Bin yıl devam edecek denilen 28 Şubat süreci vakıa olarak bitmiş gibi görülse de anlayış olarak devam ediyor. Bir gün geçmiyor ki yaşanan yeni bir olay ile 28 Şubat’ın, İstiklal Mahkemelerinin, yargısız infazların, düşman ceza hukukunun aslında hukuksuzluğun devam ettiğine şahit olmayalım. Üstelik bu zulümleri yapanların bir kısmı 28 Şubat, bir kısmı FETÖ, bir kısmı ETÖ isimli davalarda yargılanıyor/yargılanmış olmalarına rağmen!
Öyle ki son dönemlerde Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin verdiği kararlar, 28 Şubat sürecinde, darbe dönemlerindeki sivil ve askerî mahkemelerde verilen kararlarını aratmayacak türden! Bunun en somut örneği, Hizb-ut Tahrir ile ilgili 2005, 2009, 2011, 2013 yıllarında açılan davalarda verilen hukuksuz kararların Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından onanmasıdır. Bu onama kararları ile 105 Müslüman’a toplamda 660 yıl ceza verilmiştir. Bu Daire, yeni mağduriyetler oluşmasın diye FETÖ’den dolayı kapatılan Yargıtay 9. Daire’nin yerine kurulmuş mahkemeydi! Üstelik Yargıtay’ın Hizb-ut Tahrir ile ilgili onayladığı bu davaları başlatan polis ve emniyet müdürleri, savcı ve hâkimler, Yargıtay 9. Dairesi’nde Hizb-ut Tahrir ile ilgili uydurma içtihat kararı alan üyeler FETÖ ile ilişkileri oldukları ispatlanmış, görevlerinden alınmış ve birçoğu yargılanmış olmasına rağmen bunlar onandı!
Bu kararlar ile Müslümanlara bir kez daha ‘düşman ceza hukuku’ uygulanmıştır. Bu kararlar, darbe dönemlerinde verilen cezaların bile üzerinde ağır cezalardır. Bu kararlar, Cumhuriyet tarihinin kara bir lekesi olan İstiklal Mahkemeleri’nin devamı niteliğinde olan kararlardır. Bu kararlar, Müslümanlara karşı hukukun uygulanmadığının, düşman ceza hukukunun uygulandığının somut göstergesidir. Hiçbir insaf, vicdan sahibi kişi bu kararların hukukla, adaletle, yasa ile ilgili olduğunu iddia edemez…
Malum olduğu üzere Hizb-ut Tahrir siyasi bir partidir. Hedefi, Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak İslâmi hayatı başlatmaktır. Bu hedefine ise Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodunu takip ederek; cebir ve şiddeti kullanmadan fikrî ve siyasi bir mücadele ile ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun en büyük delili ise 50’den fazla ülkede 60 yıldan uzun zamandır yaptığı davet çalışmalarıdır. Türkiye’de 1960 yıllarından itibaren davet çalışmaları yapan Hizb’in gençleri o tarihten bugüne sürekli baskı, takip, tutuklama, iftira kampanyalarına maruz kalmıştır. “Eski Türkiye”, “Yeni Türkiye”, iktidarlar değiştikçe Hizb’in çalışmalarına verilen cezalar artırılarak devam etmiştir. 1967 ve 1982 askerî mahkemelerde Hizb’e üyelikten 6 ay ceza verilirken; 1991 yılında 3 yıla ve 2006 yılından itibaren ise 7,5 yıla çıkarılmıştır. Bu cezaların gerekçesi ise “silahlı terör örgütüne üyelik” suçlamasıdır. Hâlbuki Hizb’in terör faaliyetinden fersah fersah uzak olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin Emniyet raporlarında defalarca belirtilmiştir. Ayrıca Hizb’in “silahlı terör örgütü” olmadığı insaflı bütün insanlar tarafından bilinirken, Hizb hakkında açılan davalarda Hizb’in “silahlı terör örgütü” olmadığı yönünde kararlar da diğer somut göstergelerdir. En son Yargıtay onama kararlarında Yargıtay’ın bir üyesinin Hizb-ut Tahrir’in “silahlı terör örgütü” olamayacağı yönündeki 37 sayfalık muhalefet şerhi ise söylediklerimizin bir diğer delilidir.
Yeryüzünün en hayırlı ameli, işi Allah’ın dinine yardım etmek, insanlara nasihat etmek ve İslâmi bir hayatı istemektir. Bundan daha hayırlı, önemli başka bir amel yoktur! Cezaları onanan bu Müslümanlar nasıl olur da “silahlı terör örgütü” suçu ile suçlanabilirler? İnsanların tamamının kurtuluşu için Râşidî Hilâfet Devleti’ni istemek, terör faaliyeti midir? “Rabbimiz Allah’tır” demek ve O’nun indirdiği Kur’an ve Sünnet’e göre yönetilmeyi istemek terör faaliyeti midir? Bu ve benzeri soruları çoğaltabiliriz. Ancak tüm soruların cevabı aslında bellidir. Hizb-ut Tahrir ve diğer İslâmi davalarda yargılanan Müslümanlar, “Rabbimiz Allah” dedikleri için zulme maruz kalmıştır…
Bu zulmün müsebbibi ise İslam’ı hayatın merkezine koymayan beşerî sistemdir. Sorun rejim sorunudur. Rejim kurulduğu günden itibaren İslâmi hayatı kendisi için tehdit olarak görmüş ve bu yolda çalışanlara zulmetmiştir. Hilâfet’in kaldırılmasından sonra adaletin değil de zulmün, haksızlığın, hantallığın hâkim olduğu bir yargı sistemi hâkimiyeti yasama, yürütme ve yargıda beşere veren bir anlayış haliyle adaleti uygulayamadı. Cumhuriyet tarihinde ekmek parası bulamadığı veya açlıktan simit çaldığı için 20 yıl ceza alan çocuklar, başörtülü olduğu için yargılanan kızlar, bu yüzden karakola gidip 2 yıl ceza alan anneler, sırf “Rabbim Allah” dediği için terörist olarak binlerce yıl ceza alan Müslümanlar ve dahası... Diğer tarafta halkın emeğini çalan, bankaların içini boşaltan, faiz, rüşvet, kara para aklama gibi yetimin hakkını yiyenler ise bırakın ceza almayı yargılanmayan elitler doludur. On binlerce insanın ölümüne neden olan ancak adalarda krallar gibi bakılan insanlar, makamından dolayı dokunulamayan sorgulanamayan daha niceleri…
Türkiye’de yargı, adalet ve hukukun olmadığına bizzat yaşadıkları ile şahit olan mazlumların yanında Cumhurbaşkanı’ndan hükümete, ana muhalefet partisinden diğer partilere, hâkim ve savcılardan avukatlara, memurlardan işçilere, sivil toplum kuruluşlarından bireylere kadar istisnasız tüm kesimler şikâyetçidir. Yargıçların ve avukatların dahi %35 güven duyduğu bir hukuk, Yargıtay Başkanı’nın “yargıya güven azaldı, %30 civarında” şeklinde açıklamalarda bulunduğu bir sistem, Adalet Bakanı’nın “yargıya güven üzüntü verici seviyede” dediği bir süreç, anketlerde yargıya güvenin %5 oranına düştüğü bir durum, nasıl adaleti tesis edebilir ki? Yargıtay Başkanı’nın açıklamasına göre Yargıtay’da karara bağlanmayı bekleyen dosya sayısı 1 milyon 216 bin 646 imiş. Bu bile suçun bu sistemde normalleştiğinin, cezaevlerinden sitelerin inşa edilerek insanların ıslah edilemediğinin, suçlu üreten bir sistemin adalet üretemediğinin en bariz göstergesidir. Bugün hâlâ çıkarılan yargı paketlerine, aflara ve suçluların birçoğunun yakalanamamasına rağmen 200.000’den fazla insan cezaevlerinde. Adalet Bakanlığı bu konudan şikâyetçi ve mevcut cezaevlerinin bu hâliyle dolu ve yetersiz olduğunu söylüyor. Çözüm ise, cezaevlerinden bloklar ve siteler inşa etmek!
Hizb-ut Tahrir ve diğer İslâmi davalarda masum oldukları halde yargılanan, hakları ellerinden alınan ve cezalandırılan Müslümanlar için adım atması gereken hükümettir. Haksız şekilde cezaevlerinde yatan Müslümanlar derhal bırakılmalı, haklarında hüküm verilmiş Müslümanlar için ise beraat kararları verilmelidir. Unutulmamalıdır ki adalet herkes için lazımdır ve geciken adalet, adalet değildir! Ayrıca mağduriyet yaşayan Müslümanların söylediği gibi talep edilen merhamet, acınmak, adam kayırmak vesair değildir. İslâmi bir hukuk tatbik edilmiyorsa en azından Müslümanlara karşı haksız ceza hukuku kararlarını iptal edin. Kendi hukukunuza riayet edin. Bize düşen ise haksızlık karşısında susmamak, haklı davamızda mazlumların sesi olmak, İslâm’ın ölçülerine mazlum da olsak uymak ve haklarımızı aramaktır.
Biz biliyoruz ki İslâm’ın tatbik edilmediği bir yerde gerçek adaletin olması mümkün değildir. Adalet ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin uygulanması ve bu hükümlere teslim olmakla mümkündür…
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah'a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah'a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” (Maide Sûresi 8)