Bu günlerde kamuoyu, önce CB. Erdoğan’ın, ardından AKP’nin kurmay ve kalemşorlarının Atatürk ile ilgili övücü, sahiplenici söz ve eylemlerini konuşmaktadır. Malum olduğu üzere AKP, daha önce birçok alanda açılımda bulunmuştu. Atatürk ile ilgili bu sürece de AKP’nin “Kemalizm açılımı” denilebilir. Önceki açılımların akıbeti kötü olsa da seçim dönemlerinde işe yaramıştı. Dolayısıyla söz konusu açılımın seçime yönelik olduğu düşüncesi ağır basmaktadır. Benim de kanaatim böyledir. Çünkü Erdoğan, yaptırdığı kamuoyu oylamalarına bakarak gündem ve siyaset belirlemektedir. Ancak bu “Kemalizm sevgisinin” sadece önümüzdeki seçimler ile ilişkili olmadığını, bununla birlikte sistemi savunma refleksi ve küresel değişimlerin de etkisinin olduğu kanaatindeyim. Bu iddiamın gerekçesini yazının sonunda belirtirim ancak önce, AKP’ye sevgi besleyip destekleyen, bunca yıl iktidar olmasını sağlayan İslâmi camiaların AKP ile dönüşümlerini hatırlatmak ve sorgulamak istiyorum.
Öncelikle AKP’nin İslâmi bir parti olmadığı, İslâm ile yakından uzaktan bir alakasının da bulunmadığı İslâm’ı bilen herkesçe açık ve nettir. Kendisinin de İslâmi olduğuna dair bir iddiası hiç olmamakla birlikte, ilk gününden bugüne kadarki eylem ve söylemleri de bunu teyit etmektedir. Ancak kurucularının birçoğunun namaz kılıyor olması ve eşlerinin “türbanlı” olması hasebiyle genelde dindar olarak tanımlanan kesimler tarafından benimsenip desteklendi. Devletin, alışılagelen jakoben laiklik dayatmasını hafifletmesi, halka tepeden bakan bürokrasiyi yumuşatması, birçok İslâmi camianın dernek-vakıf gibi kitleleşmeler ile daha rahat faaliyet göstermesini sağlaması sonucu devlet ile mesafeli duran ve hatta kendilerine “tevhidî” denilen birçok yapıdan da “ehven-i şer” babından destek gördü.
AKP’nin genel siyaseti liberallere daha fazla yaramasına rağmen, İslâm ve Müslümanların aleyhine eylemlerde bulunduğunda “dindarların” öfkesini giderecek hamasi söylemlerden de geri durmadı. “One minute” demesi, seçim meydanlarına elinde Kur'an ile çıkması, “eyy İsrail”, “eyy Beşar”, “eyy Avrupa” ya da “eyy Obama” diye başlayan cümleleri ile destekleyenlerin gözünde her geçen gün kahramanlaşıyordu. Hatta "dünya lideri", "Ortadoğu lideri" olarak da anılmaya başlandı.
Ancak 15 Temmuz darbe girişimi ve ABD’de Trump’ın seçilmesi akabinde “dindarların” gönlünü kazanma ihtiyacını duymaz oldu. Bilakis “dindarları” kızdıracak söz ve eylemlerde bulunmasına rağmen ortada kızan veya öfkelenen “dindarlar” pek gözükmedi. Erdoğan’ın siyasi anlayışı, Demirel’in “dün dündür, bugün bugündür” siyasi anlayışına dönüştü. Bir şey söylediğinde gazeteci ordusu onu savundu. Başka bir zaman aksini savunduğunda aynı gazeteci ordusu da “u” dönüşü yaparak yeni söylemini savundu. Erdoğan’a körü körüne olan bağlılık dışarıdan bakan herkesin gördüğü bir husustur. Öyle ki ateist bir artist, “Erdoğan çıkıp "İslâm diye bir şey yok" derse, taraftarları; onu tasdikleyecek ve bindörtyüz yıldır kandırılmışız diyeceklerdir” demekteydi.
Herkesin hatırlayacağı üzere, İslâmi kesimlerin duygularını okşamak adına mavi Marmara üzerinden “İsrail”e kükrüyordu. Üç şartın yerine gelmeden “İsrail” ile ilişkilerin normalleşmeyeceğini her platformda dillendiriyordu. Bu durum karşısında tamamen tav olan İslâmi kesim, adeta kaybolan liderlerini bulmuş edası ile seçimlere, cihada gider gibi koşuyordu. Yahudi varlığının özür dilediğini duyan olmadı ama "dilendi" denildi. Bir suçlu pozisyonunda tazminat ödemesi yerine bir lütuf edası ile bağış yaptı. Gazze ablukası ise hiç kalkmadı, bilakis “İsrail” varlığı, Müslümanlar üzerindeki zulümlerini artırarak devam ettirdi. Ancak konjonktür gereği "İsrail" ile ilişkilerin normalleşmesi gerekiyordu ve atılan adımlar ile normalden daha iyi oldu. En yüksek perdeden "İsrail" ile dostluk mesajları yayınlandı. Mavi Marmara için ve Filistin için öne sürülen şartların yerine gelmediği sesleri yükselirken, “oraya giderken bana mı sordunuz” fırçasına maruz kalındı. Sonra ses kesildi ve yapılan ikiyüzlülük “reel politika” olarak açıklandı. Benzer şekilde Rusya ile, Esed ile olan ilişkilerde, Suriye konusunda yapılan her yanlışlık “reel politika” sihirli sözcükleri ile savunuldu.
Hükümetin karnesi gittikçe kararırken 15 Temmuz darbe girişimi gerçekleşti. Darbe girişimi özellikle İslâmi hassasiyeti olan kesimlerce engellendi ama başarı demokrasinin hanesine yazıldı. Bu süreç, “yok edici dış tehdit” karşısında hataların görmemezlikten gelinmesi gerektiği anlayışını oluşturuldu. Meydanlara inip nöbet tutan yine “dindar” kesimdi. Bu kesim, fedakârlığı ve desteğine binaen cemaatin tasfiyesi ile onun yerini almak istedi ancak, “tekkeye mürit mi arıyoruz?” diyen Erdoğan, cemaatten boşalan kadrolara tekrar devletin eski beyinleri olan Kemalistleri ve referandum yolunda birlikte hareket edeceği milliyetçi kesimleri getirdi. Böylece bugünlere gelinen yolda bir işaret fişeği daha atılmıştı. Sonra, sözüm ona çağdaş âlimler ve gazeteciler medyada “Cemaat-FETÖ” üzerinden diğer bütün cemaatlerin müstakbel tehlikelerini tartışıyorlardı.
Bunun üzerine gözdağı mahiyetinde birçok İslâmi camia mensupları tutuklandı ve haklarında davalar açıldı. Sonra Cem Küçük denilen gazeteci, “AKP’nin radikaller ile Mavi Marmara’daki manyak tipler ile ilişkisini kesmesi gerektiğini” söylüyordu ki bu lafı ona büyük ağabeylerinin dedirttiğini anlayan anlamıştı. AKP’nin sözcüleri, halkın AKP döneminde daha fazla sekülerleştiğini yani laikleştiğini dillendiriyordu. Öyle ki ulusalcı-Kemalistler –örneğin Doğu Perinçek- Erdoğan’ın “laiklik ve aydınlanma” dışında tamamen kendi mevzilerine geldiğini ve bundan memnun olduklarını ifade ediyordu. İşte bu son süreç ile de eksik kısım tamamlanmış olmaktadır.
AKP, Cumhuriyetin ilanından bu yana Kemalizm ilkeleri ile halka tepeden bakan devlet bürokrasisi ile mücadele etme, fakir-fukara haklarına sahip çıkma iddiası ile yola çıktı. İlk andan itibaren halkın teveccühünü kazanmasındaki en temel etken CHP karşıtı üzerinde kendisini konumlandırmasıydı. Ancak devlet mekanizması ile mücadele edip merkeze oturmayı başardıktan sonra devletin kendisi oldu. Bütün refleksleri devleti korumaya dönüştü. Devletin asli unsurlarını Kemalist ilkeler oluşturuyorsa, bu ilkeleri fiilen uyguluyorsa, kıvama getirdiği “dindarlara” karşı Kemalizm’i söz ile savunmasına da bir engel kalmamıştır.
Bu sürecin başlatılmasındaki küresel etki ise farklı üslubu ile ABD’de Trump’ın seçilmesidir. Malum olduğu üzere geçenlerde Suudi Arabistan, Vahhabi-Selefi İslâmi anlayışından “ılımlı İslâm’a” yani daha açık bir ifade ile laikliğe geçiş yapacağını duyurdu. Eğer Suudi, ABD isteği ile böyle bir geçiş yapacaksa zaten laik olan Türkiye’nin bir derece daha "Batılılaşması" gerekir ki bu da ancak Kemalizm’in ABD versiyonu ile mümkündür.
Müslümanların artık şunu görmesi gerekiyor: Şarap ile abdest alınamayacağı gibi İslâmi hayata, gayri İslâmi eylem ve söylemler ile ulaşılamaz. CHP, yetmiş yılda -az bir kesim dışında- Müslümanlara Demokrasiyi, Cumhuriyeti tam olarak benimsettiremedi. Halkta laikliğe karşı bir yumuşamayı dahi başaramadı. Ancak AKP, CHP’nin başaramadığı “10 yılda 15 milyon genç ‘yaratma’” hayalini başarmış görünüyor.
Cumhuriyet tarihi bütün çıplaklığı ile ortadadır. İslâm’ı inkâr eden, O’na savaş açan ve O’nu ortadan kaldıran, Müslümanlara kan kusturan, sürgünler, talanlar, katliamlar yapan, faşist bir diktatöre sevgi beslemek bir Müslüman için mümkün değildir.
Dik durmak, kendi içinde tutarlı ve sabit ilkeleri barındıran bir ideolojiye bağlanmakla mümkündür. Kişiyi, âlemlerin yaratıcısı ve Rabbine kul olmaya sevk eden ve tek olan ilaha kulluğun gereği onu beşer karşısında eğdirmeyen yegâne ideolojinin adı; İslâm’dır. İslâm’dan gereken nasibini alamayan şahsiyetler, Batı'nın pragmatik, makyavellist fikir, duygu ve ölçüleri ile bezenirler. Bu tür şahsiyetleri takip edenlerin de yarın Allah’ın huzurunda sunacakları mazeretleri olmayacaktır.
وَقَالُوا رَبَّنَا إِنَّا أَطَعْنَا سَادَتَنَا وَكُبَرَاءنَا فَأَضَلُّونَا السَّبِيلَا
“Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.”[1]
[1] Ahzab 67