Rasulullah Medine’de kurmuş ve fiilî olarak 10 yıl boyunca yönetmiş olduğu ilk İslâm Devleti ile bize devlet yönetiminin nasıl olması gerektiğini tüm detayları ile göstermiş oldu. Rasulullah’ın vefatından sonra Raşid Halifeler döneminde ise, devlet yönetimi İslâm’ın emir ve yasaklarına göre devam etti. Lakin Sünnetullah’ın gereği olarak sıkıntılar hiç bitmedi ve Miladi 657 yılında birçok sahabenin öldüğü Sıffin Savaşı gerçekleşti. Ali RadiyAllahu Anh’ın halifeliği döneminde, önceki Halife Osman RadiyAllahu Anh’ın Şam valisi olan Muaviye RadiyAllahu Anh Ali RadiyAllahu Anh’a itaat biatı vermedi. Bunun üzerine Ali RadiyAllahu Anh Muaviye RadiyAllahu Anh’a savaş ilan etti. Neticede bu savaşın her iki tarafında da âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in sahabeleri bulunmaktaydı. Bu savaşta Müslümanlar çok ağır bedel ödemek zorunda kalmışlardı.
Bu hadiseden kısa bir zaman sonra Ali RadiyAllahu Anh katledildi ve onun ardınan Emevi dönemi başladı ve takriben 90 yıl sonra yani Miladi 750 yıllarında Abbasiler tarafından yıkılıncaya değin hüküm sürdü.
Abbasiler ise takriben 13. Yüzyılın sonralarına kadar hüküm sürdü. Abbasi halifesi ve Ortadoğu’daki Müslüman ahali o dönemlerin korkulu rüyası olan Moğol belasından büyük zarar gördü. Ardından Hilâfet Devleti’nin başkenti Bağdat işgal edildi ve Abbasi Devleti yıkıldı. Bu vaziyeti düzeltmek ve Hilâfet sancağını tekrar kaldırmak için 11. Yüzyılın ortalarında Orta Asya’dan Anadolu’ya giren Oğuz boyundan Ertuğrul Gazi’nin oğlu olan Osman Gazi, 1299 yılında uç beyi olmaktan çıkıp Söğüt ve Domaniç'te Osmanlı Hilâfet Devleti’nin temelini atmıştır. Ardından birçok fetihlere sebep olan ve Müslümanları tekrar şaha kaldıran Osmanlı Hilâfet Devleti takriben 600 yıl hüküm sürmüştür. Tüm bu dönemlerde devletin aslı hiç bir zaman Kur’an ve Sünnet’in dışına çıkmamıştır ve devletin esası her zaman şeriat kurallarına göre belirlenmiştir.
Tabii ki Raşid Halifelerin döneminden sonra birçok konuda hata yapılmıştı ve olmaması gereken davranışlara şahid olunmuştu. Örneğin, velihatlık meselesi en büyük sorunlardan birisiydi. Fakat her şeye rağmen yönetim şekli şeriata göre belirleniyordu. Ta ki Batılıların 18. Yüzyılın ortalarında yoğun olarak başlatmış oldukları saldırılar neticesinde takriben iki asır sonra 3 Mart 1924 yılında Müslümanların kalbi olan Hilâfet makamına hançeri saplamış olduğu ana kadar. O gün Müslümanlar tarihte yaşamamış belki de hayal dahi edememiş oldukları bir hadise ile karşılaştılar. Rasulullah’ın Miladi 622 yılında Medine’de kurmuş olduğu ilk İslâm Devleti’nin 1302 yıl sonra yıkılmış, Ümmet’in Halifesinin Batılılara teslim edilmiş, şeriat kanunlarının kaldırılmış ve yerine kokuşmuş Batı nizamı olan demokratik, laik devletçiklerin kurulmuş olması Müslümanların tarihte hiç görmemiş oldukları bir hadiseydi. Ardından Müslümanların ilk kıblesi Kudüs, 1948 yılında lanetlenmiş olan Yahudilere teslim edildi. Sonrasında Ümmetin çekmediği zulüm kalmadı: Doğu Türkistan, Çeçenistan, Keşmir, Bosna-Hersek, Afganistan, Irak, Yemen, Suriye ve diğer ülkelerde milyonlarca Müslüman evladı öldürüldü, hanımlarına tecavüz edildi, hakarete maruz kaldı ve tüm servetleri ellerinden alındı.
Hilâfet’in ilgasından sonra çekilen onca ıstırap ve sıkıntının neticesinde Müslümanlar adeta küllerinden doğarcasına Aralık 2010 yılında Tunus’tan başlamak üzere birçok Arap ülkesinde kıyama kalktı. İşte tüm bu süreç içerisinde belki de en çok önemsenen ve üzerinde durulan ülke Suriye veya Şam beldesi oldu. Mart 2011 yılında başlayan Suriye kıyamı alışılmışın dışında çok şiddetli bir şekilde saldırıya maruz kaldı. Esed’in dikta rejimi ve muhaberatı kıyamı, çok sert bir şekilde bastırmaya çalıştı. Lakin bu acımasız bastırma teşebbüsü adeta ateşe benzin dökercesine Müslümanların daha da güçlenmesine ve kıyama daha güçlü sarılmasına sebep oldu. Yapılan tüm saldırılar karşısında Müslümanlar adeta göğüslerini siper ederek dik durdular ve tüm Suriye’de mitingler, yürüyüşler tertiplediler. Yapılan tüm baskıların neticesinde ve hain devletlerin de dâhil olmasıyla Müslümanların bir kısmı silaha meylettiler. Çok kısa zaman içinde binlerce küçük silahlı gruplar oluştu. Bu gruplar daha sonra bulundukları bölgeleri savunmak ve ardından sıkıntılı şehirleri fethetmek için savaşmaya başladılar. Çok geçmeden bir kısmı birleşti ve güçlü ve tertipli ordular kurdular. Kurulan tüm bu grupların bayrakları ve sloganları İslâm’ı çağrıştırıyordu. Örneğin, ilk kurulan ve daha sonra diğer gruplarla birleşen güçlü gruplar şunlardı:
·Ahrar uş-Şam: 25 birlikle 2011 yılında kurulmuş bir hareket. Kısa zamanda birlik sayısını hızla çoğaltan ve Ocak 2013 yılında 83 birliğin çatı kuruluşu olmuş Suriye’nin önemli çatı hareketlerinden biridir.
·El Nusra Cephesi: Suriye'de Eylül 2011 tarihinde kuruldu ve 25 Ocak 2012’de Youtube’a yüklenen bir video ile oluşumlarını ve amaçlarını dünyaya duyurdu. Nusret Cephesi’nin lideri Ebu Muhammed el-Culani Temmuz 2016 tarihinde ilk kez duyulan ses kaydı ile hareketin el-Kaide’den ayrıldığını duyurdu ve yeni adının da Cephetu’l-Fethu’ş-Şam – Şam’ın Fetih Cephesi olduğunu duyurdu. Ardından Ocak 2017 tarihinde Fetih el Şam önderliğinde Ceyşü’l Sünne, Ensaruddin, Liva El Hak ve Nureddin Zengi guruplarının kendilerini feshederek Heyet Tahrir el-Şam (Şam’ı Özgürleştirme Heyeti - HTŞ) adı altında birleşti. HTŞ’ın takriben 30 bin silahlı güce sahip olduğu tahmin edilmekte.
·Ceyşu’l İslâm (İslâm Ordusu) 2013 yılında 50 birliğin birleşmesi ile kurulan bir çatı kuruluşu. Suriye’nin en büyük üç gurubundan biri olarak bilinen Ceyşu’l İslâm, Şam’a komşu olan Doğu Guta’da en güçlü hareket.
Evet, tüm bu birleşme teşebbüslerine rağmen, bu grupların ortak sorunu ve Suriye kıyamının tökezlemesine sebebiyet veren hususlar şunlardı: Bu grupların tamamı bölge ülkelerinden para ve silah yardımı aldılar. Başlangıçta verilen silah ve para yardımının karşılığında hiç bir şey talep edilmedi ve bununla aylarca savaşma imkânı buldular. Bu esnada kısmen başarılı da oldular. Lakin daha sonra birinci sorunun asıl sebebi olan siyasi basiretten yoksun oldukları için, kendilerinin bölge uşak devletleri olan Suudi Arabistan, Katar veya Türkiye tarafından yönlendirildiklerini anlayamadılar. Bazıları anlasa da iş işten geçmişti. Hatta anlayan bazı lider şahsiyetler, özel istihbarat marifetiyle ile öldürülerek tasfiye dahi edildi. Örneğin, Eylül 2014 tarihinde Ahrar uş-Şam’ın lideri Hasan Abbud dahil üst düzey yönetici olan 45 kişi, intihar saldırısı ile katledildi. Bu gruplar zamanla dışa bağımlı oldukları için onlara söylenenin dışına çıkmadılar. Hatta bulundukları yerden çıkmamaları ve izin almadan saldırmamaları için onlara talimat verildi. En garibi ise başkent Şam’ın komşusu konumunda olan Doğu Guta’da güçlü olan Ceyş’ul İslâm’ın Şam’a neredeyse hiç bir saldırı yapmamış olmasıdır. Hatta adeta sırtını Şam’a dönerek mücahitlerin oraya saldırmamaları için mücadele etti. Hatta bu gurubun lideri olan Zehran Alluş ve o öldükten sonra kardeşi Muhammed Alluş, yılanın başını koruyan İran, Türkiye veya Rusya ile aynı masaya oturacak kadar ihanetin altına imza atmaya hazır olmuştur. Benzeri hadiseleri, Ahrar ve HTŞ hareketlerinde de görmek mümkündü. Hatta Hama, Humus veya Halep düşerken bu iki büyük grup birleşip ve siyasi olarak kâfirlerin uşakları olan bölge ülkelerinden silah ve lojistik destek almaktan vazgeçeceklerine birbirleri ile savaşmaya başladılar. Bu arada tabii ki unutulmaması gereken ve özellikle ABD’nin çok istifade ettiği tekfirci hareket olan IŞİD ise birçok kez zaten bulanık olan suyu daha da bulandırdı ve zaman zaman zalim Esed ve destekçilerinin Müslümanlara vermedikleri zararları muhalif cihadi gruplara yaşattılar.
Evet, tüm bu olumsuz ve Müslümanların hayal kırıklığına sebep olmuş olan hadiseler gerçekleşmiş olabilir. Lakin belki de birçok kişinin göremediği müspet hadiseler de oldu. Örneğin, dünyanın süper güçlerinin neredeyse tamamının -hatta bazı kaynaklara göre 40’a yakın ülkenin- Suriye’de bir avuç silahlı mücahide karşı 8 yıldır mücadele etmesi, bu ülkelerin ne kadar zayıf ve güçsüz olduğunu bize göstermiş oldu. Yine siyaseten defaatle Cenevre, Astana, İstanbul, Soçi toplantıları yapmalarına rağmen cesur ve uyanık olan Suriye halkını kandıramadılar. Hâlbuki bu hainler güruhuna karşı bir avuç mücahid değil de tam teçhizatlı, kendi silahını kendisi üreten ve siyasi basirete sahip olan bir Raşid Halife ve ordusu karşı gelmiş olsaydı, vallahi kaçacak delik ararlardı. İnşallah o şanlı günleri çok yakında göreceğiz. Lakin biz acele ediyoruz ve sabretmiyoruz. Rabbim her şeyi gören ve bilendir. Biz üzerimize düşen görevi harfiyen yerine getirmekten geri durmamalıyız.