Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yargı söylenenlerin aksine her daim bağımlı ve taraflı olmuştur. İstiklal mahkemeleri Türkiye Cumhuriyeti yargı serüveninin ilk faciası konumundadır. Bu facianın yol açtığı travmalar tarif edilemez boyutlara ulaşmıştır. Sadece şapka giymediği için sokaklarda tehşir edilerek asılan Müslümanların isimleri İstiklal Mahkemelerinin kanlı sicil defterinde kayıtlıdır.
Esasında yakın tarih İstiklal Mahkemelerinin ruhunun hiç ölmediğini ve yargı üzerindeki varlığını sürdürdüğünü göstermektedir. Nitekim İstiklal Mahkemelerinin devamı niteliğindeki Kemalist yargının uygulamaları Müslümanlar nazarında kanıksanmıştır. İslami çalışmalarından ötürü gözaltına alınan Müslümanlar Kemalist yargının karşısına çıktığında hiçbir suçu olmamış olsa bile İslami kimliğinden ötürü cezalandırılacağını bilir. Şimdilerde ise Kemalist yargı ile en azından İslami hareketlere karşı paralel bir tavır takınan Paralel Yargı ile karşı karşıyayız.
İşte Hizb-ut Tahrir yargılanmaları, hem Kemalist hem de Paralel Yargının hukuksuz uygulamalarını ve taraflı kararlarını ortaya koyan en çarpıcı yargılamalardır. Türkiye'deki Hizb-ut Tahrir yargılamalarının kısa öyküsü bu gerçeği ifşa etmek için kâfidir.
Türkiye Hizb-ut Tahrir’in ismini ilk kez altmışlı yılların sonlarına doğru duymuştur. Bu dönemde çıkardığı beyanları Hükümet yetkililerine postalaması ve camilerde dağıtması büyük yankı uyandırmış ve zamanın hükümet yetkililerin ve kamuoyunun dikkatini çekmişti. Kuşkusuz zamanın Türkiye’deki İslam algısının çok ötesinde fikirlere sahip olması dağıtılan beyanların etkisini büyük ölçüde arttırmıştır. Tarikatlardan kalma geleneksel ve daha çok örfi bir İslam anlayışına sahip olan Türkiyeli Müslümanlar için İslam Devleti, Hilafet, Tağut, Kelime-i Tevhid gibi kavramlar gerçekten ilgi çeken kavramlardı.
Ürdün’den üniversite okumak için Türkiye’ye gelen bazı gençler vasıtasıyla Hizb-ut Tahrir’in fikirleri Türkiyeli Müslümanlara ulaştı. ODTÜ Elektirik Bölümünü bitiren ve aynı üniversitede asitan olarak devam eden Enan Ali Handan, Hizb-ut Tahrir’in Türkiye yapılanması açısından önemli bir isimdir. Handan, Hukuk Fakültesinde öğrenci olan Ercüment Özkan ile birlikte 1965-1968 yılları arasında Türkiye gündemini oldukça meşgul etmiştir. 16 Eylül 1967 tarihinde yapılan tutuklamalar neticesinde Enan Ali Hamdan, Cevat el Haruf ve Ercüment Özkan “Devletin Sosyal, Ekonomik, Siyasi ve Hukuki temel nizamlarını dini esas ve inançlara uydurmak amacı ile cemiyet tesis, teşkil, sevk ve idare etmek" suçlamasıyla Türk Ceza Kanununun 163/1 maddesine göre haklarında dava açılmış ve mahkûm olmuşlardır.
Davanın gerekçeli kararının E bendinde zikredilen hususlar dönemin hâkimlerinin nasıl bir fikri yapıya sahip olduklarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir:
"T.C.K.nun 163. Maddesindeki unsurlara ilaveten Hizbu’t Tahrir Cemiyetinin ulaşmak istediği İslam ideolojinde milliyetçilik ve vatan bağlarına yer verilmeyip bu mefhumlar yerine İslam akidesi ve Arap lisanı ile Arap kültürü hakim kılınmak istendiğinden kurulması öngörülen İslam devleti nizamında Türk Milliyetçiliği, Türk Kültürü ve lisanı ile Türk Devletinin hükümranlığını yok edici ve Türkiye’yi Arap ideolojini tahakkuk ettirecek İslam devletinin bir ili derecesine düşürmek fikri saklı bulunduğundan ve bu kabil ceryanların toplumda gelişme istidadı göstermeye başladığı gözönünde bulundurularak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası Nizamının milletçe ve Türk Mülleti adına görev yapan müesseselerce korunması zorunlu bulunduğundan; bu nedenlerle Türk Ulusu adına hüküm vermeğe yetkili mahkememizce de cezası aşağıda isimleri sanıklar hakkında ibreti müessire olacak bir nitelikte bulunmasına lüzum ve zaruret olduğu kanaatına varıldığından…Annan Muhd Ali Hamdan’ın kendilerine ceza verilse bile bu cezayı çektikten sonra yine bu uğurda çalışacaklarını bildirmesi, sanık Cevat El Haruf’un “Bugünkü rejim Müslümanlara işkence etmektedir. Müslümanları küfür rejimine ve sizin elinize ihbar edip teslim edemem. Müslümanları tutuklamak Kur’an’ı tutuklamaktır” Ercüment Özkan’ın “Yüz seneye mahkum olsam dahi çıkınca bu uğurda çalışırım” tarzındaki sözleri… haklarında verilecek ceza için teşdit sebebi olarak kabul edilmişir."
Bu gerekçelerle Annan Ali Hamdan’a 163/1 maddeden 5 yıl Ağır hapis ve 3 yıl Tunceli merkezde mecburi ikamet, Cevat El Haruf’a aynı maddeden 5 yıl ağır hapis ve 3 sene Ağrı merkezde mecburi ikamete, Ercüment Özkan’a aynı maddeden 4 yıl ağır hapis ve 2 sene Bingöl merkezde mecburi ikametine karar verildi.
Gerekçeli kararda verilen cezaya gösterilen gerekçede de açık bir şekilde görüldüğü gibi Türk milliyetçiliği vurgusu zamanın hakim fikridir. Toplumdan bir parça olan hakimler de her zaman topluma hakim fikirlerin etkisinde kalarak karar vermişlerdir. Nitekim hafızalardan silinmeyen Sivas Davası'nda da benzer şekilde bir karar verilmiş kararı veren mahkemenin başkanı Orhan Karadeniz verdikleri kararın yanlış olduğunu ancak Yargıtay tarafından baskı neticesinde böyle bir karar vermek zorunda kaldıklarını ikrar etmiştir.
1968 yılındaki bu yargılanmalarda T.C.K’nun 163/1-2 maddeleri uyarınca cezalar verilmiştir ki bu cezaların en fazlası 5 yıldır ve yönetici konumundaki kişilere verilmiştir.
1980 askeri darbesinden sonra yeni bir tutuklama dalgası gerçekleşmiş ve aralarında üniversite öğrencilerinin de bulunduğu çok sayıda Müslüman Hizb-ut Tahrir üyesi/yöneticisi olma suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
19.02.1982 tarihinde Sıkı Yönetim Komutanlığı 2 Numaralı Askeri Mahkemesinde görülen Hizb-ut Tahrir davasında: “Laikliğe aykırı olarak devletin içtimai, iktisadi, siyasi ve hukuki temel nizamlarını dini esas ve inançlara uydurmak amacı ile merkezi Ürdün’de bulunan ve Türkiye’de faaliyet gösterdiği anlaşılan Hizb-ut Tahrir (İslam Kurtuluş Partisi) isimli cemiyete üye oldukları sabit görüldüğünden eylemlerine uyan TCK.nun 163/2nci maddesi uyarınca ayrı ayrı ALTIŞAR AY SÜRE İLE HAPİS CEZASI İLE CEZALANDIRILMALARINA oy birliğiyle karar verilmiştir.” denilerek hükme bağlanmıştır.
Bu dava da suça delil olarak kitaplar ve beyannameler gösterilmiştir.
12/04/1991 tarihinde demokratikleşme adına 141, 142, 163. Maddeler kaldırılmış ve bunların yerine bugün dahi tartışmalara ve şiddetli eleştirilere konu olan Terörle Mücadele Kanunu kabul edilmiştir.
Böylece Hizb-ut Tahrir üyeleri Terörle Mücadele Kanunun 7. Maddesiyle yargılanmaya başlamıştır. Bu madde şöyledir:
***"***3 ve 4 üncü maddelerle Türk Ceza Kanununun 168, 169, 171, 313, 314 ve 315 inci maddeleri hükümleri saklı kalmak kaydıyla bu Kanunun 1 inci maddesinin kapsamına giren örgütleri her ne nam altında olursa olsun kuranlar veya bunların faaliyetlerini düzenleyenler veya yönetenler beş yıldan on yıla kadar ağır hapis ve ikiyüzmilyon liradan beşyüzmilyon liraya kadar adli para cezası, bu örgütlere girenler üç yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve yüzmilyon liradan üçyüzmilyon liraya kadar adli para cezası ile cezalandırılırlar."
2000 yılındaki tutuklamalar neticesinde Hizb-ut Tahrir üyeleri Terörle Mücadele Kanunu ile tanışırlar. Bu yıllarda yüzlerce Hizb-ut Tahrir üyesi TMK ile "Silahsız Terör Örgütü" olarak yargılanmış ve yöneticilerine 5 yıl üyelerine 3 yıl ceza verilmiştir. Bu yargılanmalarda ki uydurulan gerekçe "Manevi Cebir"dir.
2002 yılında “İleri Demokrasi” sloganıyla iktidara gelen AK Parti, Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bir dizi değişikliğe gitmiştir. 30/07/2003 tarihinde Terörle Mücadele Kanunundaki terör tanımı değiştirilmiş ve bir örgütün terör örgütü olabilmesi için cebir ve şiddete başvurması şart koşulmuştur.
Terör tanımında ve TMK’da yapılan değişiklikler neticesinde Hizb-ut Tahrir yargılanmaları bir belirsizlik ile karşı karşıya kalmıştır. Zira cebir ve şiddeti benimsemeyen ve bu hakikatı Emniyet Genel Müdürlüğü'nün hazırlamış olduğu raporlarında da teyit ettiği Hizb-ut Tahrir üyelerini yargılayacak ceza maddesi ortadan kalkmıştır. Nitekim Ankara 1 Nolu DGM'sinin 2003/60 esas numaralı dava dosyasında şu şekilde bir karar verilmiştir.
"Dz.1344'de bulunan Emniyet Genel Müdürlüğü'nün yazısında Hizb-ut Tahrir örgütünün ülke içerisindeki eylemlerinin gönderildiği, bunların cebir ve şiddete dayalı eylemler olmadığı, bildiri dağıtma, pullama, zekat fitre toplama, propaganda niteliğinde olduğu anlaşılmıştır.
4928 S.Y ile değişik 3713 S.Y'nın 1. Maddesindeki terör tanımı; Terör: cebir ve şiddet kullanarak baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biri ile anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek... amacı ile kurulan oluşumların örgüt olarak kabul edildiği, sanıkların bu madde kapsamında bir örgüt kurmadıkları, cebir ve şiddete dayalı eylemlerinin bulunmadığı bu nedenle yaptıkları bildiri dağıtma, kuşlama, pullama gibi eylemlerinin cebir, şiddet, baskı, yıldırma, sindirme, tehdit yönetmeleri kullanılmadığı için suçun unsurları olduşmadığından sanıkların müsnet suçtan beraatlerine karar verilmesi...
Hüküm: Sanıklara isnat edilen suçun unsurlarının oluşmadığı anlaşılıdığından müsnet suçtan ayrı ayrı Beraatlerine... oy birliğiyle karar verilmiştir."
Peş peşe gelen beraat kararlarıyla cezaevlerinde bulunan pekçok Hizb-ut Tahrir üyesi serbest bırakılmıştır ki bunların arasında Yargıtay'ın cezalarını onayladığı hükümlü konumundaki Hizb-ut Tahrir üyeleri de mevcuttur.
Bu doğru uygulamanın ömrü uzun sürmemiş devreye devleti koruma refleksi girerek bu boşluğu kanunla olmasa bile Yargıtay kararıyla doldurmuştur. Kanunen suç kabul edilmeyen faaliyetler Yargıtay kararıyla suç kapsamına alınmıştır. 2003 yılında Adana 2 Nolu DGM'sinde açılan bir dava sonucunda da beraat kararı verilmiş, savcılık itirazı sonucunda Yargıtay'a giden dosya 9. Ceza Dairesinin yaptığı bir içtihatla kanuna aykırı olarak 19.4.2004 tarihinde bozulmuştur. Bu tarihten itibaren Hizb-ut Tahrir davalarında yeniden cezalar verilmeye başlanmıştır.
Yine "İleri Demokrasi" şiarı çerçevesinde Devlet Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış ve bunların yerine Özel Yetkili Mahkemeler kurulmuştur. Ankara 1 Nolu DGM yerine kurulan 11. Ağır Ceza Mahkemesi 2003 yılındaki kararıyla çelişen şok bir karara imza atmış ve Hizb-ut Tahrir davasında ceza yağdırmıştır. 2005/52 esas nolu dava dosyasında:
"...Ancak örgüt bugüne kadar herhangi bir şiddet eyleminde bulunmamış ve amacında şiddeti öngörmediği belirlenmiş ise de, Türkiye Cumhuriyetinin anayasal rejiminin yıkılması ve yerine şeriat esaslarında dayalı bir devlet kurulması amaçlandığına göre bu amaç zaten kendi içerisinde şiddeti öngörmektedir. Zira Türkiye Cumhuriyeti rejiminin demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün değildir. Bunun için mutlaka şiddete başvurması gereklidir. Bu nedenle Hizb-ut Tahrir örgütü 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasası kapsamında bir terör örgütü kabul edilmiştir." denilerek sanıklar 3 yıl hapis ve 4.400 YTL adli para cezası ile cezalandırmıştır.
29.06.2006 tarihinde Terörle Mücadele Kanununda yeni bir değişikliğe gidilmiş Hizb-ut Tahrir üyelerinin yargılandığı 7. Madde değiştirilmiştir.
Madde 7– (Değişik: 29/6/2006-5532/6 md.)
"Cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1 inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır."
TCK 314. Madde ise örgüt üyeliği cezası 5 ila 10 yıla arası, örgüt yöneticiliği ise 10 ila 15 yıl arası hapis cezasını öngörmektedir. TMK 5. Maddesine göre cezalar yarı oranında artırıldığı göz önünde bulundurularak gerçek cezaların örgüt üyeleri için 7.5 yıl, örgüt yöneticileri için 15 yıl olduğu dikkate alınmalıdır.
Hiçbir cebir ve şiddet eylemine karışmamış Hizb-ut Tahrir üyeleri, 2006 yılından itibaren bombalı, silahlı, molotof kokteyli kanlı eylem yapan terör örgüt üyeleriyle aynı cezaya çarptırılmaya başlamıştır.
Bu faciaya yol açan karara imza atan 9. Ceza Dairesinin o zamanki üyleri girişte bahettiğimiz Kemalist yargı mensuplarıdır ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları bilinen bir gerçektir. Ancak yasal ve anayasal bir takım düzenlemelerden sonra Yargıtay'a 160 yeni üye atanmış ve bu atanan üyelerin neredeyse tamamı "Paralel Yargı"dan seçilmiştir. 9. Ceza Dairesinde de değişiklikler olmuş ve artık Paralel Yargının eline geçmiştir. Parelel Yargı Hizb-ut Tahrir davalarında Kemalist Yargı ile paralel hareket etmiş ve yaşanan hukuksuzlukları durduracağına devam ettirmiştir. Bugün itibariyle Hizb-ut Tahrir yargılanmalarında kesilen cezalara onama veren zihniyet paralel zihniyettir ve İslam düşmanı Kemalist zihniyetten hiçbir farkı yoktur.
Hizb-ut Tahrir yargılanmalarında verilen cezalara gerekçe olarak öne sürülen tezlerin tarihi süreçleri de oldukça ilgi çekicidir.
1968: Türk kültürünü ortadan kaldırmaya çalışıyorlar...
2000: Manevi Cebir yapıyorlar...
2005: Türkiye Cumhuriyeti demokratik yollar ile halkın desteğini ve sempatisini kazanarak yıkılması mümkün değildir. Bunun için bir gün mutlaka şiddete başvuracaklar...
2008: Raşid-i Hilafet Devleti kurulduktan sonra Hristiyanlarla savaşacaklar.
Aynı şekilde Hizb-ut Tahrir üyelerine verilen cezaların tarihi serüveni "ileri demokrasi" şiarının aldatmacadan ibaret olduğunu göstermektedir.
1968 : Hizb-ut Tahrir'e üye olmanın cezası 6 ay, yöneticilere 4-5 yıl.
1982: Sıkı Yönetim Askeri Mahkemesince Hizb-ut Tahrir'e üye oldukları sabit görülen Müslümanlara verilen ceza 6 ay.
2000: Hizb-ut Tahrir üyesi olmanın cezası 3 yıl, yöneticiler 5 yıl.
2006: Hizb-ut Tahrir üyesi olmanın cezası 7,5 yıl, yöneticiler 15 yıl.
Yaklaşık olarak bugüne kadar 500'den fazla Hizb-ut Tahrirli Müslüman yargı zulmüne maruz kalmış ve toplamda 1828 yıl gibi astronomik cezalar almışlardır.
Sonuç olarak şu soruların kamuoyu vicdanında cevaplandırılması gerektiğini düşünüyoruz:
1.) HT, 2003 yılından önce silahsız örgüt maddesine göre yargılanmış ve 2003 yılındaki yasal değişikliklerden sonra silahsız olduğundan dolayı üyeleri cezaevlerinden tahliye edilmişken; silahsız örgütten silahlı örgüte geçmenin koşullarının oluşması gerekmez midir? Yani HT’in cebir ve şiddet uyguladığına dair somut göstergelerin, olayların vuku bulması kaçınılmazdır. Nedir bu somut göstergeler ve olaylar?
2.) Şayet 2003 yılından önce de HT silahlı örgüt kapsamında ise niçin yerel mahkemeler silahsız örgüt hükmünde değerlendirdi? Yargıtay niçin bu kararları onayladı? Yargıtay’ın bu kararları onaması HT’nin esasta silahsız, cebir ve şiddete başvurmadığının hukuken kanıtı değil midir?
3.) HT’in şu andaki faaliyetleri terör olarak nitelendiriliyorsa terör kapsamından çıkması için şu anda yaptıklarından hangisinden vazgeçmesi lazım? Silahlı örgütlere "silahı elinizden bırakın siyasete dâhil olun" diye çağrılar yapılırken HT’e nasıl bir çağrı yapılması gerekir? Eline hiçbir zaman silah almamış bir örgüte silahı bırak çağrısı yapmanın Türkçedeki karşılığı “anlamsızlık” değil midir?
4.) Belki de en önemli soru şudur: Bu hukuksuzluk ve adaletsizlik ne zamana kadar devam edecek? Ne zamana kadar masum insanlar terörist muamelesi görecek? Kim bu zulümlere tepki gösterip artık bir son verecek?