28 Şubat kararları sonrası oluşan siyasi kutuplaşma büyük bir kriz ile sonuçlanmış ve yaşanan siyasi ve ekonomik kargaşa siyasi boşluğun doğmasına neden olmuştu. Bu durum kapitalistler yani sermaye sahiplerini yeni bir arayışın içerisine itti. Eğer önlem alınamaz ise sistemin değişeceğini çok iyi bilen küresel güçler, oluşan siyasi boşluğu doldurması için ellerinde bulunan seçenekleri değerlendirmiş ve yıllardır bugünler için hazırlanan en iyi projeyi sahaya sürmüşlerdi: AK Parti.
AK Parti, bilindiği üzere çok sesli bir şekilde kuruldu. Uluslararası tüm güçlerin temsilcileri kurucu üyeler arasındaydı. Öyle ya, büyük bir pasta vardı ortada ve bunu kimsenin yalnız başına yemesine müsaade edilemezdi. Tabii sadece pasta meselesi de değildi, bu açgözlü vahşileri bir araya getiren şey. Korumak zorunda oldukları bir de sistemleri vardı. Onun için her ne kadar ezelî düşman olsalar da, sistemin bekası için kavgayı bir yana bırakmalıydılar. Bıraktılar da…
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye üzerinde de sömürgecilerin çekişmesi her daim devam etmiştir. Osmanlı Hilâfet Devleti’ni yıkan ve 2. Dünya Savaşı’na kadar ülkeyi kontrol eden İngiltere, savaş sonrası yerini Amerika’ya bırakmak zorunda kalmıştı. Tabii bu gönüllü bir geri çekilme olmadığı için, Hitler belasından kurtulup kendisine geldiğinde eski sömürgelerini geri almanın peşine düşen İngiltere, Amerika (yani Demokrat Parti) ile yeniden karşı karşıya gelmiş ve 60 darbesi ile iktidarı yeniden ele geçirmişti.
Bu gibi durumları önceden sezdiği için midir bilinmez, İngiltere, Ordu’yu ve CHP’yi siyasetinin yürütücüsü ve koruyucusu olarak görmüştür hep. Askerî darbeler ile -en son dâhil oldukları ve “bin yıl süreceği” iddia edilen- 28 Şubat post-modern(!) darbesinde de bu iki yapı işlerin tam göbeğinde yer almıştır.
Ama yaklaşık yüz yıldır boyunduruk altında tutulan halk 20.yy’ın sonlarına doğru kendine gelmeye başlamış ve yapılanlara itiraz etmeye başlamıştır. İngiliz tipi laiklik anlayışına göre bu tür kalkışmalar hızlı bir şekilde gerekirse şiddet kullanılarak bastırılmalı, yok edilmelidir ki yıllarca yapılan da budur!
Ama Neo-Laisizm’in temsilcisi Amerika bu şekilde düşünmemekte, 21.yy’ın eşiğindeki dünyada eski üslupların yerine yeni üsluplar geliştirilme gerektiğini düşünmekteydi. Kurduğu “think tank” kuruluşları ile olası senaryolara çalışmış ve yapılacakları önceden belirleyip politikasını bu veriler ışığında oluşturmayı yeğlemişti.
İşte bu çalışmanın bir ürünüydü AK Parti. Tıpkı Tunus’ta Nahda Partisi, Mısır’da İhvan gibi. Bu ve benzeri proje siyasi varlıklar, krizleri bünyesinde barındıran kapitalizmin can simidi olmak için oluşturulmuşlardır.
“Muhafazakâr Demokrasinin 20 Yılı” başlığı ile çıkan Köklü Değişim Dergisi, son sayısında bu meseleyi enine boyuna ele aldı ve tüm açıklığı ile paylaştı.
Dergide, kıymetli birçok ismin çok değerli makaleleri olmakla birlikte kanaatimce en çarpıcı yazı, Sayın Serdar Yılmaz’ın “Muhafazakâr Demokrasi mi Yoksa Demokrasi Muhafızlığı mı?” başlıklı makalesiydi.
Öncelikle “Muhafazakârlık” kavramını ele alan Yazar, sonrasında bu kavram ile kendisini tanımlayan AK Parti’nin kuruluş misyonunu, parti tüzüğünden alıntılayarak şöyle demektedir: “Muhafazakâr demokratlık, tepeden inmeci değişim anlayışına karşı doğal bir süreç şeklinde işleyen tedrici ve aşamalı bir değişim anlayışına dayanır. Toplumsal dönüşüm, en temel ve kalıcı değişim şeklidir. Sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasi hayata sekte vurulması, mevcut birikimin ortadan kalkması ve tarihî gelişimin heba olması açısından olumsuz olduğu gibi, tepeden inmeci ve dayatmacı yöntemlerle total anlayışların topluma kabul ettirilmeye çalışılması da bugün için etkisini yitiren bir yöntemdir. Bu açıdan muhafazakârlığın geleneksel yapıyı totaliter devrimci müdahalelere karşı koruyan ve tarihî kazanımları geleceğe yansıtmaya çalışan potansiyeli önemlidir.”
Bu sayede 21.yy’ın ilk günlerinde oluşan siyasi boşluk yani halk ile yöneticiler arasında oluşan güvensiz ortam giderilmiş, üstlenilen “paratonerlik” görevinin yerine getirilmesiyle de iktidar nimetlerinin kapısı sonuna kadar kendilerine açılmıştır. Böylece toplumun sisteme entegrasyonunda önemli bir aşama kat edilmiştir.
Günümüze gelindiğinde ise, siyasi boşluğun ayak sesleri yeniden işitilmektedir. Ürettikleri onlarca sihirli hilelere rağmen artık mızrak çuvala sığmamakta, yapılanlar ezber cümleler ve hamasi söylemlerden öteye gidememektedir. Yahudi varlığı ile yeniden normalleşme(!) süreçleri olsun, zalim Esed’i ayakta tutma girişimleri olsun, Afrika ülkelerinde ve Libya’da Amerika’nın çıkarları için çalışmalar olsun artık tüm çirkinlikler ve ikiyüzlülükler ayyuka çıkmış vaziyettedir. Hele hele “Ce-Ha-Pe’nin” bile “görür müyüz, görmez miyiz?” endişesi taşıdığı gayri İslâmi nizam Cumhuriyet’in yüzüncü yılını karşılamaya, AK Parti’nin canhıraş bir şekilde hazırlanmasını ve adeta can suyu vermesini izleyen Müslüman toplum, kandırıldığını çoktan fark etmiş durumdadır.
Her ne kadar bunu sistematik bir şekilde dillendirmekte yetersiz kalınıyor gibi görünse de durum aslında hiç de öyle değildir. Dipten gelen bir dalga var ve inşaAllah bu, İslâm’ın zaferine evrilecektir.
Yaşanan ekonomik krizler ile mi başlar bu kıvılcım yoksa başka bir şekilde mi bilemiyorum ama adaletin olmadığı her sistemin öyle ya da böyle yıkılacağına tarih yüzlerce kez şahitlik yapmıştır. Vahyin önderliğinde hareket etmeyen her yapı zulüm üretmiştir ve zalimlerin sonu hiç de gıpta edilecek bir şekilde sonuçlanmamıştır.
Hülasa; siyasi boşluk kapitalizmin doğasında vardır ve bu sefer Müslümanları kandıracak kâğıttan kahramanları da olmayacaktır. İşte tam o anda Allah’ın nusreti ile Müslümanlar ferahlayacak ve tarihin görüp görebileceği en güzel dönemlerden biri olan Râşidî Hilâfet’e belki de son kez olarak tüm gözler şahitlik edecektir biiznillah.
[فَتَرَبَّصُٓوا اِنَّا مَعَكُمْ مُتَرَبِّصُونَ] “Bekleyedurun, bizler de sizler gibi beklemekteyiz!” [Tevbe Suresi 52]