![Hizb-ut Tahrir Türkiye Gündem Değerlendirme Toplantısı - [30 Nisan 2019]](https://api.kokludegisim.net/uploads/1556722874_a1eddd02b5.jpeg)
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar, haftalık gündem değerlendirme toplantısını dün gerçekleştirdi.
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar, dün gerçekleştirdiği gündem değerlendirme toplantısında; son günlerde iyiden iyiye artış gösteren cinsel istismar vakalarının kaynağı, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırının nedenleri, “Türkiye İttifakı” tartışmaları, ABD’nin İran’a yaptırım muafiyeti, darbe sonrasında Sudan’ın akıbeti ve Kut’ul-Amare zaferinin 103. yıldönümü konuları hakkında açıklamalarda bulundu.
İşte Mahmut Kar’ın yaptığı değerlendirmelerin tam metni:
~Haftalık Gündem Değerlendirmesi
Bu hafta toplumda infiale sebep olan, masum ve korumasız olmaları sebebiyle çocuklar açısından üzücü, çözülememesi nedeniyle büyükler açısından bir o kadar düşündürücü olan bir konu ile başlamak istiyorum.
•CİNSEL İSTİSMAR SORUNU
Esasen bu sorun, biliyorsunuz geçtiğimiz hafta İstanbul Küçükçekmece’de 5 yaşındaki bir kız çocuğuna cinsel saldırıda bulunulması ile yeniden gündeme geldi: Cinsel istismar sorunu. Biz sorunu güya çözmek için yapılan kısır tartışmaları bir kenara bırakalım meselenin özüne inelim istiyoruz. Sorunun nedenini tespit edersek çözüm önerilerimiz ile sorunu kökten ve kalıcı bir şekilde çözmüş oluruz. Yoksa “hadımdır”, “idamdır” yok bilmem “psikolojik tedavidir” gibi öneriler ile kısır tartışmalar sürüp gider.
Önce şu soruyu soralım: Neredeyse her gün haberlere konu olan bu cinsî sapıklık sorunu neden kaynaklanıyor: fertlerden mi yoksa uygulanan laik nizamdan mı? “Bir toplumda suç, zulüm, fesat, günah eğer ki ender görülüyorsa fertlerden; yaygın hale gelmiş ise uygulanan nizamdan kaynaklanır.” Bu söz, kıymetli âlim Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Takiyyuddîn En-Nebhânî’ye ait. Ne kadar da doğru söylemiş. Allah ona rahmet etsin.
Şimdi laik nizamın uygulandığı Avrupa ülkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nde bu iddiamızı kanıtlayan istatistikleri sizlerle paylaşmak istiyorum: UNICEF’in Kasım 2017’de yayımladığı rapora göre 28 Avrupa ülkesinde 2,5 milyon kadın 15 yaşından önce cinsel istismara maruz kalmış. Listenin en üst sıralarında yer alan Avustralya'da yılda 50 bin çocuk istismarı gerçekleşiyor. 10 milyon nüfuslu İsviçre’de 11 bin çocuk istismara maruz kalıyor. İngiltere'de her yıl 16 binin üzerinde çocuk istismarı, ihmal ve şiddet olayları yaşanıyor. Her 200 İngiliz’den birisi pedofiliye meyilli durumda. Rusya'da her yıl 10 bin civarında çocuk istismarı olayı gerçekleşiyor. Alkolün yol açtığı problemler yüzünden çocuklar şiddete maruz kalıyor, yetimhanelerde çocuklara şiddet uygulanıyor ve çocuklar tacize uğruyor.
Hani “çözüm idam” deniyor ya, idam cezasının uygulandığı ABD’de her 8 kadından biri tecavüze uğruyor. Tecavüze uğrayanların yüzde 62’si 18 yaşından küçük. Bunun yüzde 29’u ise 11 yaşından küçük. Mağdurların yüzde 22'si ise erkek çocuklar. Vatikan’a bağlı kiliselerde papazlar ve kardinallerin binlerce erkek çocuğu taciz etmesi ile Batı’nın görülmeyen çirkin yüzü iyiden iyiye ifşa olmuş durumda.
Gelelim Batılı laik kapitalist nizamı taklit etmekle övünen Türkiye’ye… Burada da durum pek farklı değil. Türkiye’de yılda 8 bin çocuk cinsel istismara uğruyor. Görüldüğü gibi durum çok vahim ve mesele fertlerde görülen sapkınlıktan daha derin. Meselenin kaynağı uygulanan sistemin kendisidir.
Ebu Said RadiyAllahu Anh’tan rivayet edildiğine göre Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular: “Sizden öncekilerin izlerini karış karış takip edeceksiniz. Öyle ki onlar bir kertenkele deliğine girseler, siz de gireceksiniz.’ Sahabeler, ‘Ey Allah’ın Rasulü, bunlar Yahudi ve Hıristiyanlar mı?’ dediler. Rasulullah ‘Ya kim olacak?’ diye buyurdu.”
İşte Allah’ın hükmünü yok sayarak İslâm’dan uzaklaşıp Batı’ya yaklaşmanın Müslümanlara ağır faturası budur. Çocuklar sokaklarda rahat oynayamıyor, kadınlar topluma açık alanlarda rahat dolaşamıyor. Cinnet geçirip çocuklarını katleden anne ve babalar, para vermediği için annesini katleden evlatlar…
Bütün cadde ve sokaklara kameralar yerleştirseniz ne olacak? Sadece sapıkları, hırsızları, katilleri daha kolay bulabilirsiniz. Size soruyorum iktidarda olanlar! Meydanlarda İslâm’dan bahsedip uygulamada yüzünü Batı’ya dönenler! Çocuk istismarı ve kadına şiddet sorununu çözüme kavuşturacak bir projeniz var mı? Bu sorunu kökten çözüme kavuşturacak bir öneriniz var mı?
Çözüm, İslâm’dadır! Çözüm, İslâm nizamlarının uygulanmasındadır. O nizamları uygulayacak devlet ise laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti değildir; İslâm akidesine dayalı Râşidî Hilâfet Devleti’dir. O halde çocuklara merhamet edin, halkınıza merhamet edin. İnsanlığı bu laik kapitalist nizamın cenderesinden kurtarın!
•KILIÇDAROĞLU’NA SALDIRININ NEDENİ
21 Nisan Pazar günü Ankara’nın Çubuk ilçesinde yapılan şehit cenazesinde CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu hiç beklemediği bir tepki ile karşılaştı ve saldırıya uğradı. Cenazeye katılanlar öylesine öfke doluydu ki Kılıçdaroğlu’nun sığındığı evi ablukaya aldılar. Protesto sesleri yükseldikçe yükseldi. Öyle ki “evi yakın” diye bağıranlar dahi oldu. Neyse ki korkulan olmadı, olaylar fazla büyümeden Kılıçdaroğlu zırhlı polis aracıyla olay yerinden uzaklaştırıldı.
Anadolu insanı misafiri Allah’ın emaneti olarak görür. Kendi köyüne, kendi evine gelmiş bir misafiri rahat ettirmek için gerekirse kendisi yemez, yedirir. Misafiri baş tacı eder. Hele ki bu misafir taziye için gelmişse o düşman bile olsa ona dokunulmaz. Böyle bir kültüre sahip insanımız nasıl oldu da öfke seline kapılarak köylerine gelen bir misafiri linç etmeye kalktılar? Halkın Kılıçdaroğlu’na sert tepki göstermesinin elbette bir alt yapısı var. Yerel seçim sürecinde AK Parti Genel Başkanı Erdoğan’ın ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin propaganda dili buna zemin hazırlamış olabilir. CHP’nin başını çektiği Millet İttifakı’na HDP’nin dolayısıyla da PKK’nın desteğini dillendirmeleri buna zemin hazırlamış olabilir. Ancak bu öfkenin sebebi tek başına Cumhur İttifakı’nın yaptığı bu seçim propagandası değildir. Evet, AK Parti ve MHP böyle bir söylem geliştirdi; CHP’nin HDP ile birlikte hareket ettiğini dillendirdiler.
Peki, halk buna nasıl ve neden inandı? Neden insanlar “CHP böyle bir şey yapmaz” demediler? Çünkü CHP’nin tarihi öylesine zulüm ve ihanetlerle dolu ki, halk artık CHP’nin zulüm adına her şeyi yapabileceğine, her türlü ihanete ortak olabileceğine inanıyor. İnsanlardaki bu kanaatin mimarı ne AK Parti’dir ne MHP’dir ne de başka bir partidir. Bu inanışın mimarı bizzat CHP’nin geçmişteki icraatlarıdır. CHP hiçbir zaman halkın partisi olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. CHP’nin isminde yer alan “halk”, bu ülkenin temel taşını teşkil eden Müslüman halk değildir. Bilakis İslâm’a nefretle bakan bir avuç mutlu azınlıktır. CHP Anadolu insanının İslâmi ve örfi kılık kıyafetinden utanç duyan jakoben bir grubun kendini ifadelendirdiği partidir.
Dolayısıyla Kılıçdaroğlun’a yönelik bu tepki, sadece PKK ile iş birliği yaptığı için değildir. Bu tepki, Kur’an okumayı yasaklayan CHP’ye yönelik bir tepkidir. Bu tepki, kılık kıyafet kanunu diyerek Müslüman kadının başörtüsünü zorla çıkarttıran CHP’ye yönelik bir tepkidir. Bu tepki, ezanı yasaklayan CHP zihniyetine yönelik bir öfkedir. Her ne kadar tasvip etmesek de Kılıçdaroğlu’na yönelik bu saldırı, bugünün meselesi değil yaklaşık yüz yıldır devam eden bir hesaplaşmanın iz düşümüdür. Birikmiş bir öfke patlamasıdır ve bunun tek suçlusu CHP’dir.
•TÜRKİYE İTTİFAKI’NIN İÇİNDE NE VAR?
Türkiye tartışmalar, gerginlikler ve karşılıklı suçlamalarla dolu bir seçim daha geçirdi. Seçim bitti ama gündemdeki tartışmalar bitmedi. Amerikancı Cumhur İttifakı’nın başat partisi olan AK Parti, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik kalbi olan iki büyük şehri, Ankara ve İstanbul’u kaybetti. İngiliz güdümlü muhalefet ittifakının ana damarı olan CHP, kazandığı özgüven ile iktidara ve özellikle de Başkanlık sistemine saldırıya geçti. İktidardaki parti içi muhalefet ise Erdoğan’ın prestij kaybından yararlanarak harekete geçti ve kapalı kapılar ardında söylenen eleştirileri sosyal medyaya taşıdı. Erdoğan’a gelince, o, bu çift taraflı baskı ortamından çıkmak için “Türkiye İttifakı” söylemini piyasaya sürdü. 82 milyon, hep birlikte Türkiye İttifakı olarak hareket edilmesi gerektiğini söyledi.
Türkiye İttifakı söylemi içi doldurulmaya muhtaç bir söylemdir. Ancak ne ile doldurursan doldur uygulanması imkânsız, hayalî bir söylemdir. Çünkü Türkiye’deki siyasi partiler varlıklarını sürdürebilmek için illaki uluslararası bir güce sırtını dayamak zorundadırlar. Siyasette görünür bir parti olabilmek için medya ve para desteği kaçınılmazdır. İşte bu ikisini kontrol edenler siyasi partilerin seyrini de kontrol ederler. Para ve medya, İngiltere ile ABD’nin elinde olduğuna göre mevcut siyasi partiler bu iki güçten biriyle hareket etmektedirler.
İngiltere ve ABD İslâm düşmanlığı üzerinde ittifak ederken kendi aralarında siyasi mevzi kazanma ve sömürü savaşını da sürdürürler. Sözün özü: nasıl ki Cumhur İttifakı, Erdoğan ve Bahçeli’nin eseri değilse; nasıl ki Millet İttifakı CHP, Saadet Partisi, HDP ve İyi Parti’nin eseri değilse; gündeme getirilen Türkiye İttifakı da mevcut partilerin eseri olamaz. Gücünü İngiltere’den yahut ABD’den alanlar Türkiye İttifakı kuramazlar! Türkiye İttifakı kurabilmek için öncelikle bu halkın kültürü ve duyguları ile uyumlu bir fikre sahip olmak gerekir ki sizde böyle bir fikir yok. Bu fikir, hayatın her alanını kuşatan İslâm’dır. Bu fikir, İslâm akidesi birlikteliği ve kardeşliğidir. Gücünü Hak’tan ve halktan almayan tüm siyasi partilerin ömrü kısadır. Efendilerine hizmet ederler ve yok olup giderler.
•ABD’NİN İRAN’A YAPTIRIM MUAFİYETİ
ABD, 5 Kasım 2018’de İran'a yönelik ekonomik baskıyı artırmak ve petrol ihracını engellemek için ikinci yaptırım paketini devreye koymuştu. Türkiye’nin içinde olduğu sekiz ülkenin bu yaptırımdan altı aylığına muaf tutulduğu açıklanmıştı. Geçtiğimiz hafta ABD Başkanı Trump, Türkiye dâhil 8 ülkenin İran'a uygulanan işte bu yaptırım muafiyetlerine son verileceğini duyurdu. ABD bu adım ile İran'ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi hedeflediğini, böylece rejimin temel gelir kaynağını elinden alabileceğini söyledi.
Kuşkusuz bu yaptırımların ağırlıklı nedeni, ABD’nin artık Suriye’de İran’a ihtiyacının kalmamış olmasıdır. Çünkü ABD, Rusya ve Türkiye üzerinden Astana görüşmeleriyle yürüttüğü süreci, habis siyasi planının hayata geçmesi için daha işe yarar görmektedir. Dolayısıyla ABD, çıkarları doğrultusunda hareket eden sömürgeci bir terör devletidir. Çıkarı hangi doğrultudaysa, tasarruflarında da o yönde değişiklikler yapar.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ABD’nin bu kararına Twitter üzerinden bir açıklama ile cevap verdi. “Tek taraflı yaptırımları ve komşularımızla nasıl ilişki kuracağımız konusundaki dayatmaları kabul etmiyoruz.” dedi. Sayın Çavuşoğlu! Aslında siz bunu biliyordunuz: yaptırım muafiyetinin biteceği önceden belliydi. Ve siz, ABD’nin Türkiye’yi yaptırımdan muaf tutmasına o gün adeta teşekkür etmiştiniz. Bugün “kabul etmiyoruz” deyince, İran’a yönelik yaptırımları by-pass mı etmiş oluyorsunuz? Soruyorum size: Trump Suriye’nin kuzeyinde PYD ve PKK’yı korumak için güvenli bölge ilan ettiğinde ne yaptınız? “Türkiye eğer Kürtlere (yani PYD ve PKK’ya) saldırırsa Türkiye’yi ekonomik olarak mahvederiz!” dediğinde ne yaptınız? Adana Mutabakatı gibi gülünç bir çıkış bulmaya çalıştınız. “Ha girdik, ha giriyoruz” dediğiniz harekâtı bir türlü başlatamadınız.
Biz yine diyoruz: ABD’nin Türkiye ve diğer ülkelere bu yaptırımları dayatabilmesinin tek nedeni iktidar partisi olarak sizsiniz. ABD’yi memnun etmek için canhıraş çalışan sonra da buruşturulmuş bir kâğıt gibi çöpe atılanlardan hiç ama hiç ibret almıyorsunuz. Özetle Hüsnü Mübarek ve Ömer El Beşir’den ibret almayan yöneticiler yüzünden ABD bu kadar küstah ve kibirli davranıyor. İstediği zaman yaptırım uyguluyor istediği zaman yaptırımı gevşetiyor.
•SUDAN’DA DARBE SONRASI NE OLACAK?
Sudan’da, 1989’da darbe ile başa gelen Ömer El Beşir yine darbe ile gitti. Ekonomik durum, yoksulluk ve işsizlik sebebiyle aylardır süren protestoları dindiremeyince efendisi Amerika El Beşir’i gözden çıkardı ve darbe ile onu bir kenara attı. El Beşir’i yönetimden uzaklaştırıp yerine geçen Avad bin Avf da sokakta kabul görmeyince o da bir kenara atıldı. Görevi devralan Sudan Askerî Geçiş Konseyi Başkanı Abdulfettah El Burhan göstericilere sempatik davranmaya çalıştı. Devletin egemenliğini temsil edecek bir askerî konsey kurulacağını söyledi. Bir sonraki aşamada ise ülkeyi yönetecek bir sivil “mutabakat” hükümetinin oluşturulacağını vadetti.
Sudan halkının İslâmi duyarlılığının farkında olan Askerî Konsey, İslâmi kitle temsilcileri ve âlimler ile bir buluşma toplantısı düzenleyerek halk nezdinde kendilerine meşruiyet oluşturmaya çalıştılar. Ancak hiç beklendiği gibi olmadı. Askerî Konsey’in hazır bulunduğu o toplantıda, Hizb-ut Tahrir Sudan Vilayeti Merkezi Temas Heyeti Başkanı Şeyh Nasır Rıza bir konuşma yaptı. Program El Cezire kanalından canlı yayınlandı. Nasır Rıza kınayıcıların kınamasına aldırmadan Müslümanların hasretini çektiği Râşidî Hilâfet’e çağrı yaptı. Şeyh Nasır Rıza konuşmasında mevcut Askerî Konsey’e ister bir gün isterse yüz gün olsun yönetim işinin sorumluluk olduğunu hatırlattı. Onlara kendilerinden önceki yöneticilerin akıbetini hatırlatarak adeta “bugün varsınız, yarın yoksunuz” dedi. Meselenin sivil ya da askerî yönetim meselesi olmadığını, bilakis Allah’ın indirdikleriyle yönetmek olduğunu hatırlattı. Otoritenin ümmete ait olduğunu ve Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek üzere bir Halife’ye biat etmenin farz olduğunu söyledi. Bunun için otoritenin ümmete teslim edilmesi gerektiğini açıkça haykırdı. Nasır Rıza konuşmasında Askerî Konsey üyelerine çok önemli bir de uyarı yaptı. Onları sömürgeci kâfir ABD ve Avrupa’nın elçilikleriyle irtibat kurmamaları konusunda uyardı.
İşte bu konuşma başta sömürgeci kâfir ABD olmak üzere tüm sömürgeci Batı’ya yürek acısı olacak bir konuşmadır. Bu çağrı onların pis planlarını, hesaplarını alt-üst edecek bir çağrıdır. Bu konuşma yürekleri İslâm’la çarpan İslâmi ümmetin gururu ve iftihar kaynağı olmuş bir konuşmadır. Zira Şeyh Nasır Rıza, Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “varislerim” dediği gerçek âlimin duruşunu sergilemiştir. “Saray Uleması” diye adlandırılan kimselerin de ipliğini pazara sermiştir. Hak sözü haykırmanın hiç de korkulacak bir şey olmadığını, Allah’a dayanıp güvenince nasıl da izzetli olunduğunu gözler önüne sermiştir. Bu konuşma her ne kadar Sudan’da askerî konseye söylenmiş bir söz olsa da içerik bakımından İslâm beldelerindeki tüm yöneticilere ve gücü elinde bulunduranlara hitaptır. Umulur ki Müslümanların başında bulunan yöneticiler ve güç sahipleri, kendilerine düşen sorumluluğun farkına varırlar. Umulur ki Allah’ın indirdikleri ile hükmedecek Hilâfet’i ikame etmede Allah’ın dinine nusret verirler. Umulur ki Nasır Rıza’nın bu çağrısına icabet ederler ve ölümü ile arşın titrediği bugünün Sa’d bin Muaz’ları olurlar. Böylece dünyada izzete, ahiret hayatında da Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın sonsuz nimetlerine kavuşurlar.
•KUT'UL AMARE’NİN 103. YILDÖNÜMÜ
Savaşlar meydanlarda kazanılır ama basiretli, ihlaslı yöneticileriniz yoksa masada kaybedilir. Bu hakikate ışık tutan tarihî olaylardan biri de İngilizler ile yaptığımız Kut’ul Amere Savaşı’dır. Bundan tam 103 yıl önce İngilizler, Osmanlı Hilâfet Devleti’nin vilayetlerinden Bağdat’ı işgal için karaya çıktılar. Halil Paşa komutasındaki Osmanlı Hilâfet Devleti Ordusuyla karşılaşan İngilizler aylar süren mücadelenin ardından 30 bine yakın kayıp verdiler. 13 general, 481 subay ve 13.300 asker esir alındı ve İngilizler tarihlerinin en büyük hezimetlerinden birini tattılar. Bu savaşta ordumuz ise 10 bine yakın şehit verdi. Allah şehadetlerini kabul eylesin.
Dikkat edin! Bu tarihî zaferi “Hasta Adam”ın ordusu kazandı. Bu zaviyeden bakınca şunu görüyoruz. Yıkılırken dahi şerefle yıkılmış bir devlettir, Osmanlı Hilafet Devleti.
Kut’ul Amare Zaferi’nden sonra ise tam bir fiyasko yaşandı ve Osmanlı Devleti üzerine ihanet yumağı örülmeye başladı. İngilizler, bu tarihî yenilginin ardından işbirlikçilerini harekete geçirdiler. Meydanda kaybettikleri savaşı masa başında, kulislerde, gizli toplantılarda kazandılar.
Sözün özü: Lozan’da yapılan ihanet antlaşmasıyla hem Çanakkale hem de Kut’ul Amare kaybedildi; topraklarımız paylaşıldı, devletimiz yıkıldı, ümmetimiz parçalandı. Kut’ul Amare Zaferi’nin 103. Yılında hatırlamamız gereken şey tarihimiz ve İslâm ümmetinin kimliğidir!
Biz, İslâm ümmetiyiz! Biz, en zor anlarda dahi ayakta dimdik durmayı başarabilen bir ümmetiz! Biz, İslâm ümmetiyiz! Savaş meydanlarında ölümden kaçmayız. Bilakis onu kucaklarız! Zira şehitlik bizim için en büyük onur madalyasıdır! Biz, İslâm ümmetiyiz! Tökezleriz, yıkılırız ama ayağa kalmasını da biliriz! Biz, İslâm ümmetiyiz! Yine ayağa kalkacağız, sömürgeci kâfir İngiltere’yi, ABD’yi, Fransa’yı ve Rusya’yı topraklarımızdan ebediyen kovacağız, inşaAllah
Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu



