OdaTV’den Aydın Tonga’ya cevabımdır:
Hayali Olmayanlar Geleceği Kaybeder. Siz de Kaybedeceksiniz!
Bir kişi çıkıp “Hilâfeti de bi konuşsak mı ne?” dediğinde kızılca kıyamet kopuyor. “Vay efendim bu devirde Hilâfet mi olur!” “Ülkeyi bin yıl geriye mi götürmek istiyorsunuz!” ve bunun gibi türlü türlü zırvalar… Hilâfet’in ne olduğunu bilmeden yapılan bu yorumların tamamı robotik kodlama ürünüdür. Yani arkadaşlar, bunlar kendilerine verilen ezberletilmiş fikirleri savunmaktan da acizdirler. Onların tek bildiği yine ezberletilmiş savunma mekanizmalarıdır. Bu savunma mekanizmalarında ilk tepki saldırıdır! Karşı tarafı dinleme nezaketi zaten hak getire! Demokrasinin hemfikirlere değil karşıt fikirlere saygı olduğundan dahi habersizler. Ya da habersiz gibi davranıyorlar. Velhasıl sığ tartışmalar gırla giderken bir elin parmaklarını aşmayacak sayıda ne konuştuğunu bilen kişilere de rastlamıyoruz değil. “Ne konuştuğunu bilen” derken “doğru söylüyorlar” demiyorum elbet. En azından sahip olduğu fikirleri savunacak bir kültüre sahipler. İşte onlardan Oda TV’den Aydın Tonga “Halife gelirse ne olacak?” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Hatırlarsanız birkaç defa Sayın Tonga ile belirli konular üzerinde karşılıklı yazışmalarımız olmuştu. Bu yazışmalarda daha çok temel bakış açıları üzerinde durmuştum. Aynı şeyleri tekrar etmekten ziyade Sayın Tonga’nın ithamlarına cevaplar vermenin daha uygun olduğu kanaatindeyim.
Sayın Tonga şöyle başlamış makalesine:
“Diyanet’in yayınladığı İslâm Ansiklopedisi’ne göre İslâm Peygamberi’nden sonraki devlet başkanlığını ifade eder Hilâfet. Bu halde Halife de adı üzerinde devlet başkanıdır, lideridir; İslâm Devleti adına memleketi yönetiyorsa bir yerde ‘dini temsil’ ettiğini de iddia edebilir. Nitekim tarihin erken dönemlerinden beri bu iddia da yüksek sesle söylenmiştir. Misal Muaviye halifeliğini bu iddia ile duyurur; ‘Ben aynı zamanda Allah’ın halifesiyim’ der. Ve buradan aldığı güçle oğlu Yezid’i de kendisinden sonra yerine geçecek Halife olarak tayin eder. Allah’ın halifesine kim karşı çıkabilir değil mi!?”
Sayın Tonga! Hilâfet’in ilahi değil beşerî bir sistem olduğunu defalarca tekrar ettik ve yine tekrar ediyoruz. Ancak sizi sahip olduğumuz İslâmi kimlikle ikna etmenin imkânsız olduğunu geçmiş yazılarınızdan biliyorum. Bu nedenle size sözüne güveneceğiniz bir kişiden alıntı yaparak cevap vereceğim. İngiliz tarihçi Thomas W. Arnold tam da Hilâfet’in kaldırıldığı yıl yayınlanan “The Caliphate” adlı eserinde Roma İmparatorluğu ile Hilâfet’i kıyaslarken şöyle demektedir: “Halife, dünyevi ve dinî yetkiyi kendisinde toplamış siyasi bir hükümrandır. Dinî vazifesi dini korumaktır. Dinin koruyucusu olması itibarı ile kâfirlere karşı harp açma, dine karşı ayaklananları cezalandırma, namazda halka imamlık etme ve Cuma hutbesi okuma yetkisine sahiptir. Hâlbuki Papa’nın durumu böyle değildir. Zira o, günahkârların günahlarını bağışlama gücüne sahip en büyük rahip sayılır.” Gördünüz mü? İngiliz müsteşrik Thomas Arnold bile halifenin ruhani bir yönünün bulunmadığını söylemiş. Thomas Arnold dahi sizin bu iddianızı mesnetsiz bulurken biz daha ne diyelim.
“İngiliz tarihçinin görüşleri bizi bağlamaz” diyebilirsiniz. O zaman size Ebu Bekir RadiyAllahu Anh’tan örnek getirelim. Ebu Bekir RadiyAllahu Anh halife seçildiğinde bir takım insanlar ona “Allah’ın halifesi” dediklerinde şöyle cevap verdi: “Hayır! Ben Allah’ın halifesi değilim. Ben Allah Rasulü’nün halifesiyim!” Nitekim ilk dört halifenin hiçbirine “Allah’ın halifesi” şeklinde hitap edilmemiştir. İslâm’ın geniş coğrafyalara yayılması ve büyük kitleleri etkilemesinden sonra bir takım insanlar dalkavukluk olsun diye bazı halifelere “Allah’ın halifesi” şeklinde hitap etmiştir ki Osmanlı halifelerinde de bu tabir zaman zaman kullanılmıştır. Ancak bu, sadece hitap şeklinde kalmıştır. İlk halifeden son halifeye kadar hiç kimse kendisini yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak görmemiş bilakis Allah’ın kulu olarak görmüştür. Dolayısıyla Sayın Tonga, 1400 yıllık İslâm tarihinde hiçbir şekilde yaşanmamış bir olayı “Allah’ın halifesine kim karşı çıkabilir değil mi!?” diyerek ajite etmeye çalışmak doğru bir yaklaşım olmamış. Size yakışmadı!
Hilâfet’in Muaviye’den sonra babadan oğula geçme meselesine gelince; sorun babadan oğula geçip geçmeme meselesi değildir. Sorun Hilâfet’in ehil kişilerin eline geçip geçmediği meselesidir. Seçilen kişi halife olma şartlarına uygun ise, Ehl-i Hâl ve’l-Akd tarafından kabul edilmiş ise babasının da halife olması bir anlam ifade etmez. Nitekim İngiliz Kraliyet ailesi yüzyıllardır İngiltere’yi yönetmiyor mu? Hanedanlığa karşısınız anladık da sizin cenahın Kraliçe’ye sesinin çıktığını nedense hiç göremedik.
Devam edelim…
“İslâmi Devlet düzeninde hükümleri kim nasıl belirleyecek, bir hükmün İslâmi olup olmadığına kim, nasıl karar verecektir, bilemiyoruz. Öte yandan şunu biliyoruz ki bu kanunlar daha önce, hem de mezhepler tarafından 'fıkıh' başlığı altında karşımıza çıkarıldı. Bahse konu bu İslâmi hükümlere göre namaz kılmayan çocuk dövülebilirdi, tıpkı kocasına karşı çıkan kadının dövüldüğü gibi. Namaz kılmamanın hükmü ise büyüdükçe değişiyordu. O kadar ki üç mezhebe göre namaz kılmayan öldürülebilirdi. Benzer biçimde dinden dönenler de idam cezasıyla karşı karşıyaydı. Zina için de hüküm aynıydı; duruma göre kırbaç duruma göre idam. Kırbaçlar içki için de hazır bekliyordu. Öte yandan mezheplerin öngördüğü İslâmi devlet düzeninde ‘eşcinsellerin’ de pek yaşama şansı yoktu. Bazı mezhep âlimleri bu ‘suçun’ cezasını hakime bırakırken İmam Malik ve Hanbel gibi isimler, insanları yeniden darağacına götürüyordu.”
İslâm’da hüküm çıkartma kaynakları bellidir ki buna “edille-i şer’iyye” denir. Yani her hükmün bir delili vardır. İslâm’ın esaslarında ve birçok hükmünde ihtilaf yoktur. İhtilaflı konularda ise halifenin benimsediği görüşe itaat edilir. Böylelikle ihtilaf ortadan kalkar. Zaten bir konunun ihtilaflı olması demek delilsiz olduğu anlamına gelmez. Bilakis delili yorumlamada farklılık oluşması demektir. Dolayısıyla ihtilaflı konularda halife, bir hükmü benimsediğinde yine şer’î delile dayalı bir hükmü benimsemiş olur. Diğer Müslümanlara düşen ise halifenin benimsediği görüşe itaat etmektir.
Halife, İngiliz Kralı gibi ağzından çıkan her sözün kanun kabul edildiği kutsal bir öğe değildir. Şer’î hükümlere bağlı kaldığı müddetçe ona itaat edilir. Şer’i hükümlere muhalif uygulamalarında ise siyasi partiler ve ulema tarafından muhasebe edilir. Evet, Hilâfet Devleti’nde siyasi partiler İslâm esasına dayalı olarak kurulu olma şartıyla serbesttir. Hatta halifeyi muhasebe edecek en az bir siyasi partinin bulunması farzdır. Dolayısıyla halifenin benimsediği bir hüküm İslâm’a aykırı ise siyasi partiler, ulema hatta tebaadan bir fert, Hilâfet Devleti’nin kurumsal yapısından bir parça olan Mezalim Kadısına başvurur. Mezalim Divanı konuyu inceler ve şikâyeti haklı bulursa halifenin uygulamasını durdurur.
Cezalandırma, İslâm’ın hiçbir zaman ilk tercihi olmamıştır. İslâm ilk önce Allah sevgisi ve korkusuyla kişilerin haram işlemesini engellemeye yönelir. Sonra oluşan kamuoyu sayesinde toplumsal baskı ile fertlerin bu haramlardan uzaklaşması sağlanır. Son olarak da had ve cezalar ile fertlerin haramlara bulaşmaması sağlanır. Hatta had cezaları toplumun göreceği bir alanda uygulanır ki ibret alınsın. Bu yola yeltenenler kendisine çeki düzen versin, geri adım atsın.
Araya sıkıştırdığınız “çocuklara ve kadınlara dayak” meselesine gelince; İslâm merhamet dinidir! İslâm Peygamberi âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Hâl böyle iken İslâm’ı kadına şiddet ile ilişkilendirmek İslâm’a atılmış apaçık bir iftiradır. İslâm kadını Allah’ın emaneti olarak kabul etmişken kadınların dövülmesini istemesi sizce ne kadar tutarlıdır? Haram işlemekte ısrar eden kadın ile alakalı kocasının yapacağı uygulamalar ve sıralaması bellidir. Bu sıralamanın en sonunda ona zarar vermeyecek ölçüde kaba etlerine vurulması kadının dövülmesi midir? İslâm’ın kadını Allah’ın emaneti olarak arz ettiği tarih diliminde batının ve doğunun kadına bakış açısını bilmiyor musunuz? Hristiyanlığın önemli simalarından Aziz Sustam, Hz. Meryem dışında tüm kadınların ahlaksız, evin ve ailenin en büyük tehlikesi, yaldızlı bir musibet olduğunu söylememiş miydi? İslâm kadın ve erkeği bir elmanın yarısına benzetirken, 586 yılında Fransa’da kadının insan olup olmadığının tartışıldığı bir Konsil düzenlenmedi mi? Bu Konsil’de kadının sadece erkeğe hizmet etmek için yaratılmış olduğuna karar verilmedi mi? 15. Yüzyıl’da erkeğin karısını döverek terbiye edebileceği kutsal metinlere yazılmadı mı? Bu bağlamda Protestan mezhebinin kurucusu Martin Luther başta olmak üzere birçok kilise görevlisinin kadınlara acımasızca şiddet uyguladığını bilmiyor musunuz? 19. Yüzyıl Avrupa’sında kadının kötü ruh taşıdığına inanıldığını, cadı olarak kabul edildiğini ve yakılarak öldürüldüğünü bilmiyor musunuz? 20. Yüzyıl’da kadınların fabrikalarda karın tokluğuna 15 saat çalıştırıldığını, 21. Yüzyıl’da erkeklere teşhir ürünü olarak sunulduğunu bilmiyor musunuz? Dillere pelesenk olmuş olan “Kadın, saçı uzun aklı kısa bir varlıktır” sözünü bu topluma Müslümanların öğretmediğini bilakis Almanların en önemli düşünürlerinden Arthur Schopenhauer’in öğrettiğini bilmiyor musunuz? Elbette biliyorsunuz ama onlara bir şey demiyorsunuz. Zira sizin “savaş”ınız onlarla değil!
Sonra bir toplumu yıkan, yozlaştıran; zina, içki, kumar, faiz, rüşvet, hırsızlık değil midir? Bunların yasaklanmasına, işleyenlere ibretlik cezalar verilmesine erdemli hangi insan karşı çıkabilir? Bu fiillerin yol açtığı acılar, toplumsal yaralar gözetilerek ortaya konulmuş cezalara kim adil değil diyebilir ki? İhtiyacı olmadığı hâlde hırsızlık yapanın elinin kesilmesine hırsızlardan başka kim itiraz edebilir?
Eşcinsellerin İslâm Devleti’nde yaşama şansının olmadığını beyan etmişsiniz. Doğrudur, eşcinsellerin Hilâfet Devleti’nde yeri yoktur! Üstelik bu bizim için utanılacak, kötü bir durum değildir! Aklı başında hangi insan eşcinseller ile birlikte yaşamayı, onları “normal” kabul etmeyi içine sindirebilir? Bu sapkınlığı sindirenlerin insanlıklarını bir kez daha gözden geçirmesi gerekmez mi?
Devam edelim…
“Hizbu’t Tahrir ve diğer Müslüman örgütlerin siyasi olarak açıkladığı Hilâfet düzeninde bu ve benzeri cezalarla karşılaşıyoruz işte. Bu düzende demokrasinin, insan hakları mücadelesinin, kişisel hak ve özgürlüklerin olmayacağını söylememize bile gerek yok sanırım. ‘Allah’ın koyduğu nizam varken, demokrasi de ne oluyor derler’ size. Dahası hakkınızda ‘küfür’den soruşturma başlatılır, akıbetinizi ise hiç sormayın.”
Sayın Tonga Batı’nın ne kadar yalanı var ise o yalanları gerçek kabul etmiş gibi gözüküyor. Siz hangi insan haklarından bahsediyorsunuz Sayın Tonga! Sadece 8 ülkenin dünya halkları hakkında karar aldığı, ABD güdümündeki BM’nin 1948 yılında kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi mi? Batı’nın bilhassa da İngiltere ve ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda eğip büktüğü, istediği gibi yorumlayıp uyguladığı, menfaatleri kesiştiğinde en fanatik taraftar olduğu, işine gelmediği zaman kulaklarını tıkayıp gözlerini kapattığı insan haklarından mı bahsediyorsunuz? Bildirgenin imzalandığı 1948 yılından bu güne kadar ABD’nin, İngiltere’nin, Fransa’nın insan hakları ihlallerini yazmaya başlasak bu cürümlere ne mürekkep yeter ne de kâğıt! Hakikat böyle olmasına rağmen siz hâlâ “insan hakları” diye bir şeyin varlığına inanıyor musunuz? İnsan hakları Goerge Floyd ile birlikte boğularak öldürüldü haberiniz yok mu?
Bununla birlikte İslâm, insanı koruma altına almış ve bu korumayı Hilâfet Devleti’ne yüklemiştir. Müslim olsun gayrimüslim olsun herhangi bir ayrım yapmadan tebaadan olan her insanın nefsi, malı, şerefi, dini Hilâfet Devleti’nin koruması altındadır.
“Allah’ın koyduğu nizam var iken demokrasi de ne oluyor!?” demişsiniz. Evet, tam da sizin dediğiniz gibi diyoruz! Allah’ın koyduğu bir nizam var iken demokrasi de ne oluyor? Demokrasiye itiraz ediyoruz ve reddediyoruz. Yumuşatılmış, eğip bükülmüş, İslâm ile bağdaştırılmaya çalışılmış, seçimlere ve yöneticileri seçmeye indirgenmiş tarifinden ziyade manasına itiraz ediyoruz. Egemenliğin kayıtsız, şartsız, ön koşulsuz insana devredilmesine itiraz ediyoruz. Yeryüzünde Allah’ın değil insanın sözünün geçmesi gerektiği fikrine itiraz ediyoruz. Demokrasinin insanlara sunduğu şartsız koşulsuz, sınırsız hürriyetler fikrine itiraz ediyoruz.
Yeryüzünde Allah’ın sözü geçmeyecek de kimin sözü geçecek! Sömürgeci kapitalist güçlerin mi? Zaten Cumhuriyetin kurucu kadroları da öyle yapmadı mı? Allah’ın sözünü saf dışı edip onun yerine İsviçre’den, İtalya’dan, Almanya’dan, Fransa’dan, İngiltere’den kanunlar, nizamlar almadı mı? Sonra demokrasi, Platon’un ifadesiyle sakıncalı bir rejim ve ulaşacağı son nokta da despotizm değil midir?
Devam edelim…
“Nitekim Hizbu’t Tahrir Medya sorumlusu Mahmut Kar anılan söyleşide görüşünü ‘Hilâfet olmadan Müslümanlar rahat yüzü göremez.’ biçiminde ifade etmiş. Öyle mi peki? Hiç sanmıyorum. Bunun için yine biraz tarihe gitmek gerekiyor. İlk dönem ile başlayalım dilerseniz. Peygamber ölür, daha cenazesi kaldırılmamışken halifelik tartışmaları da başlar ve en sonunda ilk halife Ebûbekir Sıddık olur. Seçim yoktur tabi, haliyle sandık da kurulmamış, halka da sorulmamıştır. Farklı dinamik ve sebeplerden bir de Ömer b. Hattab’ın gücü ve desteği ile bu makama getirilmiştir kendisi.”
Sayın Tonga, Rasulullah’ın defin işlemleri henüz tamamlanmamışken seçkin sahabelerin halife seçmek için Beni Sakif’te toplanmaları onların defin işine önem vermedikleri anlamına gelmediği gibi iktidar mücadelesine girdikleri anlamına da gelmez. Burada iki farzın çakışması söz konusudur. Rasulullah’ın ivedilikle defnedilmesi farzı ile halife seçme farzı. Nitekim Müslümanlar halifenin seçilmesinin öncelikli farz olduğu noktasında icma etmişler ve halife seçilmeden defin işlemlerine girişmemişlerdir. Yani mesele sizin göstermeye çalıştığınız gibi iktidar mücadelesi değildir. “Anam babam sana feda olsun ya Rasulullah” diyen bu seçkin insanların Rasulullah son nefesini verir vermez iktidar mücadelesine giriştiğini söylemek gökteki yıldızlara hakaretten başka bir şey değildir.
Sonra, Beni Sakif’te toplananlar toplumun doğal liderleriydi. Halkın teveccühü ile elde edilmiş, kabilelerinin neyi ya da kimi kabul edip etmeyeceğini bilen doğal bir liderlikti. Dolayısıyla Beni Sakif’te toplananlar halkın görüşünü yansıtan bir nevi Seçici Kurul üyeleriydi. Nasıl ABD’de Seçiciler Kurulu başkanı seçiyorsa Beni Sakif’teki Ehl-i Hâl ve’l-Akd de halifeyi seçmiştir.
Bu, yöntem o zamana göre oldukça ileri bir seçim yöntemdir. Zira Müslümanlar halife seçmek için 3 gün boyunca istişare ederken batıda ve doğuda halkın ne düşündüğünün, kimi istediğinin, kimi istemediğinin hiçbir önemi yoktu.
Eğer “illa sandık olsun” diyorsanız endişenizi gidereyim. Bu gün için halife seçimi elbette seçim sandığında gerçekleşecektir. Zira küreselleşme ve kapitalizm ile birlikte Ehl-i Hâl ve’l-Akd diye bir şey kalmamıştır.
Uzun uzun anlattığınız Müslümanlar arasındaki iktidar mücadelesine, dökülen kanlara gelince;
Öncelikle ilk dönemlerde Müslümanlar arasındaki mücadele iktidar nimetlerine kimin sahip olacağı mücadelesi değildir. Aksine İslâm’a kim hizmet etmeli ki yeni Müslüman olmuş Araplar onlara sıkıntı duymaksızın bağlanıp itaat etsin mücadelesidir. Bu konu hakkında İbnu Haldun Mukaddimesi’nde geniş yer vermiştir; detaylarını merak edenler müracaat edebilir.
İslâm hızlı bir şekilde Arap Yarımadası’ndan dışa taşıp ülkeleri dolaşmaya başladığında Müslümanların sayısı birden çığ gibi büyüdü. Bu hızlı büyüme elbette beraberinde bazı sorunları da getirdi. Farklı kültür ve inançlardan gelen insanların sahip olduğu kültür ve inançlardan tam manasıyla kurtulması zaman aldı. Bu zaman zarfında fitne olayları zuhur etti, iktidar mücadeleleri baş gösterdi ve bir takım olumsuzluklar yaşandı. Ancak bu olumsuzluklar Hilâfet’in ortaya çıkarttığı olumsuzluklar değildir. Bilakis zapt edilmemiş insan doğasında kaynaklanan olumsuzluklardır.
Ancak bir sistemi iyi ya da kötü olarak nitelendirmek için onu tatbik edenlerin uygulamalarına değil dayandığı temel sütunlara bakmak gerekir. Hilâfet Devleti’nin temel sütunlarını oluşturan yegâne unsur İslâm’dır. İslâm, insanlığı karanlıklardan, zulümlerden kurtarmak için âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir dindir. Dolayısıyla münferit olayları tarih sayfalarından kopartıp alarak günümüze taşımak sonra da “bak Hilâfet kan ve gözyaşından başka bir şey vermemiştir” demek objektiflikten uzak bir yaklaşımdır. Madem meseleye bu şekilde bakmayı uygun görüyorsunuz o zaman ben de derim ki: Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında Türkiye’de darağaçlarında her gün yüzlerle insan sallandırılıyordu. Şapka giymediği için, muhalefet ettiği için, şu için bu için! İstiklal Mahkemeleri’nin hukukçu olmayan yargıçlarından Kel Ali, “Sadece ben 5 bin 216 kişiyi idam ettim” demişti. İstiklal Mahkemeleri’nde kaç kişinin idam edildiği hâlen muamma*.* Meclis dedikleri şey idam mangası gibiydi. “Bütün bir Konya bölgesi irticaya müsait bir bölge olduğundan gericiliğe müsait bir zemin oluşturulduğundan Konya halkının bütünüyle tutuklanmasına…” şeklinde karar alacak kadar gözü dönmüştü. Muhalefet diye bir şey yoktu. Muhalif olmanın sonu ya ölüm ya da zindanda bitiyordu. 1960 yılına kadar tek parti iktidarı vardı. Seçimler vardı ama hepsi göstermelikti. Halk sandığa gidiyordu gitmesine ama CHP adaylarından başka oy vereceği hiç kimse yoktu. Seçilen CHP’li vekiller ise köylülerin şehre alınıp alınmamasını, fakirler için düşük kalitede ekmek üretilmesini tartışıyordu. Ezanlar Türkçeleştirildi, camiler kapatıldı. 19 yıl boyunca imam yetiştirilmedi…
Şimdi size soruyorum Sayın Tonga: sadece bir kısmını zikretmekle iktifa ettiğimiz zulümlerin müsebbibi Cumhuriyet midir yoksa Cumhuriyeti yöneten bazı şahıslar mıdır? Elbette faturayı şahıslara keseceksiniz ve masumlaştırmak için “günün şartları” filan diyeceksiniz. Peki, aynı müsamahayı neden Hilâfet’e göstermiyorsunuz? Neden, bir takım münferit hadiseleri delil gösterip 1400 yıl boyunca Müslümanlara öyle ya da böyle hizmet etmiş bir kurumu karalıyorsunuz?
Hilâfet Devleti’nin temellerini oluşturan fikirleri tartışmaya açabilirsiniz. Bu fikirlerin insan fıtratına uygunluğunu masaya yatırabilirsiniz. Günümüz şartlarına ne kadar uyumlu olduğunu konuşabilirsiniz. Hilâfet Devleti’nin insanların tüm ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığını sorgulayabilirsiniz. Bunların hepsini yapabilirsiniz ama Hilâfet Devleti’ni tarihin bir diliminde yaşanmış münferit olaylar üzerinden değerlendiremezsiniz. Tıpkı Cumhuriyeti münferit hadiselerden değerlendirmediğimiz gibi.
Devam edelim…
“Tarih böyle de bugün farklı mı? İslâm ülkelerinde yaşanan iç savaşlar, isyanlar, bombalanan şehirler, lanetlenen liderler bugüne ait değil mi? Afganistan, Irak, Libya ve en son olarak Suriye’de yaşanan savaşta Müslümanlar yine birbirlerini öldürüp, birbirleri için lanet okumadı mı? IŞİD burada kurduğu ‘halifelik’ düzeni ile insanları diri diri yakıp, din adına onca insanın canına kıymadı mı? Bütün bunlar ve yaşanan tarih hepimizin bilgisi dâhilinde olduğu için bir kez Hilâfet talebi gelince dönüp hem geçmişe hem de bugünün yaralarına bakıyoruz. İslâmi örgütler görmek istemiyor ama o tarihten hala kan sızıyor bugüne ve o yara hala en ağır haliyle can yakmaya devam ediyor. Çünkü Hilâfet bir kez kurulsa da, bin kez yıkılıp, bin kez parçalanıyor. Olansa hem Müslümanlara hem de tüm insanlığa oluyor.” “Son olarak şunu açıklıkla belirtmiş olalım ki Hilâfet, Müslüman dünyanın iktidar kavgası, güç mücadelesi ve kardeşi kardeşe düşüren din siyasetidir. Tarih ve yaşananlar bundan gayrısını söylemez, hele bir kez okumaya niyet edin.”
Kuşkusuz İslâm coğrafyasının hali pürmelali içler acısıdır. Lakin günümüz İslâm coğrafyasına hükmeden ne İslâm’dır ne de Hilâfet’tir. Aksine sömürgeci kâfirlerin uşaklığı karşısında iktidar koltuğuna mıhlanmış hain yöneticiler tarafından yönetilmektedir. Bu yöneticiler halkına demir yumruk olmasını pek iyi becerirken sömürgeciler karşısında süt dökmüş kedi gibidirler. Halkların meşru taleplerini görmezlikten gelerek koltuklarına sarılmayı tercih etmişlerdir. Ülkelerini yangın yerine çeviren sömürgecilerle birlikte hareket etmeyi, onlara köle olmayı kazanç sanmışlardır. Bu yöneticiler bir bir devrildiğinde yangınlar da son bulacaktır.
Biz daha iyi bir dünya istiyoruz. Kapitalizmin pençelerinden kurtulmuş daha onurlu bir dünya! İşte böyle bir dünya için Hilâfet Devleti’nin zorunluluk olduğuna inanıyoruz. Peki, siz ne istiyorsunuz? Mevcut hâlinizden memnun musunuz, bizi yaşamaya zorladığınız bu adaletsiz hayattan? Ülke nüfusunun %1’ini oluşturan zenginlerin ülke servetinin %54’üne sahip olması sizi hiç rahatsız etmiyor mu? Açlık sınırının altında yaşayan 18 milyon insanımızın varlığı kalbinizi titretmiyor mu? Dünya siyasetinde sözümüzün geçmiyor olması! Suriye ve Libya’da ABD’nin taşeron işçiliğini yapıyor olmamız! Toplumsal yozlaşma! Ahlaksızlık! Karşılıklı saygının yitimi! Tahammülsüzlük! Sosyal medyanın şekillendirdiği kimliksiz bir gençlik! Ve daha nicesi… Bunlar sizin cenah için bir anlam ifade ediyor mu gerçekten bilmiyorum. Tüm bunlar umurunuzda mı? Yoksa “laiklik elden gitmesin de ne giderse gitsin” diye mi düşünüyorsunuz?
Bizim bir hayalimiz var! Hakikatlerle sınırları çizilmiş bir hayal! Karton devletçiklerin yıkıldığı, sınırların kaldırıldığı, yer altı ve yer üstü zenginliklerin birleştirildiği, orduların tek bir ordu hâline geldiği bir hayal. “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in kızı Fatıma dahi hırsızlık etse onun da elini keserdim” sözünün adaletin temelini oluşturduğu bir hayal! “Kenar-ı Dicle’de bir kurt kapsa koyunu, Gelir de adl-i ilâhi Ömer’den sorar onu!” anlayışında tebaasına düşkün bir halife hayali.
Bizim hayallerimiz var; sizin korkularınız!
Hayali olmayanlar geleceği kaybeder!
Siz de kaybedeceksiniz!