Bu topraklarda hüküm sürmeyi sadece kendilerine layık gören, Batı toplumlarına sürekli öykünen Müslüman halkın İslâmi düşünce ve duygulara bağnazca nefret duyan laik-kemalist zihniyetin devlete hâkim olan zinde güçleri, devletteki tüm kurumlar, medya ve aynı zihniyete sahip sivil toplum kuruluşlarını devreye sokarak, İslâm ve Müslüman halk ile topyekûn mücadelenin başlatıldığı gün olan 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu toplantısının üzerinden 20 yıl geçti.
Elbette toplumumuzda derin izleri bulunan bu vahim süreçten, her kesim kendince bir takım neticeler çıkarmıştır. Ancak, bu travmatik süreçten ders çıkaramayanlar ya da yanlış ders çıkaranlarda var. Bunlar sıradan insanlar olsa sorun teşkil etmeyebilir. Eğer bunlar uzun yıllar laik-kemalist temele dayalı devlette görev alıp, milletvekilliği yapan, devletin tüm sinir uçlarını bilip de hâlâ “demokratik tevbeye ihtiyacımız var” diyorlarsa, tablo en az 28 Şubat’ın yaşattıkları kadar vahimdir. 52 yıldır Türk siyasetinin içinde, dahası çoğu zaman kilit noktalarında yer alan, Aljazeera Türk’e 28 Şubat ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Cemil Çiçek’ten söz ediyorum.
Cemil Çiçek, bütün siyasi hayatı boyunca Türk siyasetinin sağında ve genellikle de muhafazakârlığına vurgu yapılan partilerde ve Anavatan Partisi’nin (ANAP) kurucuları arasında yer almıştır. Daha sonra sırasıyla Fazilet Partisi (FP) ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nde (AK Parti/AKP) önemli görevler üstlenmiş, Adalet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Meclis Başkanlığı yapmış ve halen AK Parti Ankara milletvekilidir.[1]
Cemil Çiçek’in devletin işleyişine dair tespitlerinin kısaca burada özetleyerek, doğru zannedilen çıkarımları ve çıkarılamayan dersleri ele almak istiyorum. İşte Çiçek’in önemli gördüğüm tespitleri;
- Türkiye’nin doğru bir tercihle 20. yüzyılda üç önemli kazanım elde ettiğini, bunlardan birinin milli mücadele, diğerinin cumhuriyet, üçüncüsünün de demokrasi olduğunu vurguluyor. Ancak darbe ya da müdahaleyle, her 7 yılda bir dipten bir dalga yendiğini, hâlâ bunun endişesi ile yaşandığını belirtiyor.
- Türkiye’de siyasetin tâbi olduğu birtakım kuralların olduğunu ve kamuoyunun önünde denetlenebilir olduğunu, ancak Türkiye ile ilgili en önemli kararların alınmasında bu kayıt içindeki siyasetin ne kadar etkin olduğu konusunda oturup 90 defa düşünmek gerektiğini belirtiyor.
- Türkiye’de kayıt dışı siyasetin ise üç ayrı grup tarafından yapıldığını, bunlardan birinin görevi siyaset olmayan bir takım anayasal kurumlar olduğunu belirtiyor ve yargıyı örnek veriyor. Kayıt dışı siyasetin ikinci aktörünün silahlı kuvvetler, üçüncüsünün ise iş dünyası, medya ve bazı meslek kuruluşlarından oluşan grup olduğunu ifade ediyor. Ayrıca bu kayıt dışı siyasi unsurların hiçbir zaman sahnede görünmediğini ekliyor. Bunların vatandaşın karşısına çıkmadığını, vatandaşın karşısına milletvekilleri denilen insanların çıktığını, onların partilerinin çıktığını, kurulmuş bu tezgâhta milletvekilinin hiçbir öneminin olmadığını ifade ediyor.
Çiçek’in “Tezgâh kurulmuş işliyor” şeklinde ifade ettiği sistemin adıdır demokrasi. Ayrıca Demokrasi ve Cumhuriyet, Müslüman Türkiye halkının tercihi değil, Lozan’da Hilâfet’in ilga edilmesi karşılığı, bir avuç zümrenin halka dayattığı sistemdir. Yine Çiçek’in tespitine göre, milletvekilinin bu kurulu tezgâhta önemi olmadığı için halkın zaten hiç önemi yoktur. Halk, karşısına çıkan partiler ya da milletvekillerine oy vererek kurulu tezgâhı kendisinin işlettiğini zanneder. Hâlbuki halk “kurulmuş tezgâh”a payanda olması için lazımdır.
Defalarca yasalar değiştirilse ya da “kayıt dışı” unsurlar ne kadar yeni kanunlarla zapturapt altına alınmaya çalışılsa da 15 Temmuz’da olduğu gibi kendini ülkenin sahibi gören laik-kemalist güruh, “FETÖ” unsurlarını da ayartarak, yönetime istediği ayarı verebilmektedir. Bu referandumda da “Evet” ya da “Hayır” çıksın “kurulu tezgâh”ta hiçbir şey değişmeyecektir. Zaten bunun teminatını cumhurbaşkanı ve hükümet vermektedir. Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilememesi ve ilk başta “Başkanlık” sistemi olarak telaffuz edilen anayasa değişikliğinin “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adını alması da, bunun göstergeleridir.
Bu anayasa değişikliği ile tüm yetkiler kâğıt üzerinde cumhurbaşkanına bağlanacağı görünse de, Çiçek’in sözünü ettiği, “kayıt-dışı” güçler, fırsatını bulduklarında bu defa yetkisi artırılmış cumhurbaşkanını alaşağı ederek kendi arzularına göre birini Cumhurbaşkanı yapabilirler ya da bunun için kollarını sıvayacaklardır. Bu açıdan ileride yetkileri artırılmış bir Cumhurbaşkanlığı makamını ele geçirdiklerinde kendi işlerine yarayacak bir sisteme dönüşecektir ve 28 Şubat’tan daha ağır şartları Müslüman Türkiye Halkı’na dayatacaklardır. Bunu paranoya sayabilirsiniz belki ama böyle bir durumun doğmayacağının garantisi var mı?
28 Şubat’tan çıkarılamayan derse gelirsek; gerçek değişimin, Müslüman Türkiye Halkı’nın inancıyla taban tabana zıt olan mevcut sisteme/rejime hâkim olan ideoloji değiştirilmeden ve bir takım kanun değişiklikleri ya da sonradan “aldatıldığını” anladığı kadroları yerleştirmekle olmayacağını anlayamadılar. İzledikleri bu yolla rejimi değiştiremediler ama kendileri değiştiler. Yetmedi, Müslüman Türkiye halkını, asıl yapılması gerekenden uzaklaştıran ucuz mücadelelere yönelterek sistemin gerçekte nasıl işlediğini bildikleri hâlde, aldattılar. Müslüman halkın İslâmi anlayışında zafiyet oluşturdular. Öyle ki; "Faiz kullanan esnaf sayısını artırdık, Allah bereketini artırsın” sözünü kullanabilen bir başbakana (Davutoğlu) tanık oldu bu halk.
Bu Müslüman halka iktidar olunursa; başörtüsü probleminin çözüleceği, imam hatip okullarının yeniden açılacağı, üniversite giriş sınavlarında katsayı adaletsizliğini çözeceklerini vaad edip, Müslüman halkın hedeflerini küçültmelerini ve daha bunun gibi 28 Şubat’ın doğurduğu şartlar/engeller ile meşgul olmalarını sağladılar. Başörtüsü çözülmedi mi çözüldü, katsayı kalkmadı mı kalktı, yani bu suni engellerin hepsi bir genelge ya da kanuni düzenleme ile çözüldü. Hâlbuki bu kanuni düzenleme ya da genelgeler garantisi olmayan düzenlemelerdir. “Kayıt dışı” unsurlar, Müslüman halkın “kurdukları tezgâhın” dışına çıktığını ve bu “tezgâhı” kökünden değiştirerek, İslâm’ın emirleriyle yönetilmeyi yüksek sesle talep eder hâle geldiğini gördüklerinde tekrar geri alacakları düzenlemelerdir.
Hedef küçültme dedim ya işte; Müslüman halk, “muhafazakâr” siyasiler eliyle bu suni engellerin kalkmasını yeterli görmeye, İslâmi hayatı yeniden başlatacak, İslâm’ı içeride tatbik, dışarıda da tüm insanlığa bir risalet olacak taşıyacak Hilâfet’in ikamesi için, fikrî ve siyasi bir çalışma yapmayı uzak bir hedef olarak görmeye, demokratik kültür gereği “iste ve al” ya da “al ve iste” şeklinde özetlenebilecek tedricilik/aşama aşama hareket etmeye tevessül eder oldu. Ümmet olma şuurundan “önce kendi ülkem” denilerek uzaklaştırıldı. Devlette birtakım imkânlara kavuşunca Müslüman halk, bu sistemin sahibi olduklarına ve “iradesine sahip çıkma”nın mevcut statükoya sahip çıkmakla olacağına inandırıldı.
Bu “muhafazakâr” siyasiler bugünlerde bir testten daha geçiyorlar; 3 Mart 1924’te ilga edilen Hilâfet’in yıldönümü münasebetiyle, 5 Mart 2017’de İstanbul’da düzenlenecek olan, “Dünya Hilâfet’e Neden Muhtaç?” temalı bir konferansı, İslâm düşmanı “kayıt dışı” unsurlar ve bu “kayıt dışı” unsurların borazanlığını yapan kayıt altındaki bazı siyasilerin, ortalığı velveleye vererek hezeyan dolu açıklamalarla iptal ettirmek için, hükümete baskı kurmaya çalıştıklarını hafta başından beri gözlemliyoruz. Sadece 1500 kişinin katılımıyla yapılacak toplantıdan korkuya kapılan referandumun gergin atmosferinde hükümeti sıkıştırmak ve baskı kurmak amacıyla hareket eden bu güruh bakalım hükümeti bu baskılara boyun mu eğdirecek yoksa hükümet direnecek mi? Konferansa “Evet” mi diyecekler, yoksa “Hayır” mı?
[1] http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/cemil-cicek-demokratik-tovbeye-ihtiyacimiz-var