Bazı hakikatler, çocuk yaştaki insanların dahi anlayabileceği kadar açık ve net iken, yetişkin Müslümanların veya ileri gelenlerinin bu hakikatlerden bihaber olması mümkün değildir. Bir sürünün çobansız, İslâm ümmetinin de devletsiz, halifesiz olamayacağı hususu, iki kere ikinin dört etmesi kadar bir hakikattir. Hem şer’î olarak hem de her gün karşılaştığımız mezalim gereği bu realiteyi görmek çok mu zor?
Yaklaşık bir asırdır, İslâm ümmeti olarak doğup yaşadığımız topraklarda mülteci bir hayat sürer olduk. Sürüyü kurda, kümesi tilkiye vermek nasıl bir sonucu doğuruyorsa, ümmet olarak başımıza gelen veya getirilen yöneticilerin durumu da aynı olmuştur. Çünkü bütün beldelerimiz parsellenerek fiilî olarak işgal edildi. Ümmetin başına getirilenlere verilen mevki ve makamlar karşılığında kendi batıl nizamlarını uygulatan, ümmetin servetlerini sömüren kâfir devletler, halen İslâm beldelerinde uşakları ile birlikte oluk oluk Müslüman kanı akıtmaktadırlar.
Başta ABD olmak üzere emperyalist kâfir devletler her yere egemen olmalarına rağmen, kâfirlerin İslâm ve Müslümanlara yönelik içlerinde besledikleri kin ve düşmanlık o kadar büyük ki en son Yeni Zelanda’da, camide namaz kılan onlarca Müslümanı canlı yayında, otomatik silahlar ile tarayarak katlettiler. Birçok Müslüman, kâfirlerin İslâm beldelerindeki katliamlarını, Rabbimizin onlarca ayetinde ifade ettiği gibi onların Müslümanlara yönelik düşmanlıklarından ileri geldiğini, medyanın manipülasyonu sonucu anlamamış olabilir. Ancak Yeni Zelanda’daki bu katliamın, İslâm düşmanı Haçlı zihniyetin sonucu olduğu açıkça görülmektedir. Bunun sonucunda İslâm beldelerinin birçok yerinde bu katliam tel’in edildi. Ümmetin başındaki sözüm ona yöneticiler ise her zamanki gibi sadece “şiddetli” bir şekilde kınadılar. Evet, sadece kınadılar. Başka bir şey beklenir miydi? Onları tanıyanlar için elbette ki hayır!
Asıl soru şu: gerek ümmet tarafından yapılan tel’in ve gerekse yöneticiler tarafından yapılan sözüm ona “şiddetli” kınamalar, bundan sonra böylesi menfur hadiselerin önüne geçer mi? Gösterilen bu tepkilerin önleyici etkisi var mı? Güçten yoksun halkın yapabileceği en etkili husus, güç sahibi yöneticileri harekete geçirmek için bir araya gelip olabildiğince gür bir ses oluşturmaktır. Bunun sonucunda iktidara düşen görev ise icraat almaktır. Peki, kınama bir icraat mıdır? Kesinlikle değildir. Çünkü kınamak ancak acizlerin işidir. Sonuç olarak, yapılan her saldırının karşılığını veren bir devlet olmalıdır ki bu devlet de ancak ümmetin her ferdinin değerlerini korumakla yükümlü olan İslâmi Hilâfet Devleti’dir. Öyle ki kâfirler bir daha cüret edemesinler. Tıpkı tarihte yaşandığı gibi.
Değinmek istediğim bir başka husus ise sihirbazların misyonları gereği giriştikleri algı operasyonlarıdır. Yeni Zelanda’daki katliam haberleri medyaya yansıdıktan sonra bazı haber sitelerinde, ölenler arasında Türk olup olmadığının araştırıldığı ve sonunda konsolosluk tarafından yapılan açıklamada ölenler arasında Türk olmadığı duyuruluyordu. Bu nasıl garabet dolu bir yaklaşım. Hiçbir değer ile örtüşmeyen bu yaklaşım faşistlikten başka bir şey olamaz. Ne yani, ölenler arasında Türk ya da Türkiye vatandaşı yoksa “Üzülmeye veya fazlaca kale almaya gerek yok mu?” denilmek isteniyor. Ya da “ümmetin umudu” olduğu iddia edilenler, “Ancak bir Türk vatandaşı öldürüldüğünde mi harekete geçmelidir?” denilmek isteniyor? Bu, milliyetçi duygular ile donatılmış bir toplumda algıyı yönetmede iyi bir adım idi.
Aynı günün akşamında şu minvalde bir yazı ile karşılaştım. Yazının ana konusu, Yeni Zelanda’daki saldırının hedefinin Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğunu ifade ediyordu. İnsanın, “Gülsem mi ağlasam mı?” dediği türden bir yazı. Bu yazı, aklıma Nasrettin Hoca’nın ‘Göle maya çalma’ fıkrasını getirmedi değil. Ancak şimdiye kadar oluşturulan “ümmetin umudu”, “İslâm’ın son kalesi”, “şer güçlerin hedefindeki kahraman” tanımlamalarını hatırlayınca ‘gideri’ olduğunu hatırladım.
Zalimane saldırının akabinde tartışılan bir başka konu ise Ayasofya’nın ibadete açılması meselesi oldu. Bu konunun algıları değiştirmede çok etkili olduğunu söyleyebilirim. Çünkü sosyal medyada bu konu gündem olunca birileri en yetkili mercie bu talebi yöneltti. Verilen cevap, her iki meseleyi kendi bağlamından kopararak tamamen başka bir alana kaydırıldı. Şöyle ki: Haçlı zihniyeti ile ibadet halinde olan Müslümanların acımasızca katledilmesine misilleme olarak Ayasofya’nın ibadete açılma isteği aslında sığ bir yaklaşımdır. Çünkü gerçekleşen cürüm, misli ile bir cezayı hak eder. İkincisi; Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması zaten olması gereken bir durumdur. Bu durum bir karşılığa veya tazminata konu olamaz. Erdoğan’ın verdiği cevap ise “Siz önce diğer camileri doldurun da sonra bunu talep edin!” oldu. Yani meseleyi camilerin doluluk durumuna, camiye olan ihtiyaca bağladı. Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi, ona olan ihtiyaca bağlanması bir Müslüman için kabul edilebilir bir durum değilken, usta bir demagoji ile icraat bekleyen taraf mahcup duruma düşürüldü. Hoş, burada AK Parti iktidarında yaptırılan devasa ‘simge’ camilerin neden yapıldığı da sorulabilir burada… Yani, bu mantığın sahibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gerek Çamlıca Camii olsun, gerek Ankara’daki Melike Hatun Camii, Beştepe Millet Camii ve Kuzey Ankara Merkez Camii ve Külliyesi gibi ‘büyük’ camilerin, diğer camilerde yer olmadığı için mi yapıldığını sormak gerekir.
Son söz: ümmet olarak korumasız olduğumuz ortada iken, sahipsizliğimizin bize ne kadar büyük acılara mal olduğunu görmesine rağmen ulema neden sessiz? Derdimize derman olacak, ümmeti bir kalkan gibi koruyacak olan Râşidî Hilâfet yönetimini neden yüksek bir ses ile dillendirmez. Bu suskunluk vebal değil midir? Sizler nebilerin varisleri değil miydiniz? Madem susacaktınız neden öğrendiniz? Gerçekten sizin için hakkı söylemek çok mu zor?