“Bir halkın kendi geleceğini belirleme hakkı vardır.” Bu cümle Batı dünyasının kullandığı son yüzyılda halkları isyana teşvik eden, ülkeleri parçalayan, farklı etnik gruplar arasında kalın duvarlar ören çok güçlü bir siyasi argüman olmuştur. Batı bu cümleyi özetlemek için de bölgelere göre değişkenlik gösteren yeni kavramları dünya gündemine sokuşturmuştur. En yaygın olarak “Serf Determinasyon” kullanılmaktadır. Ancak İslami ümmetin “İslami uyanışın bir safhası” da diyebileceğimiz “Arap Baharını” yaşaması ile birlikte sömürgeci Batılı devletlerin yerel müttefik edinme çabaları farklı isimlendirmelere ve kavramlara ihtiyaç duymuştur.
Bu çerçeve de “Başkanlık Sistemi” tartışmalarını Türkiye kulvarına taşımış ve bu bölgede yaşayan Kürtlerin kendi geleceklerini inşa etme hakkını “Özerklik” ve “Öz yönetim” kavramlarında somutlaştırmıştır. Zira başkanlık sisteminin var olduğu Batı ülkelerine göz attığımızda, ülkelerin eyaletlere bölündüğünü ve her eyaletin özerk bir yönetim mekanizmasına sahip olduğu görülecektir. Bu tarz bir yönetimin KCK'nın ilan ettiği “özerklik” ile yakın bir benzerliği vardır. Ya da şöyle ifade edelim; bu ilamın, hali hazırda tartışılan “Başkanlık Sitemi” ile paralellik arz eden bir yönü vardır. Çözüm süreci bağlamında KCK “Bağımsız Kürdistan” kuramı yerine demokratik mefhumlardan biri olan “Özerklik” kavramını tercih etmiştir. Emine Ayna'nın bu kavramı “Bölge halkının kendisiyle ve yaşadığı coğrafyayla ilgili kararları kendisinin vermesidir.''[1] şeklinde tarif etmesi “Self Determinasyon” ile uygunluk arz etmektedir.
“Özerklik” veya “Öz yönetim” kavramlarını idari anlamda tanımak için Lübnan'a bakılabilir. Lübnan, farklı etnik ve dini güçlerin sayısal ağırlıkları gözetilerek ülke yönetiminde söz sahibi olunduğu bir ülkedir. Şiiler, Marunî Hristiyanlar, Sünniler ve Yahudiler mecliste sayısal çokluklarına göre dağılım göstermiştir. Hatta Şiileri temsilen Hizbullah, o bölgenin silahlı unsurunu bile teşkil edebilmiştir. Özerkliğe coğrafi olarak farklı bir bölge yönüyle de Bosna Hersek ve başkanlık sisteminin uygulandığı bir kısım Batı ülkeleri örnek verilebilir. Bosnalıların Hırvatlarla yaptıkları savaşlarda gün gelmiş ve Bosnalılar için “Kanton bir bölge” tayin edilmiştir. Yani bununla merkezi yönetim aynen kabul edilmekle beraber, farklı etnik bir grubu temsilen coğrafi sınırları olan bir yerel yönetim kast edilmektedir. Aysel Tuğluk'un “Ortak vatan anlayışı temelinde Kürt halkı olarak demokratik özerkliğimizi ilan ediyoruz.”[2] demesi bu minvaldedir. Yani yönetimde Ankara hükümetinin, yerel idarede ise bölgesel aktörlerin olması gerektiği ifade edilmektedir.
Kanton bölge kavramı ise özerk yönetilen bir bölgenin daha küçük alt bölgelere ayrılması anlamına gelmektedir. Yeni bir hükümet anlamına asla gelmemektedir. Bilakis sadece coğrafik bir alan kast edilmekte ve özerk yönetime bağlı bir alt birim olmaktadır. Tabii ki uygulandığı coğrafyaya göre de bu durum değişkenlik arz edebilir. Mesela Suriye'nin kuzeyinde ilan edilen özerklik sonrasında 3 farklı kanton bölge ismi zikredilmiş ve bu bölgelerin kontrolü yerel unsurlara ancak genel idarenin PYD’ye devredildiği söylenmişti.
Cizre olaylarını değerlendirirken de bu çerçeveden bakmak tablonun tüm ayrıntılarını görmeyi sağlayacaktır. Zira bölge üzerinde atılan her adım ve yerinden edilen her taş, yeni ve özgün bir başka adımın başlangıcıdır. Yoksa gelişigüzel “Terör olayları artış gösterdi.” deyip haber manşetlerine konu yahut TUİK verilerine kaynak olmasından ibaret değildir. Tam tersi kaldırılan taşın yerine yenisini koymanın ilk adımı veya sona yaklaşan bir projenin ihalesi olabilir.
Şimdi Cizre olaylarının gelişim safhası, olayların siyasi yönü ve seçimle olan yakın alakası hakkında detayları paylaşabilirim.
Cizre Olayının Detayları
12 Ağustos 2015 tarihini kısa vadede bir başlangıç kabul etmek bir bakış verecektir. Çünkü o tarihte KCK öz yönetim veya özerklikten bahsetmiş ve "Kürdistan halkı için öz yönetimden başka bir seçenek kalmamıştır."[3] beyanatı yapmıştır. Bu saatten sonra ise, belki de KCK açısından halk desteğini test edecek bir kanton hamlesi, HDP kanadını ve hükümeti farklı politik ve siyasi manevralara mecbur bıraktıran bir güç gösterisine yöneltmiştir.
Cizre Belediye Başkanı Leyla İMRET İngiliz medyasına Cizre'yi “Türkiye’ye karşı başlattıkları iç savaşın merkezi”[4] diye tanımlıyor. Bunun anlamı şudur: Nasıl ki Cizîr, Kobanê ve Efrîn Kuzey Suriye için birer kanton ise Türkiye'nin güneyi için de Cizre bir kanton olabilir. Neden Cizre? Çünkü Türkiye sınırları içinde yer alan, Irak'ın kuzeyi ve Suriye'nin kuzeydoğusunun kesişim noktasında bulunan ve KCK'nın halk desteğinin en fazla olduğu bir yerleşim yeridir. Eğer KCK Cizre'yi kanton bölge haline getirebilmeyi başarsaydı -ki başarı şansı çok düşüktür. Çünkü beklediği halk desteğini tam anlamıyla elde edemedi- Kuzey Suriye kantonuyla beraber Güneydoğu'ya bir domino etkisi olacağını varsaymıştır. Sivil ölümlerle beraber -her ne kadar KCK buna sebep olarak güvenlik güçlerini gösterse de- halkta bir korku havası oluşmuş ve sokağa çıkma yasağı bu desteği büyük çoğunlukla aşağı seviyelere çekmiştir. Bundan ötürü de yer yer çatışmalar olsa da dozajın git gide düşeceği söylenebilir.
Cizre'de olayların tırmandığı tarih olan 4 Eylül 2015'ten sonra sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş ve o tarihten sonra YDG-H isimli örgütün varlığından ve eylemlerinden sıkça söz edilmiştir. Aslında YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) 2013 yılında medyaya poz vermiş bir yapıdır. Kuruluş felsefesi PKK ile aynıdır. Zira örgütün yerel zemini, 2012 yılında **“PKK'nin 4. Stratejik mücadele” dönemi ile beraber başlamıştır. Dağda savaşan gruplarına HPG denirken, şehirde bulunan yapıya da YDG-H denilmektedir. 6-8 Ekim olaylarında bu gücü etkin olarak kullanmıştır. O süreçte sokakları savaş alanına çeviren grupların başında da yine bu yapı vardı.
Burada dikkatinizi şu noktaya çekmek istiyorum: YDG-H ile saldırı savaşı yapılmadığı söylenmektedir. Sözüm ona bu yapı sayesinde halka bizzat aktif roller verilerek, özerk yönetimin veya öz yönetimin silahsız olarak elde edilmesi sağlanmaktadır. Selahattin Demirtaş'ın "Bazı yerlerde göstericilerin eline silah alarak 'özerklik ilan ettik' demesini doğru bulmuyorum. Bu bir sivil inisiyatiftir.”[5] demesinin dikkat çekici bir yönü vardır ki o ''Sivil inisiyatif'' sözüdür. Bu aynı zamanda Kandil ekibine de bir eleştiri içermektedir. Yani “Eğer bir başarıdan söz edilecekse bunun silahsız, siyasi yöntemlerle başarılması gerekir.” demektedir. Öyle anlaşılıyor ki Abdullah Öcalan'ın kapsama alanı Kandil'i içine almıyor olacak ki; “PKK silahı asla bırakmaz, kürt asla silahı bırakmaz.” şeklinde KCK ve Kandil ekibinden beyanatlar gecikmiyor. Bu da gösteriyor ki, Kandil'in şahinlerine yönelik askerî baskılar artacaktır.
Bu çerçevede ister hükümet ya da Başbakanın deyimiyle paralel askerî güçler bu olayları kışkırtmış olsun, ister KCK'nın yönlendirmesiyle bu saldırılar gerçekleştiriliyor olsun her iki halde de acı olan Müslümanların kanının heder edildiği gerçeğidir. Bu gerçeğin vicdandan yoksun diğer bir acı yönü de dökülen kanların üzerinden taraftar toplama ve siyasi hesapların yapılıyor olmasıdır. KCK, “Türkiye devleti tanklarla sivilleri bombalıyor.” yaygarası koparırken, öte tarafta devlet adına konuşan Cizre Kaymakamı “Sivilleri PKK öldürdü.”[6] diyerek mazlum ve masum olduklarını ispat etme kaygısı taşımaktadırlar. KCK halk desteğini yitirme korkusuyla kıvranırken, HDP oy devşirememe endişesi içerisindedir.
Seçim Süreci Açısından Değerlendirme
1. Gelecek 1 Kasım seçimlerinden sonra koalisyon olacak mı olmayacak mı tartışmaları yapıladursun, seçim öncesi hangi malzemelerin halka sunulacağı ve halkın reyini almak için nelerin feda edilip, nelerin kazanç kutularına yerleştirileceği önem arz etmektedir. Hüda-Par'ın seçimlerden çekilmesi, çözüm sürecinin bitirilmesi, Irak ve Suriye topraklarının bombalanması, doların tavan yapması, ekonomik gidişattaki dalgalanmalar gelişi güzel değerlendirilemez. Tüm bu olayların seçime matuf olan yönü ve halk üzerinde derin etkileri vardır.
Hüda-Par'ın seçimlerden çekilmesi ve tabanını oy kullanma noktasında serbest bırakmış olmasının seçimlere katılan partilerin oylarına etkisi olacaktır. Özellikle söz konusu partinin tabanı ve HDP-CHP cenahına karşı olan tutumu nazar-ı dikkate alındığında seçmen eğilimine göre açık bir kapı bırakılmış olmaktadır.
Çözüm sürecinin görsel anlamda bitirilmiş olarak gösterilmesinin AKP'ye olumlu katkısı olacaktır. Batı’da var olan “AKP, PKK ile müzakere yapıyor, terörle masaya oturuyor.” şeklinde özetlenecek algı AKP lehine puan kazandıracaktır. Ayne’l Arab (Kobani) olayları sırasında PYD safında yer alan bir görüntü çizen AKP'nin PKK kamplarını bombalaması sonrası bu algı kırılmıştır.
Geçmiş dönemlerde ekonomik kaygılarla halkın AKP lehinde oy kullandığı da zaten bilinen bir vakıadır. Bu dönemde de gerek Cizre ve terör olayları, gerekse bir kısım spekülatif basın beyanatları doların yükselmesine, buna bağlı olarak da esnafın alım gücünü ve bütçesini olumsuz yönde sarsmıştır. Bunu AKP seçim için malzeme yapacaktır. Zira geçmişte hatırlanacağı üzere, “İstikrar sürsün diye.” ile başlayan her cümlenin arkasına AKP yazılır ve tek çözüm adresi olarak tek başına iktidar gösterilirdi. Bugün de “Terör olaylarının ekonomiyi olumsuz yönde etkilediği ve ancak tek başına bir iktidar ile bu darboğazdan kurtulabilineceği” güçlü bir sesle dile getirilecektir. Zaten PKK’ye yönelik yürütülen bu ısrarlı mücadele biçimi halkı bıktırmıştır. Böyle olması “Halkı terörden kurtaracak çözüme” razı etmeye dönüktür. Net ifadeyle terörün bitmesi halka AKP'nin 400 milletvekili çıkarmasına bağlıdır denmektedir. HDP grup başkan vekili Pervin Buldan'ın ''İktidarda kalma ve iktidar olamadığı bir durumda yaptıklarının hesabını verme korkusuyla AKP, Türkiye'yi adeta ateşe atmıştır.'[7] şeklindeki sözleri bu çerçeve de anlaşılmalıdır.
2. Diğer bir yön de oğlu tutuklanan bir annenin “Senin oğlun yolsuzluk yapıyor, ama benim oğlum tutuklanıyor. Adalet mi bu?”[8] sözleriyle özetlenecek yolsuzluk soruşturması ile alakalı yönüdür. AKP seçime dört bakan hakkında açılmış yeni bir yolsuzluk davasının gölgesinde girmiş olsaydı elbette parti için bu hiç iyi olmazdı. Bu olaylar vesilesiyle yolsuzluk soruşturmaları bir nebze olsun perdelenmiştir.
Sonuç
Bu alçakça politik hesaplara son verilmelidir. Siyasi çıkarımlar adına, tek başına iktidar olma adına, halkı kazanma adına yapılan her eylem bu toplumun bünyesine ciddi zararlar vermektedir. Halkın ulus kimlikleri ön plana çıkarılmış ve öfke ortamı hâkim olmaya başlamıştır. Gelen her ölüm haberi, Müslüman kardeşler olması gereken bu toplumun duygularını donuklaştırmakta, kızgınlık ve kin serpmektedir. Buna son verilmelidir. İlk sorduğumuz soruyu tekrar soralım: Cizre kimin kantonu? El Cevap: Kimsenin olmayacak. Müslümanların geri kalan diğer beldeleri gibi seçimlerin, kanın, gözyaşının, evladının ölü bedeniyle bir gece geçirmeye mecbur bırakılmış annelerin, paramparça edilmiş bu İslam coğrafyasının fikren çökertilen bir beldesi olarak kalmaya devam edecektir. Ta ki İslami ümmeti bir araya getirecek, onların kanını koruyacak, sahip çıkacak Halifemiz olana kadar...
[1] BBC Türkçe -13 Eylül 2015
[2] 14 Temmuz 2011 Tarihli Basın Açıklaması
[3] KCK- 12 Ağustos 2015 Açıklamasından
[4] Vice News “Türkiye'de İç Savaş Çıkacak” Haberi- 11 Eylül 2015
[5] BBC Haberi 30 Ağustos 2015 Haber
[6] Star Gazetesine Cizre Kaymakamının Verdiği Beyanat
[7] 14 Eylül 2015 Basın Açıklaması
[8] Taraf Gazetesi Emre Uslu Köşe Yazısından