Mağlubiyet derin izler bırakır insanda ve toplumda. Kimliğini kaybetmeyen toplumlar o mağlubiyetle yaşar ve gelecek nesilleri yaşatır bir daha olmasın diye. Zihinlerin bir köşesi eski günleri arar bıkmadan usanmadan. Mağlubiyetten kurtularak eski günlerine dönmek onların tek hedefidir ve bu hedef ile doludur hayat. Ancak düşman çetin ve şeytansı ise galibiyet ile yetinmez ve galibiyetin yanına kişilik kayması ve kimliksizleştirmeyi de ekler. Böylece uysal köleler edinir kendine. Kendisini efendi sanan köle en makbuldür. Zira kölelikten kurtulma gibi bir derdi hiç olmayacaktır. Yahut kimliğini kaybetmiş bir toplum asla köle olduğunu fark edemeyecektir. Evet mağlup olduk! Haçlı Koalisyonu 3 Mart 1924’te son noktayı koydu ve savaşın galibi belli oldu. Elimizdeki tek birleştirici unsuru da alıp gitti. Kabul edelim, Hilafet’in ilgası Haçlı Koalisyonu’nun zafer ilanıdır. Sonrası İbni Haldun’un dediği gibi gelişmiş; mağluplar galipleri taklit etmeye başlamıştır ki asıl hezimet işte budur. Düşmanına aşık olmak ve onu kutsama derecesinde büyük görmek. Hayatın tüm alanlarını onların doğrularına göre inşa etmek. Onlardan alınacak bir aferin için halkın tüm değerlerini çiğnemek ve türlü zulümlere imza atmak. Evet asıl hezimet budur ve bizler bu hezimeti her 29 Ekim’de bir kez daha yaşıyoruz. Bir kez daha Haçlı Koalisyonunun zaferi yüzümüze çarpılıyor. Bir kez daha mağlubiyetin acısını tadıyoruz hem de aynı acıları yaşaması gerekirken içimizden birileri bayram yaparken. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı bana hep Aytmatov’u ve onun “Gün olur asra bedel” adlı kitabındaki Mankurt efsanesini hatırlatır. Cumhurbaşkanının da bu efsaneden bahsederek birilerini mankurtlaşmakla itham etmesi üzerine mankurt efsanesini buraya taşıma ihtiyacı hissettim. Hep birlikte hikâyeyi okuyalım ve kimin mankurt olup olmadığını görelim.
Mankurt efsanesi bugünkü Kırgızistan topraklarını işgal eden Juan-Juanlar’ın oranın yerli halkına yaptıkları zulümleri anlatmaktadır. Hikâye şöyledir:
Juan-Juanlar işgal ettiği topraklarda yaşayan insanları esir alır, sonra da akıl almaz işkenceler uygularlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine geri dönerek Juan-Juanların yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ancak asıl işkenceyi genç ve güçlü savaşçılara yaparlarmış. İnsanın aklını yitirmesine neden olan bir işkence usulleri varmış; önce esirin başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi keser ve derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri olan boyun kısmından bir parça alıp esirin kan içinde kalmış olan kafasına bu deriyi sıkıca sararlarmış. Buna ‘deri geçirme işkencesi’ derlermiş.
Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde can verirmiş ya da hafızasını yitirir, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir “mankurt” yani geçmişini hatırlamayan köle olurmuş.
Bir devenin boynundan beş altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra deri geçirilen tutsağın boynuna başını yere sürtmesin diye bir tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye onları ıssız bir yere götürürler ve orada birkaç gün aç ve susuz bir şekilde bırakırlarmış.
Bozkıra terk edilen beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ olarak kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Kıllar yukarı doğru uzayamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış.
Juan-Juanlar işkencenin beşinci gününde sağ kalan var mı diye bakarlarmış. Tek bir kişi dahi sağ kalsa amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitiren tutsağı alır boynundaki kalıbı çıkartıp ona yiyecek içecek verip eski gücüne kavuştururlarmış. Artık o, on köleye bedel bir mankurt olurmuş.
Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köleymiş.
Köle sahibi için en büyük tehlike kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt; isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık. En pis, en güç, büyük sabır isteyen işleri gık demeden yaparmış. Onun için en önemli şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için biraz yiyecek, donmaması için eski-püskü birkaç giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş…
Nayman Ana adlı bir kadın yıllar önce bir savaşta kaybettiği ve öldüğünü sandığı oğlunun mankurt olduğunu öğrenince dayanamamış ve onu bulmak için yola çıkmış. Uzun bir yolculuktan sonra oğlunu bir deve sürüsüne çobanlık yaparken bulmuş.
Aralarında geçen kısa konuşmanın ardından oğlunun hiçbir şey hatırlamadığını fark etmiş. Birkaç gün onun yanında kalmış ve bu birkaç günde anne şefkati ile ona gerçek kimliğini öğretmeye çalışmış.
“Senin adın Coloman, babanın adı Dönenbay, sen Nayman kabilesindensin, ben senin annenim.”
Annenin bu girişimleri hiçbir sonuç vermemiş, mankurt donuk bakışlarla bakmaktan başka hiçbir canlılık belirtisi göstermemiş. Geçen bu zaman zarfında oğlundan öğrendiği tek bir şey varmış o da oğlunun iki isteği, birincisi ay ile konuşmak ikincisi efendisi gibi örgülü saçlara sahip olmak.
Nayman Ana gelişinden birkaç gün sonra bir Juan-Juan’ın hızla kendilerine yaklaştığını görmüş ve apar topar oradan uzaklaşmış. Ancak Juan-Juan da onu görmüş çobanın yanına gelince kiminle konuştuğunu sormuş, çoban;
-Bilmem annem olduğunu söylüyor demiş.
Juan-Juan mankurtu şiddetli bir şekilde dövdükten sonra ona gelenin annesi olmadığını aksine kendisine kötülük yapmak için geldiğini söylemiş ve ona gereğini yapması için ok ve yay bırakarak oradan ayrılmış.
Uzakta bir yerde olup bitenleri seyreden Nayman Ana, Juan-Juan uzaklaşır uzaklaşmaz oğlunun yanına koşmuş, ancak çoban ortalıkta yokmuş, yavrusunu kaybetmiş bir annenin refleksiyle sağa sola koşan kadın birden kendisini hedef alan oku ve o oku tutan oğlunu görmüş.
“Dur atma” diyecek kadar zamanı olmuş.
Darbe öldürücüymüş, Nayman Ana’nın başı sarkmış, devesinin boynuna sarılmak istese de tutunamamış, yere yuvarlanmış. Ama kendisinden evvel beyaz yazması düşmüş başından. Nayman Ana’nın son sözlerini tekrar ede ede gökyüzüne uçup gitmiş: “Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla! Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!”
Şimdi bu mankurt efsanesinin ardından Cumhuriyet bayramı kutlamalarını değerlendirelim. Bayram yapanları anlamaya çalışalım. Neyin bayramı ve kimin bayramı kutlanıyor?
Osmanlı Hilafeti’nden kurtulmanın bayramı mı?
Osmanlı Hilafeti’nin yüzyıllar boyunca taşıdığı İslam Sancağının yere düşüşü mü?
İslami kimlikten uzaklaşma mı?
Müslümanlara Demokrasi ve laiklik ihraç eden bir ülke konumuna gelmemiz mi?
Kâfir Batı’nın sömürgesi olmamız mı?
Dünya Müslümanlarıyla bağımızın kopartılması mı?
Kavmiyetçilik çıkmazında Türk-Kürt savaşı mı?
Ahlaksızlığın akıl almaz boyutlara ulaşması mı?
Kredi kartı borcunu ödeyemeyen 3 milyon kişiye sahip olmanın mı?
Evet, ayrı bir hayat, ayrı bir gözlük, ayrı bir fikir, ayrı bir gelecek tasavvuru ve ayrı bir zafer anlayışı. Düşmanına aşık olmuş, düşünme tembeli, mankurtlar ordusu. Cumhuriyet kutlamalarının özeti de işte budur!
@ugurlu_kd