Baudrillard, sosyoloji okuyanlar için ayrı bir öneme sahiptir. Zira onun ortaya attığı sosyolojik yaklaşım her açıdan çağımıza uygundur. Özetle Baudrillar gerçekliğin zaman içinde kaybolduğunu ve yerini gerçek olmayan hiper gerçekliğin aldığını söyler.
Hâkim güç gerçekliği yok etmiş ve yerine gerçek olmayan ama gerçek olarak gösterilen yeni bir gerçeklik koymuştur. Zihinler bu sahte gerçekliği anlamakta zorlanır. Üretilen gerçekliğin içinde kendisine sunulan her şeyi gerçek olarak alır ve sorgulamaz. Hiper gerçeklik kıskacında yaşayan ama bunun farkında olmayan insanlar ile fikirler üzerine konuşmak neredeyse imkânsızdır. Zira o hiper gerçekliğin kölesi olmuştur ve köleler düşünemez. Sadece kendisine verileni alır, uygular ve sonuna kadar savunur.
Hiper gerçeklik her kesimden zihinleri işgal etmiştir. İslâm adına kafa kesen, insanları diri diri yakan, kendisi gibi insan olan bir şeyhten medet uman İslâmi kesimlerde baş gösterdiği gibi dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü sanan, kendisi gibi düşünmeyenleri insan yerine koymayan onlara gerici yobaz yakıştırmalarında bulunan, kendisi gibi giyinmediği için darağaçlarında sallandıran, okullarına almayan laik demokrat kemalist kesimde de sıklıkla görmek mümkündür.
Allah’a hamd olsun ki İslâmi düşünce metodu bizi hiper gerçekliğe köle olmaktan kurtulma fırsatı verir iken laik kemalistlerin böyle bir imkânları yoktur. Onlar hiper gerçeklik girdabında köle olduğu hâlde köleliğinden habersiz bir şekilde kendisini efendi sanarak yaşamaya mahkûmdur.
Bu sosyolojik yaklaşımların üzerinde ısrarla durmamın bazı yerlerin altını çizmemin amacı acaba hangi gerçeklik içinde yaşadığımızı sorgulamaya teşvik etmek içindir. Yaşadığımız hayat ve hayatın içinde barınan fikirler gerçek mi yoksa hiper gerçekliğin kuşatması altında mıyız? Bu soruyu makalenin sonuna kadar zihninizin bir köşesinde tutun ve makale bitiminde cevabını arayın. Özellikle de bu makaleyi kaleme alma sebebi olan Sayın Aydın Tonga siz ve sizin gibi düşünen laik kemalist mahallenin sakinleri...
Bilindiği gibi Hizb-ut Tahrir İslâm ideolojisi üzerine kitleleşmiş hedefi Hilâfet’i yeniden ikame etmek olan siyasi bir partidir. Fikirlerinin toplumsal kabul görmesi ve yönetime ulaşmak için şiddeti metot olarak kullanmaz. Siyasi bir partidir ve onun faaliyetleri de siyasidir. Hilâfet’in yıkıldığı 3 Mart tarihi dünya müslümanları için hayati öneme sahip bir tarih olduğu gibi Hizb-ut Tahrir için de bir kat daha fazla öneme sahiptir. Doğal olarak Hizb-ut Tahrir 3 Mart haftasında Hilâfet’in önemini hatırlatmak için konferanslar düzenler. Hem de Türkiye gündemindeki havanın soğuk ya da sıcak, sert ya da hafif olmasına bakmaksızın...
Nitekim geçen yıl olduğu gibi bu yıl da “Dünya Hilâfet’e Neden Muhtaç” başlıklı bir konferans düzenliyor. Konferans ilanından sonra Odatv başta olmak üzere birçok kesimden tepkiler çığ gibi gelmeye başladı ve nihayetinde Odatv’den Aydın Tonga tıpkı geçen seneki gibi, içeriği olmasa da bir şeyi anlama gayreti göstermesi açısından düzeyli ve takdire şayan bir yazı kaleme aldı. Fikirden yoksun boş lakırdılara değil ama Sayın Tonga’nın yazısına cevap verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şimdi gelelim Tonga’nın dile getirdiği hiper gerçekliklere!
Sayın Tonga makalesinin başında konferans tanıtım videolarında yapılan konuşmalardan şunları köşesine taşımış:
“Gelelim, dünyanın neden hilafete muhtaç olduğu savına. Konferansa davet bağlamında konu ile ilgili üç video yayınlandı. Bu videolarda “laiklik ve demokrasinin şeytani bir hükümranlık” olduğu dolayısıyla bu sistemlerin kabul edilemeyeceği söyleniyordu. Ayrıca mevcut kapitalist dünyanın ekonomiden, siyasete, eğitimden sağlığa kadar devasa sorunlar yarattığı ve mevcut sistemin bunları çözemediği ifade edilerek, hilafet düzeni yani İslami esaslara dayalı bir devlet düzeni adres gösteriliyordu. Nihai olarak “13 asırlık hilafet düzenini dünyanın yeniden yaşamaya muhtaç olduğu” salık veriliyordu bu videolarda.”
Öncelikle kalın puntolarla dikkat çekilen yerlere açıklık getirecek olursak; elbette laikliği ve demokrasiyi icat etmedi ancak laikliğin temeli olan dinin hayattan uzak tutulmasının temeli şeytana dayanmaktadır. Zira o, Allah’ın Adem’e secde edin hükmü karşısında hükme tabi olmaktan imtina edip akıl yürüttü. Allah’ın hükmünü beğenmedi ve kendisi yeni bir hüküm icat etti. Kur’an’da şöyle geçmektedir:
قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلاَّ تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَاْ خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ أَن تَتَكَبَّرَ فِيهَا فَاخْرُجْ إِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ قَالَ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
“Gerçek şu ki, önce sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: «Adem'e secde edin!» dedik; hemen secde ettiler ancak İblis secde edenlerden olmadı. Allah: «Sana emrettiğim halde secde etmene ne engel oldu.» dedi. «Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan.» dedi. Bunun üzerin Allah: «Hemen in oradan, orada büyüklük taslamak ne haddine, haydi çık; çünkü sen alçaklardansın!» buyurdu.” Araf Suresi 12,13,14
İşte şeytani akıl böyle işler. Allah’ın açık emirleri dururken onları beğenmeyip kendisi hükümler ihdas eden ilk yaratık şeytandır. Bu yolu takip edenlerin de şeytani akla sahip olduğunu söylemek doğru bir yaklaşımdır. Zira laiklik ve demokrasi Allah’ın hükümlerini hiçe saymanın ve beğenmemenin adıdır. Dolayısıyla şeytani bir hükümranlıktır.
Hilâfet İslâm ahkamının kâmil manada tatbik edilmesidir. Dolayısıyla olmalı mı olmamalı mı? Faydalı mı zararlı mı? Denesek mi denemesek mi? tartışmaları anlamsızdır. Tonga’nın Hilâfet’e karşı çıkması da hiçbir anlam taşımamaktadır. Bu konunun tafsilatını önceki yazımızda beyan etmiştik, dileyenler oraya bakabilir.
Şimdi asıl tartışma alanına giriş yapalım. Tonga Hilâfet Rejimi hem imkânsız hem de diktatörlüğe açık derken şu tezlerle fikrini savunmuş:
1- İslâm alemindeki fikrî ayrılıklar ve keskin yorum farklılıklarının daha fazla kaos ve daha fazla ölüm getireceği
2- Hilâfet’in diktatörlülüğün kapısını aralayacağı
Birinci meseleden başlayacak olursak:
İçtihat, İslâm’ın evrensellik yönünü ayakta tutmak için varolan vazgeçilmez bir unsurdur. Onun sayesinde 1434 yıldır karşılaşılan sorunlara İslâmi çözümler üretilmektedir. İçtihat olmaz ise fikir donar ve harici unsurlardan çözümler üretilmeye başlar. İçtihattan kaynaklı konular ise muhkem konulara kıyasla cüz’i orandadır. İslâm’ın aslı ve temel omurgası muhkemdir. İçtihada mahal bırakmayacak kadar açıktır.
İslâm tarihinin ilk dönemlerinde yaşanan anlaşmazlıkların kaynağı ictihat yahut yorum farklılıkları olmadığı bilinen bir gerçekliktir. Sizin ve İslâm’a saldırmak için fırsat kollayanların ısıtıp ısıtıp piyasaya sürdükleri ilk dönem anlaşmazlıkların kaynağı kabilesel faktörlerdir. Hangi kabilenin yönetimde olduğunda insanların yönetime güven duyacağı ve İslâm’ın daha iyi bir şekilde tatbik edileceği meselesidir. İbni Haldun Mukaddime adlı eserinde bu konuyu bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır. Asabiyet Teorisi’nin esasını da dönemin Arap dünyasındaki kabile yaşantısı ve kabile anlayışı oluşturmaktadır. Dolayısıyla ilk dönem İslâm tarihinden getirdiğiniz örnekler İslâm’ın yapısal özelliğini yansıtmaktan uzak olduğu gibi yorum farklılıklarının savaşlara yol açtığını söylemek yanlış bir tespittir. Bir araştırmacı olarak tarihe nasıl bakılması gerektiğini İbni Haldun’dan almanızın olayları objektif bir şekilde değerlendirmeniz için yerinde olacağı kanaatindeyim.
Buhari’nin Ebu Hanife’den hadis almaması, Buhari’nin tekfir edilmesi vb. konular fer’i konulardır ve toplumun genelini yansıtmaz. Nitekim bahsettiğiniz dönemler İslâm’ın altın çağı olup tüm insanlığa medeniyet götürdüğü yıllardır.
İslâm dünyasının günümüzdeki durumuna gelince; elbette fikrî ayrılıklar ve yorum farklılıkları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Lakin bu farklılıklar sizin büyüttüğünüz kadar olmadığı gibi kaynağı ne İslâm ümmeti ne de İslâm’ın kendisidir. Bilakis bu ayrılıkların kaynağı sömürgeci kâfirlerdir. Nitekim İngilizler bir yandan Hilâfet’i yıkmak için çaba sarf ederken diğer yandan İslâm ümmetinin yeniden tekrar ayağa kalkmasını engellemek adına âlim görünümlü ajanlar devşirmiş ve onların eliyle İslâm ümmetine fitne tohumları ekmeye çalışmıştır. Cemaleddin Afani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza gibi Batı hayranı İngilizci akılların ektiği bu fitne tohumları hâlen varlığını sürdürmekte ve gerçek İslâm anlayışının önünde bir set olarak durmaktadır. Lakin tarih onların başarısını değil başarısızlığını yazacaktır. Zira aydın akıllar artık sahih İslâm anlayışı ile dolmakta, dost ve düşmanı ayırt edebilmektedir.
Şu bir hakikattir: İslâm ümmetinin başındaki yöneticiler öyle ya da böyle sömürgeci kâfirlerin hizmetkârı konumundadır. Bu yöneticilere dalkavukluk yapan âlimler de elbette vardır. İsmi parlatılan, ön plana çıkartılan nice âlim onlara hizmet etmektedir. Yöneticiler tahtalarını bu âlimlerin fikirlerini tebaaya pompalayarak sağlamlaştırmakla kalmayıp sömürgeci kâfirlerin yerleşik düzenini de koruma altına almaktadır. Ancak İslâm ümmeti bu yöneticilerin ve dalkavuk âlimlerin ihanetini görmektedir. Gerçek âlimler arasında Hilâfet’in farziyeti konusunda ihtilaf olmadığı gibi nasıl bir Hilâfet olması gerektiği noktasında da ihtilaf yoktur.
Özetle bugün Müslümanların birbirini kâfirlikle itham etmesi, birbirine reddiyeler hazırlaması, birbirini beğenmemesi, birlik olamamaları vb. sömürgeci kâfirler tarafından desteklenen bir projeden ibarettir. Yapaydır ve tükenmeye mahkûmdur.
İslâm ümmetindeki “yapay olmayan” ihtilaflar geçmişte mezhepleri oluşturmuş ve bu mezhepler yüzyıllar boyunca birlikte yaşamış, birlikte cihad etmiş, birlikte sevinmiş, birlikte üzülmüştür. Derin ihtilaflar olmasına rağmen İslâm tarihinde mezhep savaşları yoktur. Bu ihtilaflar toplumu ayrıştırmamış, İslâm ahkâmını uygulamada herhangi ciddi bir ayrılığa sebebiyet vermemiştir.
Tonga’nın şu sözüne gelince:
“Binlerce farklı yorum, yüzlerce farklı itikadi seslenişten tek bir halife çıkmaz. Çıksa bile sonrası kaos, savaş ve isyan olur. Çünkü Müslümanlar, iktidarda olan halifeyi “dine aykırı” icraatları nedeniyle görevden indirmek isterler. Tarih bunun ibretlik örnekleri ile doludur çünkü.”
Hilâfet İslâm ümmeti için yeniden doğuş olacaktır. Hilâfet Devleti’nin uygulamaları onun geleceğini belirleyecektir. Hilâfet bir kesimin duygularını bastırma aracı değildir. Spor salonlarında kurulamadığı gibi birbirinden kopuk bir avuç toprak parçası üzerinde de kurulamaz. Hilâfet yüzyıllar boyunca Müslümanlara kan kusturan sömürgeci kâfirleri bırakıp da Müslümanlara savaş açmaz. Hilâfet İslâm ahkâmını tatbik ediyorum diye masum insanların kafasını kesmez! Böyle bir Hilâfet ile insanların karşılarına çıkıp biat isterseniz elbette kimse biat vermez, veremez. Ümmete eziyet değil hizmet esası üzerin bina edilmiş Hilâfet’e ise İslâm ümmeti gönülden biat edecek ve bağrına basacaktır.
Her fırsatta dile getirdiğimiz üzere tekrar dile getiriyoruz. Hilâfet Devleti ilahi bir devlet değildir. Onun yöneticisi olan halife de Allah tarafından görevlendirilmiş değildir. Uygulama hataları olabilir, zulümler olabilir, ancak bunlar halifeye isyan ederek kaos çıkartmakla giderilemez. Halifeyi yanlış icraatlerinden dolayı muhasebe etmek farklı bir şeydir ona isyan bayrağı farklı bir şey. Hizb-ut Tahrir halifeyi muhasebe etmenin zorunluluk olduğunu belirtmekte iken yanlış uygulamalar yapıyor diyerek ona isyan etmenin haram olduğunu söylemektedir. Bu zulme rıza demek değildir bilakis zulmün daha fazla zulüm ile karşılanmasının önüne geçmektir.
Tonga’nın şu cümlesi dikkat çekici:
“Ezcümle kurulan köle pazarları, elde ele dolaştırılan cariyeler, hakkında ölüm fetvası verilen yüzbinler bu tarihin derin dehlizlerinde hala yerini korumaktadır. O tarihin en korkunç sayfalarında çocuk yaşta evlenmeyi doğru gören fıkıh kitapları gelmektedir. Geldiğimiz yerde sözü çok fazla uzatmadan, Hizb-ut Tahrir yöneticilerine sadece şu soruyu sormak istiyoruz: Bugün sizlerden hanginiz kız çocuğunuzu dokuz yaşında evlendirdiniz? Ya evlendirmeyi düşünürsünüz? Eğer bu sorulara cevabınız olumsuz ise bu ve benzeri hükümlerle dolu bir külliyatı ne diye toplumun önüne “hilafet düzeni” diye sunuyorsunuz? Sizin övündüğünüz tarihte bunlar yazılı; bu tarihin geleneği ve bu külliyat mı kurtaracak dünyayı? Sahi “Dünya bu düzeni mi yaşamaya mecbur!”
İşte makalenin girişinde anlatmaya çalıştığım hiper gerçeklik tam da bu! Sömürgeciler tarafından icad edilmiş hiper gerçeklik! Fikirden yoksun, düşünceden yoksun, tamamen öğretilmiş gerçeklik.
Sayın Tonga!
Fıkıh kitapları 9 yaşındaki çocuklarla evlenin demez! Çocukların hangi dönemde çocukluktan çıktıklarını belirtir. Fizyolojik değişiklikten bahseder ve bu değişiklikler vuku bulduktan sonra kişi çocukluk döneminden gençlik dönemine geçmiş olur, der. Bu durum evlenmekle direk bağlantılı bir konu değildir. Çocukluğunu tamamlayan birey şer’î hükümlerle mukayyed kılınır. Genç kız ise başörtüsü, cilbab ve namaz farz olur. Yoksa sizin mahallenin basbas bağırdığı gibi mesele evlilik meselesinden ibaret değildir. Bahsettiğiniz fıkıh kitaplarında akıl-baliğ olmanın şartları anlatılır. Bu kavimlerin fizyolojik özelliklerine göre değişkenlik arz etmektedir. Kimi kavimlerde 9’dur kimilerinde 14 kimilerinde 15, 16!
Bu hüküm İslâm’ın hükmüdür ve utanılacak hiçbir yanı yoktur. Şayet utanılacak bir şey arıyorsanız laikliği, demokrasiyi, ahlaksızlığı ithal ettiğiniz ülkelerin tarihine bir bakın! 12 milyonluk Kongo’nun 6 milyonunu köle yaparak köhne gemilerle balık istifinde Avrupa’ya ve Amerika’ya taşıyan laik demokrat ülkeler değil mi?
1800’lü yıllarda 350 bini 7-10 yaş arasında olmak üzere toplamda 1 milyon çocuk işçi çalıştıran, cinsel taziclerin had safhaya ulaştığı, veled-i zinanın ülke nufüsunun neredeyse yarısına ulaştığı laik demokrat ülkeler değil mi?
Bir yerde derin ve karanlık dehliz arıyorsanız orası İslâm tarihi değil hayranı olduğunuz, rejim ithal ettiğiniz Batı tarihidir!
Gelelim diktatörlük meselesine:
Hilâfet’in diktatörlük getirip getirmeyeceği meselesinden önce kavramların nasıl kullanılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması gerektiğine inanıyorum. Zira kavramlar anlaşmanın dilidir. Yerli yerinde kullanılmadığında kaos kaçınılmazdır. Bu nedenle ehemmiyetlidir. Bir örnek vermek gerekir ise terörizim bir kavramdır ancak bu kavram özellikle ABD tarafından tahrif edilmiş ve kendi menfaatlerine uygun hâle dönüştürülmüştür. ABD içini kendisi doldurduğu bu kavram sayesinde istediğini terörist ilan ederken istediğini de adalet savaşçısı ilan etmektedir. Şayet siz ABD’nin terör tanımını doğru olarak kabul ederseniz ABD’nin çıkarlarına hizmet etmiş olursunuz. Aynı şekilde diktatörlük de öyledir. ABD için Saddam diktatör iken Kaddafi değildir. İran diktatörlük ile yönetilirken Apartheid uygulamalarıyla adını duyurmuş olan Güney Afrika Cumhuriyeti diktatörlük ile yönetilen bir ülke değildir.
Şimdi bu minvalde diktatör kavramı üzerinde duralım. Diktatörlük her ne kadar uzantıları Antik Yunan’a dayanmış olsa da onun günümüzdeki kullanım şekli tamamen sömürgeci kâfirlerin menfaatlerine göre şekil almaktadır. Yaygın etkin kullanılan medya sayesinde kendi ulusal çıkarlarına karşı duran her ülke yöneticisi anında diktatörlük ile damgalanmakta ve itibarsızlaştırılmaktadır.
Sahi nedir diktatörlük?
Halife seçim ile gelecek, bu mu diktatörlük?
Gayrimüslimler dinlerinin gerektirdiği şekilde yaşayabilecek, onların koruması devletin mesuliyeti altında olacak, bu mu diktatörlük?
İnsanların ticaretleri engellenmeyecek, daimi vergi olmayacak, bu mu diktatörlük?
Tekelleşme son bulacak, Müslümanlar yer altı ve yer üstü gelirlere ortak olacak, bu mu diktatörlük?
Halife İslâmi içtihatlar harici kendi kafasına göre kanunlar koyamayacak, bu mu diktatörlük?
Ümmet Meclisinin aldığı kararlar uygulanacak, bu mu diktatörlük?
İslâm esasına dayanmak şartıyla siyasi partilere izin verilecek, bu mu diktatörlük?
Halife halifelik şartlarını yerine getirmiyorsa görevinden azledilecek, bu mu diktatörlük?
Yoksa İslâm’ı din olarak kabul etmiş Müslümanlara, dinlerinin kendilerine emrettiği hususları yerine getirmesi için kamusal alanda kanunlar koyması mı diktatörlük?
Halifenin görev süresi olmaması mı diktatörlük? Ölene kadar 15 yıldan fazla Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal’in takipçilerinin buna diktatörlük demesi nasıl bir dilemma!
Son olarak İslâm’ın temel prensipleri yaşatma, ihya etme, merhamet, paylaşma, adalet ve ehliyet üzerine iken; laiklikliğin ve demokrasinin esasını oluşturan kapitalizmin temel prensipleri yağma, sömürü, yok etme, tüketme, bencillik, menfaat, savaş ve kaos üzerinedir.
1400 yıllık İslâm tarihinde yüzümüzü karartacak, başımızı öne eğdirecek toplu katliamlar yoktur. Toplu tecavüzler de yoktur. Tüm karalamalara rağmen temiz bir sayfadır, temiz bir tarihtir. Bir de 200 yıllık Batı medeniyetinin tarihine bakın. Azgınlıklara ve vahşete tanıklık edeceksiniz. Hâl bu iken Batı’nın nizamlarını üstün görmenin manası nedir? İşte bu sorunun cevabı makalenin giriş kısmında saklıdır.
Yaşadığımız hayat ve hayatın içinde barınan fikirler gerçek mi yoksa hiper gerçekliğin kuşatması altında mıyız? Ne dersiniz Sayın Tonga?
Bu vesile ile sizleri de konferansımıza davet etmiş olalım. Kim bilir belki konferans sonrası fikirleriniz değişir ve yeni bir yazı kaleme alırsınız.
“Hilâfet İmkânsız Değil Sadece Zaman Alır”