PKK’nın -özellikle Türkiye’de- varlığını bilmeyen ve onun ile alakalı en azından bir veya birkaç haber duymayan kesinlikle yoktur. PKK, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşadığı sıkıntılar karşısında Kürt halkından bazı kesimlerce kurulan silahlı bir örgüttür.
1924’den sonra tüm yatırımların ağırlıklı olarak Türkiye’nin batısına yapılmış ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt halkının baskı ile asimile edilmeye çalışılmış olması, Batı’nın desteklediği birçok devlet içi şahsiyet ve kurumların adeta kucağına itmiş durumdadır. Bir bölge ihmal edildiği -hatta o halkın varlığı o bölgede yok sayıldığı- takdirde o halkı o bölgede tutmak zor olur. Bu savaş bölgeleri içinde veya değişik siyasi veya dinî nedenlerden ötürü zulme maruz kalan halklar için de geçerlidir. Neticede Kürt halkı, CHP’nin 1924-1950 arası gerçekleştirmiş olduğu baskıcı dönemden sonra ilk fırsatını bulduğunda, özellikle 1950 DP iktidarından sonra, Türkiye’nin batısına -ya okumak için ya da çalışmak için- göç etti. Bu süreç özellikle 1960 Darbesi sonrasında gelen bazı rahatlamalar ile daha da cazip hâle gelmekteydi. 1961 yılında kurulun TİP (Türkiye İşçi Partisi), Kürt entelektüeller; Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Faik Bucak, Sait Elçi gibi kişilerle ilk dirsek temasını aslında 1970’lere doğru gerçekleştirmiş oldu. Dört yıl sonra yani 1974 yılında Ankara’da Abdullah Öcalan liderliğinde “Demokrat Yüksek Öğrenim Derneği” kuruldu. Bu derneğin kurulmasından kısa bir dönem sonra Abdullah Öcalan “Kürdistan İşçi Partisi (Partîya Karkerên Kurdistanê)-PKK”yı kurdu.
Bu örgüt, 1978 yılında silahlı eylem kararı aldı. Ardından 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Darbe ile beraber örgütün birçok üst düzey yöneticisi -Abdullah Öcalan dâhil- özellikle Hafız Esad’ın desteği ile Suriye’ye kaçtı. Neden Suriye ve neden Hafız Esad gibi bir zalimin Abdullah Öcalan’a kucak açtığı, tabii ki sorgulanması gerekiyor. Hafız Esad Amerika’nın desteği ile 1970 Darbesi ile Suriye’de iktidarı ele geçirdi. İktidarı ele geçiren kişi ise Baas Partisi ile “Sosyalist bir Arap devleti” kurmak için çalışan azınlık dinine mensup olan bir Nusayri. Bu kişi Müslümanlara kan kustururken PKK’ya 1980’lerde kucak açıyor. Neden kucak açtığının iki sebebi var: Birincisi; zihniyet yakınlığıdır (sol, sosyalist bir zihniyet), ikincisi ise her ikisinin de hamisi ABD’dir.
Türkiye’de 2002 yılına yani AK Parti iktidarına kadar ağırlıklı olarak ordu kontrollü bir siyaset takip edildiğini biliyoruz. Erdoğan ile ABD’nin, İngilizci orduyu tasfiye etmeye çalıştığını da bilmeyen yok. Hatta bu sancılı bir şekilde Ergenekon davalarına (2012 yıllarına) kadar bu şekilde sürdü. İngilizlerin desteği ve yönlendirilmesiyle Mustafa Kemal tarafından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusunu da İngilizlerin şekillendirdiği izahtan varestedir. Dolayısıyla PKK’nın, ABD iktidarının Türkiye’de egemen olduğu ana kadar ağırlıklı olarak Amerika tarafından desteklendiği söylenebilir. Ordu büyük çapta tasfiye edildikten ve birçok üst rütbeli subay tutuklandıktan sonra PKK içerisindeki İngiliz kanadı harekete geçti. Amerika ise buna paralel olarak PKK’nın bir nevi kolu olan siyasi hareketlerine ağırlıklı olarak destek verdi. Bunların ilki Ağustos 2005’de kurulan ve Aralık 2009’da kapatılan DTP (Demokratik Toplum Partisi) oldu. Daha sonra Mayıs 2008’de kurulan Temmuz 2014’de kapatılan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) ile süreci devam ettirmeye çalıştı. Son olarak Ekim 2012’de kurulan ve hâlâ varlığını sürdüren HDP (Halkların Demokratik Partisi) sürece dâhil edildi.
Erdoğan, Ankara-İzmir yolunun açılışında yaptığı şu açıklama ile ABD’nin isteği üzerine PKK’nın siyasi kanadının oluşumuna (çözüm süreci) adeta start verdi:
“Şiddet ve terörün olduğu yerde, üretim, istihdam, kalkınma, refah nasıl kendiliğinden kaçıyorsa, huzurun olmadığı yerde de refah olmuyor. Bu tarihî problemleri çözmek için siyasette ve ekonomide büyük reformlar yaptık. Demokrasiye, hukuka ve insana büyük yatırımlar yaptık. Bu adımları atarken insanı merkeze aldık. Bize göre ülkenin büyüklüğü insana verdiği değerle ölçülür. Hizmet, hukuk ve hürriyet anlayışıyla yola devam ettik. Milli birlik ve kardeşlik projemiz bir hedeftir. Demokratik açılım süreciyle bu hedefe ulaşacağız.” [milliyet.com.tr–15.11.2009]
Erdoğan bu konuşmadan takriben 3 ay önce yani Ağustos 2009’da DTP lideri Ahmet Türk ile beraber aralarında Selahattin Demirtaş’ın da olduğu bir heyetle yüz yüze bir saat “çözüm süreci” ile alakalı bir görüşme gerçekleştirdi. DTP’nin kapatılmasını Erdoğan istemedi lakin çözüm sürecini baltalamaya çalışan İngiliz aklı ve onun yargıdaki kolları ile ABD’nin yönlendirmesindeki PKK’nın siyasi kolu olan DTP Aralık 2009’da kapatıldı. Erdoğan’ın DTP’yi kapatma davası açılmadan önce sarf etmiş olduğu şu sözler siyasi gözlemcilerce “Hükümetin DTP’yi sisteme entegre etme çabası” olarak değerlendirildi: “Meclis dışında kalırlarsa dağa çıkarlar.” [amerikaninsesi.com–16 Kasım 2007] Yargıtay Başsavcılığı’nın bu açıklamanın hemen ardından DTP hakkında kapatma istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne dava açması oldukça manidar. Fakat Erdoğan bu davaya rağmen çözüm sürecini sekteye uğratmadı. Bilakis o ana kadar verilmeyen hakları, Kürt halkına imkân olarak sundu. DTP kapatma kararından bir ay sonra yani 16 Ocak 2010’da Beşir Atalay, çözüm süreci doğrultusunda hazırlanan ve 4 ayrı mekanizmadan oluşan “İnsan Hakları Paketi”nin başlıklarını açıkladı. Buna göre; cezaevlerinde Kürtçe gibi farklı ve dil lehçelerde görüşme yapılmasına imkân sağlandı. Özel kanalların farklı dil ve lehçelerde 24 saat yayın yapmasına izin verildi. Farklı dil ve lehçelerde enstitü, araştırma merkezi kurulması yönünde YÖK karar aldı. Yaşayan Diller Enstitüsü kuruldu. Yol kontrollerinin azaltılması ve yayla yasaklarının asgari seviyeye indirilmesi yönünde valiliklere genelge gönderildi. [cnnturk.com–01.12.2014]
DTP sonrası da BDP üzerinden hatta direkt Abdullah Öcalan’la görüşülerek çözüm süreci devam ettirilmek istendi. Lakin İngiliz kanadı -yani PKK’nın kendisi- daha da hırçınlaşarak süreci bitirmeye çalıştı. Bunun için en büyük hamle, PKK’nın, 19 Ekim 2011 tarihinde Hakkâri’nin Çukurca ilçesinde, polis ve jandarma binalarıyla güvenlik noktalarına ağır silahlarla ateş açması sonucunda, 24 askerin vefat etmesi ile sonuçlanan saldırılar oldu. Ardından TSK, -bu saldırılara misilleme olsun diye- 28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere ilçesi yakınlarında, 35 Kürt vatandaşının ölümüne neden olan bir saldırı gerçekleştirdi. Daha sonra, “Hükümet-Cemaat çatışması” olarak bilinen süreç hızlandı ve paralelinde Suriye ayaklanması başladı. Bu hadiseler -yani “FETÖ” meselesi ve Suriye ayaklanması-, ABD’nin istediği hedefe giden yolda birer engel teşkil etmiş oldu.
Bu süreçte istenilen değişim; ilk etapta özerklik ve daha sonra bağımsız bir Kürt Devleti’nin oluşumu idi. Bu, en başta İngilizleri rahatsız ediyordu. Neticede kaşıyabilecekleri bir yara kalmayacaktı. Yine tüm gayri resmi işlerini –örneğin, uyuşturucu ticaretini- rahatlıkla yapamayacaklardı. Lakin ABD hedefine ulaşmak için Suriye’nin kuzey doğusunda PKK’nın Suriye kolu olan YPG’yi destekleyerek PKK’nın (İngilizci) ayağını kaydırmaya ve Suriye üzerinden özerklik ilan etmeye çalıştı. Nitekim şu an Suriye’de Fırat’ın doğusu ABD kontrolündeki YPG’ye teslim edilmiş durumda. Kuzey Irak zaten yıllardır özerk bir şekilde varlığını sürdürüyordu. Eksik olan ise Güney Doğu Anadolu’ydu.
Yıllar sonra 9 Temmuz 2021’de Erdoğan, tekrar Güney Doğu Anadolu’nun kalbi olan Diyarbakır’a giderek adeta “günah çıkardı” ve 2005 Diyarbakır ziyaretindeki şu sözleri tekrar hatırlattı:
“Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur.”
Erdoğan’ın Diyarbakır ziyaretini hatta tüm çözüm sürecini çok yakından takip eden Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Öğretim Üyesi olan Vahap Coşkun’un BBC Türkçe’de yayınlanan şu önemli konuşması oldukça manidar:
“2015’ten beri izlenen bir siyaset var AK Parti ve MHP ortaklığında. Demokratik çözümü askıya alan ve tamamıyla güvenlikçi bir bakışa odaklanan bir siyaset. Bu Kürtler arasında ciddi bir tepki çekiyor. Yapılan araştırmalar AKP’nin kendi Kürt seçmenleri arasında oy kaybetme oranının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Çözüm süreci Kürtler için çok değerliydi. Belki son beş yıl içinde ilk defa Cumhurbaşkanı Erdoğan, çözüm sürecini sahiplenen bir ifade kullandı. Doğru bir ifade kullandı, bu rahatsızlığın AK Parti’nin yönetim kadroları tarafından da görüldüğünü göstermesi açısından önemli. Bu Kürt seçmene verilmiş bir mesaj. Ama çok geç ve çok az bir açıklama bence. İktidarın kullandığı dil bazen o kadar sertleşti ki, HDP karşıtlığından çıkıp bir nevi Kürt karşıtlığına döndü. Son beş yıldır izlenen siyaset, AK Parti’nin Kürt seçmeninde bir duygusal yıkıma sebebiyet verdi. Bunun bir açıklamayla giderilmesi son derece güç.” [bbc.com/turkce–09 Temmuz 2021]
Temmuz 2018 tarihi itibarıyla uygulanmaya başlanan yeni siyasi yönetim şekli olan başkanlık tipi hükümet sistemi görüldüğü gibi en çok küçük partilere yaramış durumda. Özellikle belirli seçmen kitlesi olan MHP, İyi Parti veya HDP gibi orta çaplı partiler bu sistemden yararlanmasını bildiler. Hatta bazıları o kadar ileri gitti ki sanki hükmeden, karar veren parti kendi partisiymiş zannetti. Nitekim Cumhur İttifakı’nın “küçük ortağı” olan MHP’den Erdoğan oldukça rahatsız. Neticede MHP yüzünden AK Parti birçok Kürt seçmenini kaybetti. Dolayısıyla her zaman yaptığı gibi Erdoğan -Kürt seçmenini yeniden kazanabilmek için- eski ayak oyunlarına başladı.
Bu durumda özetle şunları söyleyebiliriz: Kapitalizm menfaat eksenli, çok yüzlü, omurgasız bir hayat nizamı. Şahsiyet ve duruşun olmadığı, yeri geldiğinde en sevdiğini, en yakınını dahi kendi menfaati için feda ettirebilecek bir hayat felsefesine sahip. Bunu ilkesiz siyasetiyle maruf Cumhurbaşkanı Erdoğan’da çok net bir biçimde görebiliyoruz. “İsrail”, Amerika, AB veya Rusya hem düşman, hem de dost olabilmekte. Yine Batılıların isteği doğrultusunda Kürtler zaman zaman dost, bazen “büyük düşman” olarak görülebilmektedir. Kapitalizm bu ülkede var olduğu sürece ne huzur, refah, kalkınma gelir ne de şahsiyetli, onurlu ve dik duruşlu siyasetçiler.
Rabbim bize kapitalizmin defedildiği ve İslâm’ın hayat nizamının hâkim olduğu o şanlı günleri görmeyi nasip etsin. (Âmin)
___
#KürtMeselesiNasılÇözülür