille işbirliğini yalanlamıyordu. Şöyle diyordu: “Taliban bizim düşmanımızdır. ABD de Taliban’ın düşmanı olduğunu düşünüyordu. Ve Taliban’ın çöküşü ilk olarak İran’ın çıkarlarını temin etti. Ondan önce de Saddamla düşmanlık hissediyorduk. Saddam bizim de onun da düşmanıydı. Amerika’ya dedik gelin Afganistan tecrübesini Irak’ta tekrarlayalım. Ama bu defa 6+6 olsun dedik.”[4]

Lübnan’da ise İran ABD işbirliği, siyasi nüfuz alanı oluşturma üzerine şekillenmektedir. Zira Lübnan; ırk, nüfuz, etnik ve dini unsurların güç mücadelesinin yapıldığı önemli bir ülkedir. Son 2 yıllık siyasi boşluğun akabinde 81 yaşındaki Michel Aoun Lübnan Cumhurbaşkanı olmuştur. Yine ortak basın açıklaması yapar gibi bu siyasi figüre her iki ülkenin güven tazelediğini görebilmekteyiz. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü John Kirby, Aoun için "Bir fırsat anıdır. Çünkü Lübnan, yıllarca bulunduğu politik çıkmazdan kurtuluyor." demiştir. Oysa bahsi edilen Michel Aoun, ABD’nin şer ekseninde yer alan İran’ın da desteklediği eski bir ordu şefi ve İran destekli Şii milis grubu olan Hizbullah'ın müttefiki olan bir siyasi partinin de başkanıdır. Sizin anlayacağınız bu açık ittifak Lübnan’da da gayet ortadadır.

Suriye sahası ise delile doymuş bir vakıadır. Suriye İran ile ABD arasında potansiyel bir işbirliğinin önünü açtı. Amerikan dışişleri bakanı, “İran’ın (Irak’ta) olumlu katkıda bulanacağı bir şey varsa görüşmeye hazırız.”[5] dedikten kısa bir süre sonra, William Burns, İranlı diplomatlarla IŞİD’in durdurulması ve Irak’ta istikrarın sağlanması konularında iki ülke arasında muhtemel işbirliğini konuştuklarını söylemesi ilerleyen günlerde daha da somut adımların atılacağının işareti olarak yorumlandı.

Öte yandan daha geçen hafta yeni seçilen Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin sözde “Tramp’a sert çıktı.” diye medyada yankı bulan sözleri bile “ABD ile gelecekte işbirliğine hazırız” mesajları içermekteydi. Şöyle diyor: “Ortadoğu'da İran'ın yardımı olmadan istikrarın imkânsız.”

Tüm bu demeçler ve açık somut deliller İran’ın İslam ümmeti için “Güvenilmez korku ülkesi” olarak ilan edilmesinin zaruretini göstermektedir. Suriye vakıasında da görüldüğü gibi İran devleti İslam ümmeti için bir kurtarıcı değildir. Olsa olsa tefrika ateşine yakıt taşıyan bir ajan devlettir.

İran seçimlerinin detayları ve arka planı

Öncelikle İran’ı değerlendirirken, Humeyni iktidarıyla beraber geliştirilen velayet-i fakih kuramı ile beraber değerlendirmek en makul yaklaşım olacaktır. Humeyni’nin Sünni inanışa ters bir durum olsa da masum imamın henüz gelmediği, bu çerçevede “yerine iktidarı elinde bulunduracak bir yardımcı -gelişini kolaylaştıracak- hızlandıracak bir naib atanması gerekir.” tezinden yola çıkılarak ortaya atılmış bir kuramdır. Oysa Şii inanışında, akaidi bağlamda bu kuramın yeri yoktur.

İşte o gün bugündür İran Humeyni tarafından atanmış Ruhani lider (Naib veya Velayet-i fakih) tarafından fiili olarak yönetilmektedir. Ne muhafazakâr partilerden ne de reformist partilerden söz edilmesi bu temel dış siyaset gerçeğini değiştirmemektedir. Dış siyaset dememin sebebi bu ayrımın sadece iç siyasette belirleyici olduğu ve halkın hassasiyetlerini ve algılarını yönetilmesi için İran derin devleti -uşak devletin siyasi erkleri- tarafından pazarlanan sanal siyasi sürecin bir parçası olmasıdır.

İran’da seçimden kim galip gelirse gelsin muhafazakârlar diye tabir edilen 12 kişilik muhafızlar konseyi tarafından sınırları, faaliyet programları ve dış siyasetinin ana unsurları çizilmekte ve belirlenmektedir. Bu konseyin de yarısını şu anki dini lider -naib- Seyyit Ali Hamaney belirlemektedir. Aynı zamanda sayıları 90 kişiye yakın “Uzmanlar Meclisi” denen bir meclis de ihdas edilmiştir ki bu meclis bizdeki “Devlet Denetleme Kurumu” gibi bir işleve sahiptir. Hâl böyle olunca sayıları 300’e yaklaşan bir meclis aritmetiğinde yine de tüm fiili yetki dini liderde kalacaktır.

Dolayısıyla İran’da her seçim öncesi yapılan “Kim kazanacak, reformistler mi yoksa gelenekçiler mi?” tarzı söylemler asıl oyun kurucuların varlığı ve gerçekliğini değiştirmeyecektir. Her seçim döneminde kazanan cumhurbaşkanlarının gelenekçi-muhafazakâr veya reformist olmaları dış politikanın oyun kurucularının amellerini yansıtmanın dışına çıkamayacaktır. Böyle de olmuştur. Dolayısıyla onların söylemleri dini liderin yansıması ve politik icraatlarıdır. Bu icraatlar incelendiğinde görülecektir ki Şah Rıza Pehlevi döneminde İngiliz yanlısı bir çerçeveyi yansıtırken, Humeyni dönemi ve sonrasında ise ABD yanlısı bir süreç gelişmiştir. Suriye kıyamı öncesine kadar gizli ittifak şeklinde teokratik cumhuriyet ekseninde iken Suriye kıyamı sonrası ise şeffaf ve görünür bağlar kurulmuş ve ABD ile açıktan ittifak sürecine girilmiştir.

Sonuç olarak Hasan Ruhani’nin tekrar seçilmesinen dış politikada ABD memnun olacaktır. Sonuçta vitrinde reformist bir şahsın olması ABD ile hâlihazırda devam eden projelerin sekteye uğramaması için önemlidir. Gerek Astana görüşmelerinde alınan askeri ve güvenlik anlaşmaları, gerek ABD ve Rusya ile olan ikili ilişkilerin seyri ve Irak’ın geleceği konularının henüz masada duruyor olması Ruhani’nin seçilmesinde kilit rol oynamıştır.


[1] İran Cumhurbaşkanı Ahmed-i Nejat 2008 The Newyork Times demeci

[2] https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201606291023630707-iran-abd-rafsancani-afganistan-irak/ 2016

[3] Meclis konuşması- Sputniknews- 2015

[4] Muhammed Hatemi- 2010

[5] John Kerry, 16 Haziran’da verdiği bir mülakat.