Ben Hizb-ut Tahrirliyim. Görüşlerini ve fikirlerini paylaşıyorum. Bunu söylemekten utanmıyor, kokmuyor ve tekraren ilan ediyorum. Hücre evim, sabah evimden çıkarken selam verdiğim ve çayını içtiğim emlakçım, sıcacık ekmeğini aldığım fırıncım ve çocuklarıma cebimde param olduğunda çikolata aldığım bakkalımdır. Benim hücre evim kendimi ve dünyamı içime hapsettiğim, sustuğum, konuşmadığım ve hakikatlere gözümü kapattığım dört duvar değildir. Benim hücre evim, içinde Hizb-ut Tahrir’in nezih ve derinlikli fikirlerini mütalaa ettiğim, sonra bu fikirleri tartıştığım, zihnimde ve gönlümde tartıp “evet bu benim ümmetimi kurtaracak fikirlerdir” dediğim ve anlatma zemini bulduğum, insanın nefes alıp verdiği her yerdir. Benim hücre evim, ümmetimin hapsedildiği, fikirlerinin tek bir politik eksene mecbur kılındığı, tek şeyin konuşulduğu, tek adama eyvAllah edildiği, tek partiye kelepçeyle bağlanıldığı, tek kutuplu ve dar bir menfeze kilitlenildiği karanlık bir dehliz değildir. Benim hücre evim, fikirleriyle ve duygularıyla hücrelerine kadar ümmetin derdi ile dertlendiğini bildiğim Hizb-ut Tahrir’in geniş ve evrensel bakışıdır.
Bu bakış bir hücre evine sığmayacak kadar geniştir. Öyle bir bakış ki tüm diğer fikir sahiplerine **“ben de düşünüyorum, ben de bu ümmet için kaygılanıyorum” diyen her fikir sahibine kucak açan ve “gel kardeşim birlikte bu dünyayı değiştirelim, birlikte dünyayı ilahi buyruklara boyun eğdirelim ve birlikte başaralım” diyen bir genişlik...
Makaleme başlarken ifade ettim. Ben Hizb-ut Tahrirliyim. Bu ümmetin bir parçasıyım. Hücre evi değil “evim” var. Çocuklarım var bana baba diyen. Eşim ve yakın akrabalarım var benim için üzülen ve kaygılanan. Çevrem ve arkadaşlarım var birlikte oturup çay içtiğimiz ve derinlikli konuları paylaştığımız. Hâl böyle idi 2009’dan bugüne... Vakıam, fikirlerim, iç dünyam, dış dünyam ve ben hiç değişmedim. Neden 2009? Çünkü o yıl bana “senin taşıdığın fikir çok tehlikeli” denilerek derdest edildim. 2010 yılında Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi heyetinin huzuruna çıktım (ki şimdi bu heyetin hepsi kamuoyunda FETÖ adı verilen örgütten tutuklu veya firari). Heyete yazılı 2 sayfalık bir ifade sundum. Bu ifadem hiç okunmadı. Mahkeme başkanı, sonuç olarak ne diyor diye yazılı ifademin son cümlesini cımbızla arama gereği hissetmiş olmalıydı ki ‘kabul etmiş mi etmemiş mi? diye sordu diğer heyet üyesine... O üye de “etmiş etmiş” diye hafif ve kısık bir sesle karşılık verdi. İşte ne olduysa “etmiş, etmiş” cümlesi 7,5 yıl cezaya gerekçe oluverdi. İnanın içimde kaldı. Keşke dedim şu öndeki birkaç satırı okuyuverselerdi en azından Hizb-ut Tahrir’i biraz olsun anlamış olurlardı. Ancak nafile... Şu hususa dikkatinizi çekmek isterim. Sorgulanan şey Hizb-ut Tahrirli bir bireyin silah kullanıp kullanmadığı, birini yaralayıp yaralamadığı, birine hakaret edip etmediği, hukuki tabirle söyleyeyim şiddet ve cebir kullanıp kullanmadığı meselesi değildi. Suç olan Hizb-ut Tahrirli olduğunu söylemekti.
Anayasa Mahkemesi’nin 19.07.2018 tarihli Yılmaz Çelik kararında da benzer ifadeler vardı zaten. Şöyle diyordu mahkeme “terör örgütlerinin söz konusu olduğu durumlarda ilk olarak değerlendirilmesi gereken, örgütün temel haklar kapsamında kaldığı iddia edilen fikirleri değil amaçlarına ulaşmak için anayasal bakımdan korunması mümkün olmayan şiddet yöntemlerine başvurup başvurmadığıdır.” İşte, ilk olarak bir yapı ile ilgili olarak değerlendirilmesi gereken fikirleri ve metodu iken, daha da ötesi şiddet ile olan ilişkisinin var olup olmadığı iken, bu vakıa böyle değerlendirilmeden sadece peşin bir ön kabulle “üyeliğin varlığı veya yokluğu” ile yargılamaya gidildi.
İşte, Sayın Yılmaz Çelik’in tam da bu eksende yargılandığını Anayasa Mahkemesi ifade etmiştir. Aynı kararda: “…yürütülen yargılama süreci, tarafların iddia ve savunmaları ile mahkemelerin kararları ve başvuru formu dikkate alındığında asıl vurgunun terör örgütüne üye olma suçunun unsurlarının oluşup oluşmadığı üzerine yapıldığı anlaşılmaktadır... Soruşturma ve yargılama süreçlerinde bahse konu örgütün ideolojisi, savunduğu fikirler ve eylem tipi değerlendirmeye tabi tutulmamış; önceki mahkeme kararlarında Hizb-ut Tahrir'in bir terör örgütü olarak kabul edildiği olgusundan hareket edilerek başvurucunun söz konusu örgütün üyesi olup olmadığı üzerine yoğunlaşılmıştır.’’ denilerek bu husus açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla bu bakış açısından hareketle yaklaşık 2 sayfalık mahkemedeki ifademde sarf ettiğim savunmam kritik edilmemiş, daha çok üyesi olup olmadığım noktasından hareketle karar verilmiştir.
Şimdi kamuoyunun vicdanına seslenerek diyorum ki:
Sizin bir evladınız olsa, sizin bir kardeşiniz olsa veya bu muameleye maruz bırakılan babanız olsa, hayatında bırakın bir insanı yaralamayı, tek bir incitici söz söylememiş olsa, ona terörist muamelesi yapılmasına rıza gösterir miydiniz? Evini barkını terk etmesine, işinden kovulmasına, sıkıntılar yaşamasına rıza gösterir miydiniz? Hangi insan suçu sabit olmadan yargılanabilir ve mahkûm edilebilir? Bu, dünyanın hangi hukuk sisteminde yer bulabilir?
Dünyada hangi hukuk sisteminde evinde kitaplar bulunduğu için, düşüncesini ifade etmek adına kaleme alınmış fikrî beyanatlar olduğu için, hele hele %99’unun Müslüman olduğu ifade edilen bir ülkede evinde akidesinin temel rüknü yazılı bulunan tevhid bayrağı bulunduğu için ve ayrıca bu argümanlara suçu sabit kılan kanıtlar ve deliller olarak itibar edilebilir? Hangi hukuk siteminde “düşünmek” ve de farklı düşünmek, bir hedef ortaya koymak, sonra bu hedefe giden yolda fikrî ve siyasi bir mücadele yöntemiyle davetini yapmak, “suç delili” sayılmıştır? Dünyada ün yapmış hangi literatür veya sözlük kitabında “terör” kavramı “fikri terör” diye vasıflandırılmıştır? Dünyada hangi düşünür, insanlığın yararına bir buluş icat ettiğinde “vay sen misin bu güzel şeyi bulan” denilip hapse mahkûm edilmiştir?
Hizb-ut Tahrir, tam da ümmetin maslahatına olan ve tam da insanlığı kurtaran bir reçete ile toplumların karşısına çıkmıştır. Bu reçete ekonomik krizlerin konuşulduğu ve çözüm arayışları için ardı sıra koşuşturulduğu zaman dilimlerinde iktisadi krizlere sağlam ve esaslı çözümler sunmuştur. Bu reçete ile sömürünün ve paravan terörist örgütlerin kucağına itilen halklara, gerçek düşmanları olan katil devletleri deşifre etmiştir. Bu reçetenin en temel ilacı sağlam esaslara dayalı iktisadi, içtimai, hukuk ve muamelat konularında tatbike zemin olacak, kökü sağlam bir nizam veya güncel tabirle güçlü ve dinamik bir ***“sistem”***dir. Hizb-ut Tahrir işte bu öneride bulunmuştur. Bu reçete sayesinde ümmete siyasi bir bakış kazandırmış, olaylara ve vakıalara İslâmi bir pencereden bakma olanağı vermiştir.
O hâlde dünyada mevcut hangi siyasal akım veya hangi fikrî fraksiyon, kendine has şiddeti benimsemeyen bir metot ile hareket stratejisi edinmiştir de ona terörist muamelesi yapılmıştır? Bir tane bana gösteremezsiniz.
Ama ben size kravatla dolaşan ve ülkesine liderlik ettiği hâlde terörist faaliyetlerin odağında olan onlarca adam gösterebilirim. Her bir adam her gün televizyonlarda konuşur ve “masum çocukların ve kadınların kurtarılmasından” söz eder. Her bir adam “insan hakları ihlallerinin artık son bulması gerektiğini” söyler. Her bir adam “şu toprak parçasını, şu coğrafyayı teröristlerden temizlemeden oradan çıkmayız” diyerek mazlumların hamisi kesilir. Veyl olsun onlara... Televizyon ekranlarında kendisine hitaben “Sayın” diye saygınlık katılan biri, 18 yıldır Irak’ta 1 milyon insanın canına kıydı. Öteki adam, son 8 yıldır Suriye’de 5 milyon insanı evinden etmiş, 600 bin insanın katilidir. Oysa o, sofralarda bir “beyefendi” gibi karşılanır ve taltif görür. Bir diğeri 40 bin insanı Mısır’da zindana tıkmış, yüzlercesini benzin dökerek yakmış ve kurşuna dizmiştir, çoğu için ölüm sehpaları hazırlatmıştır. Oysa o, bilmem hangi zirvenin onur konuğudur. Daha sayacak çok terörist var kardeşlerim. Terörist kimdir? Kim terörist faaliyetler içinde? Resim ortadadır.
Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi heyetine sunduğum ifademin son pasajı ile yazıyı sonlandırmak isterim. Kim bilir belki bir dahaki yazıyı yazamam. Biz Rabbimize dayandık. Vekilimiz O’dur...
“...Benim kanaatim odur ki asıl terörist silah tutmasını dahi bilmeyen Hizb-ut Tahrirli gençler değil. Her kim Irak’ta, Filistin’de, Bosna’da, Çeçenistan’da, Cezair’de, Pakistan’da ve en son olarak da Doğu Türkistan’da katliam yapmışsa terör odur. Terörist de odur.
Tüm bu zikrettiğim sebeplerden dolayı beraatımı talep ediyor ve Rabbimin şu ayetiyle savunmamı bitirmek istiyorum.
فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Eğer yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilah yoktur. Ben sadece O’na dayanıp, O’na güveniyorum. O yüce arşın sahibidir. [Tevbe 129]”