Ümmet-i Muhammed sahip olduğu inancını olması gerektiği şekilde muhafaza etmediği sürece yapılan ihanetleri göremeyecektir. İhanetleri göremeyen bir toplum ise ümmet şuuruna sahip olamayacak. Ümmet şuurundan yoksun olan toplum ise esaretten, zilletten kurtulamayacak. Ümmet şuurunun esasını teşkil eden yegâne esas ise İslâm inancını katıksız bir şekilde özümsemek ve idrak etmekten geçiyor. Yani her şeyi yaratan Rabbimizin emirlerini sadece camiye, Ramazan ayına veya hac organizasyonuna hasretmeyip özellikle hayatımıza yön veren ceza hukuku, eğitim ve ekonomiye dair hususlarda da hatırlayıp bütün hükümlerine hayatın her alanında itaat etmekle olur. Rabbimizin kudretine, dara düştüğümüzde değil, rahat zamanlarımızda da koşulsuz güvenmekle olur. Allah Celle Celâlehu’yu sadece şahsi meselelerde değil, bilakis toplumu ilgilendiren her türlü konuda da hâkim bilmekle mümkün olur. Hülasa Allah Celle Celâlehu’ya inancımız, günümüzün maalesef Batı menşeili hocalarının iddia ettiği gibi kalbe hapsedilmiş ve “sağ yanağına vurulduğunda sol yanağını göster” şeklinde, dört bir yanımızda kan gövdeyi götürdüğü halde her şey tozpembeymiş gibi hareket edildiği sürece, ne gözyaşı ne de zillet bitecek. Allah Celle Celâlehu Kur’an-ı Kerimi’nde şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ اللّهَ لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلاَ مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُم مِّن دُونِهِ مِن وَالٍ
“Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.”[1]
Toplumun değişmesi için Rasulullah’ın izlemiş olduğu yolun biz Müslümanların kesinlikle tartışmasız olarak kabul görmesi gereken yol olması gerekiyor. Rasulullah’ın yolu, bundan takriben 1400 küsur yıl önce ortaya konulduğunda bu, ölçü ve kurallar açısından bulunduğu zamanın ve mekânın ötesinde bir metot olarak ortaya konuldu. Neticede Rasulullah’ın din ile alakalı yapmış olduğu hususlar salt ona ait hususlar değildi. Bilakis bunlar; geçmişi, geleceği, insanın en ücra noktada bulunan hücresinin içinde olan kodları, sayısını bilemediğimiz kar tanesinin şekil ve sayısını, damlacıklarının hızı gibi akla gelebilecek her şeyi bilen Rabbimiz tarafından bilgilendirilmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
“O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O, kendisine indirilmiş vahiyden başka bir şey değildir.”[2]
Dolayısıyla toplum, Rasulullah’ın döneminde de yaşamış olduğu hayat kurallarına göre hayatına yön veriyordu. Güçlü olduğunu düşündüğü kişilere bağlanıyor ve ona sığınıyordu. Anlık ve gözle görebildiği ve fıtrî olan meselelerle yetiniyor ve basiretten yoksun bir şekilde adeta duvarın ardındakini göremiyordu. Onun için Rasulullah’ın sözlerini hayal gibi görüyorlardı ve tabii ki o anlık hayatları için Rasulullah’ın davetini adeta intihar olarak algılıyorlardı. Rasulullah’ın sahabesinin fazla olmadığı yani risaletin başlangıcında yaşanan şu hadise bunu çok net ortaya koyuyor:
“Afif el-Kindi’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ben ticaretle uğraşan bir kişi idim. Hac günlerinde Mekke’ye vardım ve gidip Abbas’ı gördüm. Onun yanında oturmakta iken bir adam çıkıp Kâbe’ye doğru yönelerek namaz kılmaya başladı. Arkasından bir kadın daha çıkıp onunla birlikte namaz kıldı. Derken bir çocuk daha çıkarak onunla beraber namaz kılmaya başladı. Bunu görünce ben, “Ya Abbas! Bu yeni dinde ne oluyor?” diye sorunca bana şöyle dedi: “Bu, kardeşimin oğlu, Muhammed b. Abdullah‘tır. Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini, Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethinin kendisine müyesser kılınacağını ileri sürüyor. Bu da onun eşi Hatice’dir ve ona iman etmiştir. Bu genç ise Ali b. Ebî Talib olup o da ona iman etmiştir. Allah’a yemin ederim, yeryüzünde bu din üzere bu üçünden başka kimseyi tanımıyorum.”[3]
Yine bunun ile alakalı başka bir hadis-i şerifte ise şunlar zikredilmiştir:
“Kisrâ (İran kralı) helâk olmuş, ölmüştür (kesinlikle helâk olacak, yok olacaktır). Ondan sonra kisrâ yoktur. Kayser (Bizans kralı) helâk olursa, ondan sonra da kayser yoktur. Nefsim yedinde olan Allah’a yemin ederim ki, size onların hazineleri mutlaka Allah yolunda verilecektir.”[4]
Rasulullah’ın amcası Ebu Talip ölüm döşeğinde iken müşrikler yanına gelip ondan yeğeninin, kendi ilahlarına sövmemesi ve atalarını akılsızlıkla itham etmemesi karşılığında, Muhammed’i dini ile baş başa bırakmayı teklif etmesini kendisinden istemişler o da bu teklifi Muhammed (s.a.v.)’e söylediğinde Efendimiz, Ebu Talip’e şöyle cevap vermiştir:
“Amcacığım, peki ya ben onları bundan daha hayırlı bir söze çağırırsam nasıl olur? Onlar bu sözü söyleyecek olurlarsa, tüm Araplar, onlara boyun eğecek, Arap olmayanların da her şeylerini ellerine geçireceklerdir.”[5]
İşte bu duruş yani zalimin yapmış oluğu zulme sessiz kalmamak ve ikiyüzlü hareket etmemek, ihanetlerini açıkça ifa eden bir yöneticiyi hiç korkmadan ve endişelenmeden eleştirebilmek anlamına gelmektedir. Müslümanların en azılı düşmanlarını güler yüzle karşılamak, onlarla hasbihal etmek gibi zelil bir davranışı sergileyen yöneticileri çok ağır bir şekilde eleştirebilmek ve muhasebe edebilmek anlamına gelmektedir. Yani anlık ve gözle görülen sahte başarılara kanarak gerçek başarıyı görememek yerine yalnız Rabbimizin bize göstermiş olduğu yolu izleyerek başarıyı elde edebileceğimizi bilmektir.
Bugün Müslümanlar, yıllardır kandırıldıkları Batı zihniyetli yöneticilerden bıktıklarından ve hafif bir kıpırdamada başlarını ezmek için kâfir Batı ve bölgedeki uşaklarının en şiddetli zulmüne maruz kaldıklarından, herhangi bir İslâmi söylem ve eylem onları umutlandırmaktadır. Hâlbuki bu küçük adımlar çoğunlukla onların büyük ihanetleri görmelerine engel olmaktadır. Âdeta körleşmiş bir durumdadırlar. Hatta zamanla bu küçük ve basit bazı İslâmi söylem ve eylemler, bazı İslâmi kesimleri uyutmuş ve mankurtlaşmasına sebep olmuştur. Müslümanların gözünün içine baka baka yapılan katliam ve ihanetlerine rağmen kimi İslâmi gerekçelerle o zelil yöneticileri destekleyebilmektedir. İşte bu durum değişmediği sürece ve toplum İslâmi olmayan duruşu İslâmi zannettiği sürece Rabbimizin nusreti gelmeyecek. En doğrusunu Allah bilir…
[1] Rad 11
[2] Necm: 3-4
[3] İbnü‘l-Esir, c.4, 63
[4] Müslim, Fiten 75, 76, 77 h. no: 2918, 2919, Buhârî, Menâkıb 25, İman 3; Tecrîd-i Sarih Terc. C. 8, s. 391; Tirmizî, Fiten 41; Ahmed bin Hanbel, 2/233, 312, 467, 501, 5/24, 92, 99
[5] İbn Esir, c.1, s.588, İbn İshak, s.220, İbn Hişam, c.2, s.73