Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya ve AK Partili kadın milletvekilleri, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilişinin 82. yıl dönümü dolayısıyla Anıtkabir'i ziyaret ettiler.
"Ne varmış bunda canım herkes Anıtkabir’i ziyaret ediyor" diyorsunuz sanırım?
Doğru, bugüne kadar tüm siyasetçiler, Cumhurbaşkanı Erdoğan başta olmak üzere, Cumhuriyet’in kurucusu "ulu Ata"nın önünde hürmetle eğildiler. Anıt defterine methiyeler dizdiler, "senin kurduğun cumhuriyet" sözleri ile başlayarak…
Bugüne kadar, "ne yapsınlar düzen bu, mecburlar” gibi söylemlerle Müslüman halk, bu amelleri hep görmezden geldi ya da hep sineye çekti. Fakat Müslümanların oy verdiği başörtülü milletvekillerinin bu davranışı mecburiyet değil, “hür irade” ile yapılmış bir tazim ve taltiftir. Yapılan bu eylemin neresini tutsan, eline kir bulaşıyor. Allah’ın emri olan başörtüleriyle Allah’ın hükümlerinin yeryüzünden kaldırılmasının sembolü olan kişinin mezarında, Anıtkabir’de saygı duruşunda bulunmaları bir kirli amel, Hristiyan âdeti olan mezara çelenk bırakma ayrı bir kirli amel.
Dünya çapında 2 milyara yakın Müslümanın bedduasını alan “Zatıali”ye şükranlarını sunmak, apayrı bir gaflet ve dalalet.
Bu yazıda, Bakan Kaya ve peşinden giden “civcivlere” biraz demokrasi tarihi dersi vermekle yetineceğiz. Çok sevip minnet duydukları Cumhuriyet tarihinden, onun kurucularının ve gerçekte kadın hakları adına neler yaptıklarından biraz bilgi vereceğiz.
Kadına “özgürlük” verdiğini iddia ettiğiniz Mustafa Kemal, 1925’te İkinci Meşrutiyet’ten itibaren kadın hakları için var gücüyle mücadele eden “Kadınlar Halk Fırkası”nı kapatmış, sırf kadınlardan oluşan bu partinin Meclis’e girmesine izin vermemişti, biliyor musunuz? Siyasete aktif olarak geçmelerine izin verilmeyen ‘Kadınlar Halk Fırkası’ adını “Türk Kadınlar Birliği” olarak değiştirip faaliyetlerine dernek olarak devam etmeye karar verdiler. Kurucularından Nezihe Muhiddin ve Halide Edip gibi feminist ve modernist kadınlar, hem Mustafa Kemal’in hem totaliter rejimin hakaret ve polis baskınlarına maruz kaldılar. Nihayet Nezihe Muhiddin’in yaşamı bir akıl hastanesinde sona ererken, Halide Edip bir gece yarısı apar topar ülkeyi terk etmişti de, 14 yıl ‘sürgünde’ kalmıştı.
Bu süreçte Mustafa Kemal’in erkek milletvekili takımı, henüz anayasal düzenlemenin buna müsaade etmediği, kadınlara henüz seçme-seçilme hakkı verilmediği gibi gerekçeler, Fırka’nın görüşlerinin “aşırıcı” olduğu, hatta kadınların yeterince demokratik ve siyasî olamadıkları gibi yorumlarla kadınlara Meclis’te yer vermemişlerdi. “Gidip evlerinde kadın olmayı öğrensinler” gibi aşağılayıcı sözler ve yorumlar arasında Meclis’in sıra kapaklarına veya topuklarıyla yere vurarak tepki vermişlerdi.
Tüm bunlar olurken, “zat-ı âlileri” Mustafa Kemal, sesini bile çıkarmamıştı.
Elbette bunlar, hepsi “siyasî ve anayasal nedenlerden” dolayıydı. Tek partili yönetimi savunan Mustafa Kemal, İnönü ve etrafındaki ekip, 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ile ülkedeki tüm muhalefet hareketlerini, siyasî partileri ve dernekleri şiddet ve kanla bastırıyor, kapatıyorlardı. Ancak siyasî ortamın kendi lehlerine işlediğinden emin olduktan sonra kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdiler.
Peki, seçme ve seçilme hakkını verdiler de ne oldu? Yıllarca başörtüsü mağduriyeti çekenler arasında AKP milletvekilleri yok muydu? Tabi ki vardı, ama bir şeyler değişti o zamandan bu zamana...
İnönü ve CHP zihniyetinin 90 yıl boyunca yeterince "aydın" görmediği Müslüman kadını, AKP “demokratikleştirdi”. Onları laik, demokrat ve çağdaş yapan “BİZDİK!” diyebilen AKP vekilleri, İslam düşmanlarının yarım kalan işlerini başarıyla tamamladıklarına kanaat etmiş olacaklar ki, böylesi bir töreni uygun görmüşler.
Yine “Zat-ı Âlilerinin” kadınlara verdiği değeri, 24 Nisan 1930’da Resmi Gazete’de yayınlanan “Genel Ev Kanunu” ile de anlamak mümkün. Bugün Türkiye’de fuhşun, kadın ticaretinin bu kadar yayılmasının hatta çocuk yaşlara inmesinin nedeni, kadına layık görülen “çağdaş, medenî, laik demokratik” değerler ve konumdur.
Peki, Bakan Kaya 15 Temmuz’da tankların altında kalan kadınlarımızı nasıl anabildi ‘Atatürk’e mektubunda. O gün şehit düşen Müslüman kadınlarımızın hangisi, Atatürk’ün mozolesine gidip çelenk bıraktı veya bırakırdı sizce? Onların, İslam ve Müslümanların tekrar Atatürkçü Laik Diktatör zihniyetin altında ezilmemesi için canlarını dahi feda ettikleri bu tertemiz ameli nasıl da çarpıtabildiniz? Kendi başarınızmış gibi, “zat-ı âlinize” götürmek nasıl bir şahsiyet bozukluğudur?
Sayın Bakan ve milletvekilleri, bu perestişkâr eylemle kime, neyi ispat etmeye çalıştınız acaba? Acaba Kemalist kesimden bu yaptıklarınızdan dolayı size teşekkür veya tebrik geldi mi? Gelip sizi sarılıp kucaklayan oldu mu, “ah kardeşim ne güzel aynı değerleri paylaşıyoruz…” diyerek mesela?
Acaba her fırsatta Cumhuriyet’in kurucusuna beddua eden Müslümanlardan kaç kişi gelip bu Bakanı ve milletvekillerini tebrik etti? Veya “ne iyi ettiniz? Artık şu CHP’liler bizi rahat bırakacak, biz daha iyi demokratlarız” diyen çıktı mı?
Bu yapılan eylemden en bariz ortaya çıkan şey; Müslümanların oylarını İslamî yaşam vaatleriyle toplayarak başa gelen iktidarın, maskeli ikiyüzlülüğüdür. Kendi deyimleriyle, bilinçleridir. Onların zihniyeti, Müslüman halkın değeri İslam'ı milliyetçilik, Batılı özgürlük anlayışı ve yaşam tarzıyla mezcetmek yönündedir. Siyasî, ekonomik ve kültürel hayatın her alanında laiklik ve demokrasiyi kökleştirip İslamî mefhumları yozlaştırıp içini boşaltıp, tamamen zihinlerden ve kalplerden silip atmaktır. Nitekim bu açıdan bakınca, övünmekte haklılar.
Hakikaten de 90 yıl boyunca CHP’nin başarısız kaldığı konuda, AKP Hükümeti büyük başarı elde etmiştir. Türkiye’de Müslümanlar, hiç bu kadar “çağdaş medeniyetler seviyesine” yakın olmamıştı.
“Aile ve toplumun temeli olan kadın evde, iş yerinde, siyasette, ekonomide karar alma mekanizmalarında” demokrasi ve laikliğin kendisine biçmiş olduğu şahsiyetle “etkin rol” üstlenirken, toplumumuz Batılı ‘medeni’ toplumların hastalıklarıyla buluşmakta ve boğuşmaktadır.
Kadınlarımızın başında artık örtü var, ama bedenleri ve yaşam tarzları İslamî ölçülerden çok uzak. Çocuklarımız arasında hiç bu kadar ahlak, ilim, İslamî değerlerden yoksunluk, psikolojik buhranlara gark olmuşluk görülmemişti. Gençlerimiz artık Batılı gençlerin boğulduğu bataklıkların içine ‘fevc fevc’ sürükleniyorlar. Milliyetçiliği ve laikliği eğitimin en kutsal görevi olarak gören bu düzen, yüzyıllarca dünyaya İslamî şahsiyetleriyle öncülük etmiş genç nesillerimizi okuduğunu dahi anlamaktan aciz bırakarak, başka milletlerin alay konusu haline getirmiştir.
Ümmetin vergileriyle aldığınız en pahalı eşarp ve ayakkabılarınızı giyip Atatürk’ün önünde kıyam edeceğinize, keşke ümmete verdiğiniz sözlerle, Allah’ın indirmiş olduğu bu dini doğru anlayıp onun için çalışsaydınız, ey laik Cumhuriyet’in başörtülü “Demokrat” milletvekilleri!
Tamam, bunu yapamıyorsunuz, bari Kemalistlerin, Atatürkçülerin ibadetvari yerine getirdiği ritüellere, bir de ‘nafile demokratik ibadet’ eklemeseydiniz. İspat ettiğiniz tek bir şey var, o da; çağdaş-medenî Türk kadını olmanın gereklerinde eksiklik bırakmadığınızdır.
Gördük ki; çağdaş medeniyetler seviyesinde ilerleyen AKP vekilleri ve “Laik Nafile İbadetleri” Müslümanların arzuladığı yaşam tarzından çok uzakta.
Gördük ki 1990’lı yıllarda başörtüsü için meydanlarda mücadele eden samimi bacılara siz ihanet ettiniz.
Gördük ki siz Beyazıt Meydanı’nda başlayan başörtüsü yürüyüşünü, kırmızı halılar üzerinde önce Meclis’e sonra Anıtkabir’e taşıdınız.
Yolunuz yol değil, hanımlar!
Gelin vazgeçin, bu sonu uçurum olan "kutlu" yürüyüşten…