Batı ile Müslümanların yüzyıllardır sürdürdükleri hak ile batıl mücadelesinin yeni evresi, hiç kuşkusuz İslâmi toplumların temel taşını teşkil eden aile kurumudur. Aile kurumunun iki yapı taşı olan eşler yani erkek ve kadın unsuru ise sözde Batı eksenli modern düşünce hayatı ile yeniden formatlanmak istenmektedir. Modern İnsan Hakları bildirgilerinin birincisi “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” olarak 1789, ikincisi ise “BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi” olarak 1948 yılında imzalandı. Bu bildirgeler ile ortaya konulan fikir ise “tüm insanların eşit olduğu” fikridir. Bu ise İslâm dünyasında egemen olan kadın-erkek ayrımı ve erkeklerin üstünlüğü düşüncesine karşı olduğu için, kadınların eşitliği hatta üstünlüğü fikrini savunan bir düşünce, bir akım olarak “Müslüman/İslâm Feminizmi”ni doğurmuştur.
İnsan hakları adı altında bir düzenleme oluşturmak zorunda kalan hatta ikinci ve son hali olan Evrensel Bildirgesi’ni 71 yıl önce imzalayan geri kalmış, yobaz ve zillet içerisinde olan bir toplum mu Müslümanların örneği, hatta yol göstericisi olacak? Hayatımızı düzene sokan, değil insanlık tüm canlıların kurtuluşuna vesile olan en adil nizam İslâm risaleti, takriben 1400 yıl önce her türlü müşkülümüzü çözen İslâm Nizamı değil midir? Allah Celle Celalehu insanı insandan daha iyi tanıyan ve bilen değil midir? Elbette insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkartan, kişilere kendi misyonlarını öğreten hayat nizamı olarak İslâm’ı seçen Allah Celle Celalehu’dan başkası değildir. Öyleyse her ne olursa olsun ve hangi konumda ve durumda olursak olalım, kendi nefsimiz ve aklımızın üstünde Kur’an ve Sünnet’in var olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yine örnek olarak ise Allah’ın Rasulü Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in örnekliğini göz ardı etmemeliyiz.
Gelelim, Müslüman Feminizm anlayışının nasıl doğduğu ve özellikle Türkiye’de nasıl oluştuğuna… Bu konuda hiç kuşkusuz birçok araştırma yapıldı ve makaleler yazıldı. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da yine başı çeken ülkeler Türkiye, Mısır ve İran oldu. Bu üç ülkenin bazı düşünürlerinin Batı’nın modern insan hakları tezinden etkilenerek ve İslâm’ın hükümlerini tevil ederek İslâmi hükümlere tezat bu terimi ürettiklerini gözlemliyoruz. Bu üç ülkede ise bu konuda öne çıkan kişiler şunlar: İran’da Afsaneh Najmabadeh ve Ziba Mir-Huseyini (Müslüman feminist ve antropolog); Mısır’da kadın araştırmacı Azîze M. Kerem (kendi ülkesindeki feminist düşünceyi üç sınıfa ayırmaktadır: Seküler Feminizm, Müslüman Feminizm ve İslâmcı Feminizm). Türkiye’de ise “Kadın Karşıtı Söylemin İslâm Geleneğindeki İzdüşümleri" kitabının yazarı ve Havle Derneği’nin mimarı olan İlahiyatçı-Yazar Hidayet Şefkatli Tuksal öne çıkan Müslüman feminist olarak biliniyor. Nitekim 2018 yılında kurulan Havle Derneği’nin kurucuları ile yapılan bir röportajda şu ifadelere yer verilmiş:
“Hidayet Şefkatli Tuksal vaktiyle bir konuşmasında ‘Bir zaman gelecek, genç kadınlar ‘Havle’nin Kızları’ diye dernek kuracak, ben de üye olacağım’ demiş. Biz de hem buradan ilhamla hem de geçmişteki Müslüman kadın hareketiyle olan bağı görünür kılmak adına böyle bir isimde karar kıldık.”
İslâmi Feminizm konusunda Yrd. Doç. Dr. Hatice Şahin Aynur’un önemli bir çalışma olarak kaleme almış olduğu “İslâmî Feminizm ve Feminist Kur’ân Okumaları Üzerine Genel Bir Değerlendirme” adlı çalışmasından bir alıntı yaparak değerlendirmek istiyorum. 34 sayfalık araştırma metninin 3. sayfasında şunlar dile getiriliyor:
“Batılı bir perspektiften bakıldığında “Müslüman kadın”, ister seküler olsun ister dindar olsun bütün kadınlara işaret etmektedir. Bu tanım, kültürel kimlik olarak ele alındığında problem yoktur ancak yapılan çalışmalarda, dini, kimliğinin aslî unsuru olarak gören kadınlar ile seküler bir dünya görüşünü benimsemiş olanlar arasında ayırım yapmamak sorun teşkil etmektedir. Dolayısıyla Müslüman feministler, Kur’ân’a yaklaşımları açısından “seküler Müslüman feministler” ve “İslâmcı feministler” olarak ikiye ayrılabilir. Diğer bir deyişle İslâmcı feministler kategorisinde yer alanlar, feminist Kur’ân okumalarını yaparken Kur’ân metnini ve ayetlerini merkeze almayı önemserken diğer grup, yorumlarını daha bağımsız gerçekleştirerek ayetleri tahrif noktasına varabilmektedir.”
Her iki gurubun ortak özelliği ise Batı’da var olan feminizm anlayışını İslâm’ın kaynakları ile açıklamaya çalışmaları daha doğru ifade ile tevil etmeleri olmuş. Nitekim Havle Derneği’nin mimarlarından olan feminist Hidayet Şefkatli Tuksal’ın Haber Türk kanalında Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Caner Taslaman gibi tahrifatçıların katıldığı bir programda Nisa Suresi’nin 34. ayetinde geçen “başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün.” hükmü ile alakalı görüşü sorulduğunda şunları söylüyor:
“Son zamanlarda Mehmet Okuyan veya Sonia Cihangir gibi hocalarımın yaptığı yorumlarda olduğu gibi bu ayette geçen “dövme” kelimesinin dövme değil de boşanma, uzaklaşma gibi anlamlara gelmesini çok ama çok isterdim. Hatta bazen inandığınızın tersine, tahrif edilme pahasına bu ayetin bu şekilde tercümesi keşke yaygınlaşsaydı diye düşünmedim değil. Fakat hem geleneksel tefsirlerde hem de Arapçaya vakıf olan kişilerin tefsirlerinde bu kelimeyi nasıl kullandıklarına baktığımızda hiç de o kadar “dövebilirsiniz” anlamına uzak bir anlamda kullanılmadığını görmekteyiz. Ben burada kendime teselli olarak sadece şunu bulmuştum. O dönemde anlatılan kıssalarda Hz. Ömer’in hatta Hz. Ebubekir’in dahi sinirlendiklerinde kadınlara karşı ilk tepkilerinin şiddet uygulama olduğunu görüyoruz. Yani böyle rivayetler ne kadar doğru bilmiyorum ama böyle bir ortamda hemen şiddeti engelleyecek ve öncesinde bir müzakere sürecinden ve daha sonra küsme sürecinin devreye girmesini sağlamasını ben bir kazanım olarak gördüm. Fakat keşke böyle bir seçenek olmasaydı diye düşünmedim değil hatta canı gönülden de istedim açıkçası.”
İşte bu ve benzerî fikirler, ayet ve hadisleri kendi kadın-erkek eşitliği tezlerini teyit etsin diye tevil hatta tahrif etmeyi göze alan Müslüman Feminist bir aklın ürününden başka bir şey değildir. Bu zelil düşünce olgusu zamanla kendisini “Müslüman Feminist” olarak görmeyen hatta sorulduğunda bu menfi kavramı eleştiren çok tehlikeli bir akımı da oluşturmadı değil. Bu akımı daha iyi analiz edebilmemiz için günümüzün aile yaşantılarına ve o ailenin yapı taşları olan erkek ve kadınların toplum içerisinde nasıl yetiştirildiğine bakmak gerekiyor.
Toplumların hatta İslâm beldelerinde olan insanların ekseriyetinin gayri İslâmi bir ortamda yetiştiklerini, eğitim gördüklerini ve özel yaşantıları dâhil hayatlarına medya ve sosyal medya aracılığı ile yön verdiklerini gözlemlemekteyiz. Takriben 100 yıldır İslâm, hayatımızda merkezî bir konumda olmadığı, daha çok para ve eğlence eksenli bir yaşantı sürdürüldüğü için bu durum, tabii olarak o ailelerde yetişen çocuklara da menfi olarak yansımaktadır. Örneğin, baba ve annenin full-time (tam zamanlı) çalıştığı bir ailede çocuklar, anne-baba terbiyesi görmemiş hatta annenin/kadının “çalışarak kendi ayakları üstünde durabilir” anlayışının ön planda olduğu bir ortamda yetişmiş olmaktadır. Üstelik Batı’nın kadına empoze etmiş olduğu kadın hakları ve iradesi fikrinden de yola çıkarak evde adeta evin reisi gibi hareket eden kadının annelik yaptığı bir ailede yetişen çocukların nasıl bir şahsiyete sahip olacağı da ortada. Bu çocuklar -özellikle kız çocukları-, daha sonra evlendiklerinde kendi kocalarına annelerinden gördükleri “baskın kadın” rolünü oynamaya kalkıştığında sonuç maalesef hüsran olmaktadır.
İslâmi davayı omuzlanmış olan ve toplumu İslâmi bir topluma dönüştürmek isteyen dava erlerinin bu hastalığa nasıl duçar kaldığına gelmeden önce eşitlik kavramı ile alakalı kısaca bir-iki örnek vermek istiyorum. Malumunuz, günümüzde eşitlik, adalet ile ilişkilendirilerek özellikle kadın-erkek eşitliği üzerinde durulduğunda, Müslüman kesim bunu Allah’ın farzları ve haramları üzerinden teyit ettirmeye çalışmaktadır. Örneğin namaz, oruç gibi farzların yapılması veya domuz eti ve alkol gibi haramların terkedilmesi hükümleri zikredildiğinde bunların Müslüman olan insan için yani kadın, erkek ayrımı yapılmaksızın dikkate alınması gerektiği zikredilmektedir. Hâlbuki bahsetmiş olduğumuz hükümlerin ifası, kadın ile erkeğin eşit olduğu anlamına getirmiyor. Bilakis o konuda hükmün her ikisi için geldiği anlamına geliyor. Nitekim kadınların ayın belirli zamanlarında namaz kılmaları haram iken, erkeğin ömrü boyunca böyle bir hükümle muamele görmediğini bilmekteyiz. Bu konuda bilinmesi gereken şudur: Kadın ile erkek eşit değil eştirler. Yani, sağ ve sol eline giymiş olduğun eldivenler veya sağ ve sol ayağına giydiğin ayakkabı gibi birbirinin eşleridirler. Lakin bu eşler değiştirildiğinde yani sol eldivenini sağ eline yine sağ ayakkabını ise sol ayağına giydiğinde ki bu, eşitlik ilkesinin bir tezahürüdür ve kesinlikle adalet değil bilakis zulümdür. Yani eşitlik, her zaman adalet değildir. Bilakis bu kural İslâm’ın kurallarından bağımsız olarak mutlak anlamda görüldüğünde gerçek anlamda zulümdür. Örneğin 5 yaşındaki bir çocuğun yediği ile 15 yaşındaki bir çocuğun yediği aynı olmadığı halde her ikisine eşitlik kavramı doğrultusunda aynı yemek porsiyonunu verirsen ya 15 yaşında olan çocuğun aç kalmasına ya da 5 yaşında olan çocuğun fazla yediği için sıkıntı çekmesine sebep olmuş olursun. Dolayısıyla İslâm kişinin fıtratına göre kendisine görev vermiştir ve bu konuda kesinlikle eşitlik yoktur.
Gelelim örnek olan dava erlerine ve bu kişilerden meydana gelen ailelere. Dava erleri, doğru İslâmi fikirleri anlamış ve bu fikirlerle yoğrulmuş olan fiillerle biçimlenmiş olan bireylerdir. Dava erleri toplum içerisinde örnek olması gereken ve toplumu değiştirme konusunda ciddi adımları atan kişilerdir. Evet, bu bireylerin -kadın olsun, erkek olsun fark etmez-, sorumlukları diğerlerine bakarak elbette daha fazladır ve ağırdır. Bu bireyler hem ferdî ibadetlerini en güzel bir şekilde yerine getiren ve aynı zamanda etrafında bulunan akraba, komşu, arkadaş çevresine her açıdan bu yaşantısı ile örnek olması gereken kişilerdir hem de bunu dava eri olarak da yapmak zorundadır. Ama şunlar dava erlerinin kesinlikle üstlenebileceği bir haslet değildir:
• Ferdi ibadetleri, mümkünse nafilelerde buna dahil, aksatması hatta ciddiye almaması.
• Evin işlerinde görev taksimatını; evin içini hanımların, dışını beylerin ihmal etmesi ve gerekli hassasiyeti göstermemesi.
• Kocasının rızasını küçümseyerek onun ailesini göz ardı etmesi, küsmesi hatta kocasının bu fiili yapmasına engel olması. Yine kayınbabası veya kayınvalidesi yaşlanarak yardıma muhtaç olduklarında kocalarını bu konuda desteklememesi hatta engellemesi.
• Çocuklarına ve hanımına yeterince vakit ayırmayan beylerin, -ki bu şeri özrü olduğu taktirde makul görülebilir-, zamanlarını gereksiz şeylerle geçirmeleri.
Bu maddeleri çoğaltmamamız kesinlikle mümkün. Lakin verilmek istenin mesajın alındığı kanaatindeyim. Kısaca koca hanımını dinlemeli, onun ihtiyaçlarını karşılamalı ve kesinlikle nafakanın temini konusunda gayretli olmalıdır. Lakin aynı şekilde bacılarımız ise farz olduğu için kocalarını üzmemeli ve onu gazablandıracak sözleri sarf etmemelidir. Özellikle kocanın ailesi ile alakalı ileri geri konuşmamalı ve bu konuda kocasına bir nasihat ve hatırlatma yapacaksa bunu çok iyi düşünerek ve tasarlayarak yapmalı. Örneğin, işten eve geldiğinde hatta kapıdan içeriye girdiğinde değil, bilakis akşam müsait bir zamanda beyinin günün meşguliyetlerinden geri çekildiği bir anda güzel bir üslup ile ona sıkıntısını dile getirmeli. Fakat bu davranışları kesinlikle Allah Celle Celalehu korkan ve yalnız O’nun rızası için yaşadığını bilenlerin dikkate aldığını da unutmamak gerekir.
Rabbim bizleri ve ailelerimizi korusun.