Uluslararası siyaset belli bir takım kurallara göre işler. Bu kurallara göre devletler, müstakil, tâbi ve uydu devletler olarak ayrışır. Hükmedenler ve hükmedilenler vardır. Müstakil egemen devletlerin yörüngesinde dönen uydu ve tâbi devletlerin yönetimindeki gruplar halkını bu şekilde yönetir. Fransa’ya tâbi olmuş bir yönetimden, Paris’e muhalif bir politika izlemesi beklenemez. Ya da Washington’ın yörüngesinde dönen bir yönetimin de ABD’nin ekseni dışına çıkması düşünülemez. Her ne kadar “dost ve müttefiklik” olarak adlandırılıp halkta farklı algı oluşturulsa da bu bir bağımlılıktır. Bazen bağımlı olunan başkentlerle ağız dalaşına girilmesi tamamen iç siyasete yönelik bir aldatmacadır ve sonunda hükmedenin dediği yapılır. Zira o grubun iktidarda kalabilmesi için kurgulanmış tartışmaların yaşanması ve halka onlara karşı dik durulduğu mesajının verilmesi elzemdir.
Cumhuriyet ile başlayan bu bağımlılık CHP’nin uzun yıllar iktidarı kontrol ettiği ve -öyle ya da böyle- tam olarak 27 yıl süren tek partili süreçte ciddi zulümlere imza atılmıştır. Çünkü İngiltere ekseninde siyaset yürüten CHP’ye yüklenmiş bir misyon vardı. Baskı ve şiddetle de olsa Müslüman halka laik, demokratik nizam dayatılacaktı. Bu misyonu yüklenmek için iktidarın yani devlet yönetiminin ele geçirilmesi adına ilk başlarda “Hilâfet’e sahip çıkacağız” mesajları verilerek halkın desteği alınmış, Lozan sonrası İslâm’a ve O’nun yegâne yönetim nizamı Hilâfet’e savaş açılmıştır. İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve bir oldubittiyle yönetimi ele geçiren grup, Anadolu’yu işgalden kurtaran, Payitahtı canı pahasına koruyup gözeten, İslâm için canını veren halka ve onun inancına savaş açmıştır. Normalde galiplerin mağluplara kendi kültür, nizam, fikir ve ideolojisini dayatması gerekirken tam tersi bir sonuç ortaya çıkmıştı. Tarih kitaplarında yazan bilgilere göre bu böyle… Objektif bakılması gerekirse galip ve mağlubun yer değiştirmesi gerekir. İşte Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP’nin yüklendiği misyon; ceberut bir yönetim sergileyerek Müslümanlara batıl nizamı dayatarak temellerini atmaktı. Bunda da başarılı olmuştu.
Sonraki süreçte ise halkın ciddi şekilde nizama, ideolojiye ve fikirlere eleştirileri arttı. Ya bu Cumhuriyet hep tek partiyle yönetilecekti ya da halkın teveccühünü kazanacak, nizama karşı eleştirileri törpüleyecek, “yavaş yavaş İslâm’ı geri getireceğine inanılan” muhafazakâr bir parti CHP’nin karşısına konulacaktı. Bu misyon da 15 yıllık CHP milletvekili olan Adnan Menderes’in kurduğu Demokrat Parti’ye yüklendi. Belli başlı bazı zulümlerin ortadan kaldırılması Menderes’i halkın gözünde kahraman yaptı. Menderes bir yandan ezanı aslına çevirip Arapça okunmasını sağlarken öte yandan “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak da bilinen 5816 sayılı yasayı yürürlüğe koyuyor, Anıtkabir’i tamamlayarak hizmete açıp düzeni iyice yerleştirme çalışmalarına devam ediyordu. Halkın, “demokrasi ile İslâm nizamını yeniden getirebiliriz” hayali perçinlenmeye çalışılarak batıl nizama entegre edilme çalışması gayet başarılı sürdürülüyordu. İşte Demokrat Parti’nin misyonu da buydu. Yani Müslüman halkı laik, demokratik nizama entegre edip bu sınırlar içinde arzularının peşinden koşmasını sağlamak. Tıpkı bir kartalın denizde yüzerek bir gün zirvedeki yuvasına geri döneceğini hayal etmesi gibi… Oysa denizden kurtulup havalanmadığı sürece özgür olamayacak, kanatlarını açıp yükselmediği sürece denizlerde dönen dolapları anlayamayacak. Verilen balıklarla karnını doyurup düştüğü bu esareti hep hürriyet zannedecek. Boynuna sarılan yılanlara, denizden ayrılmadığı sürece hamallık yapacak.
Ama bir sorun vardı!
Müslüman halk laik, demokratik küfür düzenini sevmedi. Onu sadece sistemin zulmünden kurtulmak için bir araç olarak gördü. Hayali İslâm nizamıydı çünkü İslâm adaletti, huzurdu, selametti, izzet ve şerefti. Ama küfrün içinde yer alınması, onunla kurtuluşun geleceğine inanılması, asıl tuzaktı ve tuzağa düştüklerini fark edemediler. Çarklar öğüttü ve un-ufak etti.
İşte tam da burada AK Parti’nin misyonu başladı. Eksen değişmiş, İngiliz ekseninden kurtulup ABD eksenine giriverilmişti. Sert seküler süreç yerini yumuşak Amerikan laikliğine bırakmıştı. Verilen bazı özgürlükler ve konfor, batıl düzene bağımlılığı artırdı. Kapitalizm çepeçevre kuşatmış ve esir almıştı. Kimi zaman bu sürece “mücahitler, müteahhit oldu” denerek nükte vurulur.
Flu hedefler slogan oldu ve Müslümanların gözü boyandı. “Adil düzen, kutlu yürüyüş” en akılda kalanlarından…
Bir yandan halk bu sloganlarla sistem içinde tutularak başarı sağlanmış ve Batı’ya “Türkiye, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir” denerek, asıl hedef beyan edilmiştir. Burada asıl takiyye Müslüman halka yapılmış ve o bu sayede yıllarca oyalanmıştır. Halkın tekbirleri, her fırsatta “demokrasi kazandı!” sözüyle bastırılıp darbe sonrası Batı’ya sadakat mesajı verilmiştir. Bunun son örneği de 15 Temmuz sinsi darbe girişimi sonrası yaşanan süreçtir.
Ne kadar demokrasi ve laiklik övülüp halka sevdirilmek istense de başarılı olunamadı. Abdestli kapitalistler, başörtülü feministler sonunda hedeflerini aşikâr edip asıl misyonlarını ortaya koydular: “İslâm’ın Güncellenmesi”
Öyle ya, 2004 yılında zinanın serbest bırakılmasına çok da büyük tepki gelmediğine göre ikinci adım atılabilirdi. Ve 2011’de hayatımıza “İstanbul Sözleşmesi” girdi. Aileyi, ahlâkı, İslâm’ı ve fikirlerini hedef tahtasına koyan Batı’dan ithal bir ifsat projesi, AK Parti’nin önderliğinde imzalanıp uyum yasaları ile yürürlüğe girmeye başladı. Artık eşcinseller sokaklarda Kur’an ayetleri ile dalga geçip yürüyor, genç evlenenler “tecavüzcü” ilan edilip cezaevlerine dolduruluyor, kadına karşı şiddet katlanarak çoğalıyor, eğitimde cinsel yönelim anlatılıyor ve münker büyük bir hızla topluma yayılıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir adım daha ileri gidip kadınlar gününde yaptığı konuşmada “Bunlar, İslâm’ın güncellenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar aciz. İslâm’ı 14-15 asır öncesi hükümleriyle bugün uygulayamazsınız” ifadelerini kullanıyor ve gelen tepkiler üzerine sözünün yanlış anlaşıldığını ifade edebiliyordu.
Sonrasında ise İstanbul Sözleşmesi’ni inatla savunan KADEM, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem öğretilerini hayata geçiren kadın ve erkek sahabeleri rol model olarak kabul ettiklerini ifade edip “Fakat bugün yaşadığımız sorunlar küreselleşen modern dünyanın sorunları” diyerek, İslâm’ın çağın sorunlarına çare üretmediği imasında bulunmuştu.
Son olarak Mehmet Metiner, katıldığı bir programda, İslâmî hükümler hakkında haddi aşan ifadeler kullanıp “İsterseniz ayeti dondurursunuz, o tarihsel bağlamının içinde boğarsınız, öldürürsünüz.” diyerek AK Parti’nin “İslâm’ın Güncellenmesi” misyonuna sahip çıkan açıklamalarda bulundu.
AK Parti’nin kurucu kadrosunda yer alan Metiner, AK Partili bakan ve vekillerin kendi akrabalarını torpille devlet kadrolarına atadığı yönündeki iddialar hakkında “Allah ayette akrabalarınızı gözetin demiyor mu**?”** diyerek aslında Allah’ın hükümlerini nasıl anlayıp tatbik ettiklerini açıkça beyan etmişti. Şeytan yaptıkları cürümleri kendilerine öyle şirin göstermişti ki, Kur’an’daki ayetlerle cürümlerini savunmuşlardı. İşte güncellemenin asıl niyeti, kendi menfaat ve bozuk gidişatlarını örtmek, asıl hedefleri ise; Müslümanları bu bozuk batıl nizama sımsıkı bağlamaktı. Yani İslâm’ı batıl kapitalist nizama göre uyarlamak.
Metiner, miras ayetindeki “kadına bir, erkeğe iki hak verilmesinin” artık bir hükmünün kalmadığını, “herkesin kendi kendine baktığı dönemlerde siz mirası eşit şekilde üleştirebilirsiniz” diyerek içtihat değil basbayağı ayeti yeniden yazma hadsizliğini göstermiştir.
Bu bir misyon ve “Modernist” diye tanımlanan bu tayfa artık bu garip açıklamalarla üzerlerine yüklenen bu görevi başarabilmek için Allah’ın ayetlerini eğip büküyor. Bu açıklamalar ve KADEM’in Batı’dan ithal İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmaya devam etmesi, Kemalistlerden bile alkış alıyor.
İslâm’ı güncelleme misyonu için atılan bir diğer adım ise Diyanet’in faize helal fetva vermesiydi. “Faizin her türlüsü ayaklarımın altındadır” diyen Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i ağızlarından düşürmeyenlerin Kur’an-ı Kerim’de defalarca kesin bir şekilde sakındırılan faizi bile helal kılacak kadar ileri gitmesi, kapitalizm pandemisinde artık maske takma zorunluluğun kaldırıldığını ortaya koyuyor.
İşte böyle bir serüveni var laik, demokratik cumhuriyetin. AK Parti bir model aslında tüm Ortadoğu ve Afrika’daki yönetimler için. Batı’nın istediği de zaten buydu. Camiye sıkıştırılmış, yalnız ruhani yönü bulunan, siyasi yönü ise güncellenip “bozuk zamana” uygun hâle getirilip kapitalizm ile çelişmeyen bir İslâm. Sömürgeci kâfirleri rahatsız etmeyen bir İslâm… “Dinlerarası Diyalog” ve “Ilımlı İslâm” bayrakları artık AK Parti’nin elinde dalgalanıyor.
Ama “İslâm’ın güncellenmesi” için yapılan bu aykırı çıkışlara ve agresifleşen “modernistlerin” işi zorbalıkla götürmek istemesine rağmen bir türlü başarılı olunamıyor. Müslüman halk, batıl nizamı kutsamıyor, sevmiyor ve sahip çıkmıyor. Her zorlukta tekbirler devreye giriyor ve “asıl sığınılacak olan Allah Subhanehu ve Teâlâ ve O’nun nizamıdır” hakikati bir şamar gibi hayalcilerin yüzünde patlıyor.
Devasa kardan adamların hükmü bahara kadar. Ne kadar büyüklenseler de eriyip yok oluyorlar.
Bugün eczaneye gittiğinizde reçetenizde yazan ilacınızı değil de muadilini aldığınız gibi siyasette de AK Parti, icraatlarıyla Kemalist CHP’nin muadili olduğunu, hatta CHP’nin yapamadıklarını bile yaparak ne kadar kuvvetli bir “ağrı kesici” olduğunu kanıtladı. Öyle ya ümmetin bedeninde bu kadar büyük operasyonları gerçekleştirmek için kuvvetli bir uyuşturucu, narkoz gerekiyor.
Su ısınır, kaynar ve sonra buharlaşır. İşte güven de böyledir bir kere kaybolduğunda artık bulamazsınız.
Şimdi kime ne anlatsanız faydasız. 18 yıllık iktidar sürecinde yaptıklarınızın üzeri örtülemiyor. Güven buharlaşıp gitti…
Misyon başarısız!