Müslümanların ilk kıblesinden bahsediyoruz. Yine o mübarek beldenin, Allah’ın lanetlemiş olduğu Yahudiler tarafından kirletildiğinden yakınıyoruz. Evet, şu an dünyada Müslümanlar paramparça konumda adeta ölü uykusunda… Daha doğrusu; bin bir çeşit zehirle; milliyetçilik, vatancılık, dünya sevgisi, korku veya sahte kahramanlar ile çemberde tutulmak isteniyor. Lakin bunun böyle devam etmesi kesinlikle mümkün değil. Bir gün gelecek -ki o gün vallahi oldukça yakın-, işte o zaman Müslümanlar tüm zincirlerini kıracak ve esaretten kurtulmuş bir şekilde şaha kalkacak. İşte bu sebepten, o günün gelmemesi için tüm Batı ve onun aveneleri hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor ve kaçınmayacak. Çünkü o gün geldiğinde bu aynı zamanda Batı’nın (iktidarının) sonu olacak!
1967 Arap-”İsrail” savaşından sonra ilk kez 2014 yılında 300 Yahudi askeri, Mescid-i Aksa’yı basmış, mihrab ve minberin bulunduğu yere kadar postallarıyla ilerlemişlerdi. Mescid-i Aksa’nın yönetimini üstlenen İslâmi Vakıflar Dairesi Müdürü Azzam el-Hatib 2014 yılında bu hadise ile alakalı şunları söylemişti: “Bu çok tehlikeli bir adım. Daha önce olmamıştı. Kabul edilemez bir durum. ‘İsrail’ bunun sonuçlarına katlanacaktır.” “İsrail” 2014 ile 2021 yılları arasında düzenli olarak Müslümanlara karşı provokatif eylemlerine devam etti. Örneğin; 2020 yılında 18 binden fazla fanatik Yahudi’nin “İsrail” polisinin korumasında Mescid-i Aksa’ya baskın düzenlendiğini yine İslami Vakıflar Dairesi Müdürü Azzam el-Hatib dillendirmişti. Lakin şimdi yani Ramazan ayının son 10 gününde neler oldu? Yahudi askerlerin postallarıyla Mescid-i Aksa’yı basması karşısında nasıl oldu da Müslümanlar sessiz kaldılar?
Bazı haber siteleri üzerinden şunları okuduk:
“Bazı Yahudi yerleşimci grupların Ramazan ayının 28. günü (10 Mayıs Pazartesi) Mescid-i Aksa’ya zorla girecekleri yönündeki tehdit bildirileri sosyal medyaya düşmeye başladı. ‘İsrail’, işgal altında tuttuğu Kudüs’te Ramazan ayı ile birlikte baskı ve zulümlerini artırırken, fanatik Yahudiler de Filistin halkını kışkırtan provokasyonlarını arttırdı. Filistin yanlısı haber sitelerinde yer alan bilgilere göre ‘İsrailli’ fanatik gruplar günler önce Kudüs’ün batısında bulunan bir otelde Aksa’ya yapacakları baskına yönelik toplantı yaptılar. Bu gruplar cesareti ise son zamanlarda siyasette elde ettikleri güçten alıyorlar.” (Yeni Şafak: 07.05.21)
Bu, kargaşaya neden olan hadiseleri kısaca ele alalım. Evvelinde ise şunu tekrar hatırlatalım: kargaşa, 2021 yılında başlamadı. Bilakis 1948 yılında başladı ve Yahudi pisliği o bölgeden söküp atılmadığı sürece de bitmeyecek! Kudüs’ün eski yerleşim yerlerinden biri olan Şeyh Cerrah Mahallesi’nde oturan 28 Filistinli ailenin korku ve endişeleri “İsrail” makamlarının baskıları ile yeni bir boyut kazandı. Filistin’in bir çok bölgesinde yüzbinlerce ailenin göçe zorlandığı, tutuklandığı hatta öldürüldüğü aşikar. Lakin Şeyh Cerrah Mahallesi’ndeki 28 Filistinli ailenin konumu biraz daha farklı. Takriben Mescid-i Aksa’dan 3-4 km. uzakta ve sembolik olarak oldukça önemli olan Şeyh Cerrah Mahallesi ve onun sakinleri, bir nevi mülteci olan tüm Filistinli Müslümanları temsil ediyor. Nedeni ise “İsrail’in” 14 Mayıs 1948’de Filistin topraklarında bağımsızlığını ilan ettiği Nekbe felaketinde evsiz kalan 28 sığınmacı aile için, Batı Şeria’nın Ürdün gözetiminde olduğu yıllarda Şeyh Cerrah’a yerleştirilmiş olması ve Ürdün İnşaat ve Bayındırlık Bakanlığı ile Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansının (UNRWA) vardığı anlaşma gereği 1956’da söz konusu mahallede iskân edilmiş olmasıdır. Lakin 1967 Savaşı sonrası yani Doğu Kudüs’ün de içinde olduğu Batı Şeria’nın işgali edildiği tarihten sonra işgalci Sefarad Yahudileri Komitesi ile Aşkenazi Yahudileri Komitesinin 1972’de bu topraklarda hak iddia etmeye başlamasıyla işin rengi değişti. 1972 yılında başlayan ve birçok mahkeme ve sindirme politikası sonrası “İsrail” makamları tarafından, ilk aşamada 7 ailenin evlerini Yahudi yerleşimcilere bırakmak üzere boşatılması kararı verildiği duyuruldu. “İsrail” mahkemesi, 2 Mayıs’ta Şeyh Cerrah’taki 4 aileye, Yahudi yerleşimcilerle “anlaşmaları için” 6 Mayıs Perşembe’ye kadar süre tanıdı. Bu kararı tanımayan Filistinli aileler ve onlara destek olan binlerce Müslüman Mescid-i Aksa camiinde teravih namazlarından sonra bir araya gelerek “İsrail” kararlarını bir kez daha protesto etti. Bu protesto “İsrail” polisinin sert müdahalesi ile karşılaştı. Sonrası malum, günlerdir televizyon ekranlarından izliyoruz.
İşte hadisenin özeti bu şekildedir. Dediğim gibi; Şeyh Cerrah Mahallesi ve onların sakinleri aslında tüm Filistin’de gerçekleşen soykırımın, sadece bilinen ve duyulan bir örneği. Bu gibi hatta daha kötüsüne binlerce aile, on yıllardır türlü sıkıntı ve sindirim politikasına maruz kalıyor; hem de mübarek Filistin topraklarında… Mescid-i Aksa’yı içinde barındıran Kudüs’te bunlar yaşanmakta.
Yine üstelik bu hadiselerin yaşandığı bölge, Batı coğrafyası gibi Müslümanların azınlık olduğu bir bölge değil, bilakis Müslümanların kalbi konumunda olan üç mukaddes şehrin bulunduğu Orta Doğu. Orta Doğu’daki Hain devlet ve yöneticiler ise sadece makamlarını korumak, efendilerine hizmet edebilmek için boş laf ve söylemlerden ötesine geçemiyorlar. Müslüman halk ise her geçen gün adeta patlamaya hazır bir bomba misali gerilmekte ve öfke yumağına dönüşmekte. Bu hadiselerin olduğu bir zamanda Müslüman ülkelerin acziyeti ise görebilen ve duyabilen tüm Müslümanlarca aşikâr.
Gelelim, “Müslümanların hamisi” olduğunu iddia eden Türkiye Devleti’nin başında bulunan zata. Cumhurbaşkanı Erdoğan malumunuz olduğu üzere 2009 yılında yani 12 yıl önce “İsrail” Cumhurbaşkanı Peres’in sözlerine tepki göstererek şunları söylemişti: “Suçluluk psikolojisiyle sesiniz yüksek çıkıyor. Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.” “İsrail” Cumhurbaşkanı ile bir araya gelmesi ve onu muhatap kabul etmesi, aslında Erdoğan’ın Yanudi varlığını kabullediğinin açık bir göstergesiydi. Dahası bu, 29 Ocak 2004’te Amerikan Yahudi Komitesi tarafından “Cesaret Karekteri Ödülü (Profiles of Courage)” almasıyla resmileştirilmişti. Fakat şov süreci düğmesine 2009’da bastılar. Neticede bunun şov olduğunu ve hiç bir neticesi olmadığını, bilakis son 12 yılda her türlü alanda ilişkilerin hızlandırıldığını, basireti açık Müslümanlar görmüş oldu. Boş lakırdılar eşliğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan son 12 yılda “İsrail” ile ilişkilerini önemli bir seviyeye taşıtı ve ticaretini ise misli ile arttırdı.
Yeri gelmişken, ekonomi ilişkiler ile alakalı şunlar söylenebilir:
•2010 yılının ilk yarısında 1,59 milyar dolar olan “İsrail”-Türkiye arasındaki ticaret, 2011 yılının ilk yarısında %26 artarak, 2 milyar dolara yükseldi. “İsrail” Ticaret Odasına göre, “İsrail’in” Türkiye’ye ihracatı %39 artarak 950 milyon dolara yükseldi ve Türkiye’nin “İsrail’e” ihracatı %16 artarak 1,05 milyar dolara yükseldi. Türkiye “İsrail’in” 6. en büyük ihracat durağı oldu. Kimyasallar ve damıtılmış petrol ürünleri başlıca ihraç edilen ürünler arasındadır. Türkiye “İsrail’den” ileri teknolojiye sahip güvenlik ekipmanı almakta ve “İsrail’e” ise botlar ve üniformalar sağlamakta. 2007 yılından beri “İsrail”, Türkiye’den devamlı olarak sebze ürünleri almaya devam etmiştir ve 2007-2011 arasında Türkiye’den hazır gıda ürünleri, meşrubatlar ve tütün ihracı ikiye katlanmıştır. [Wikipedia.org]
•Türkiye, 2018 yılında yaklaşık 2 milyar dolar ile “İsrail’in” en çok ihracat yaptığı 8. ülke, 6,2 milyar ile Çin ve ABD’den sonra en çok ithalat yaptığı 3. ülke olmuştur. “İsrail” ise 4,4 milyar dolar ile Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı 9. ülke, 1,6 milyar dolar ile en fazla ithalat yaptığı 15. ülke olmuştur. [insamer.com – Ağustos 2020]
Yani 2009 Davos hadisesi ardından, 2010 Mavi Marmara (Gazze Filosu saldırısı) sonrasında siyasi ve askeri gerilimler yaşansa da bunlar hiç bir zaman ticari ilişkileri zedelememiştir. Bilakis ekonomik ilişkiler son yılların en yüksek seviyesine çıkmıştır. Bu durum, senin evini gasp etmiş olan bir gaspçıya marketinden alışveriş yaptırmaya benziyor. Yani sen onu “gaspçı”, “eşkıya” olarak nitelendireceksin ama yine sana ait dükkânından onun alışveriş yapmasına izin vereceksin. Erdoğan’ın “İsrail’i” “terör devleti” ilan etmesi sonrasında ticaret hamlelerini artırmış olması omurgasız bir siyasetin tezahürüdür, başka değil.
Hâl böyleyken Filistin ve tüm diğer mazlum beldeler ancak 2. Râşidî Hilâfet Devleti ikamesi ile kurtulacaktır. O devlet kurulmadığı sürece ne Filistin, Suriye, Yemen veya Irak kurtulacaktır ne de Uzak Doğu’da Doğu Türkistan, Keşmir veya Burma esaretten sıyrılabilecektir. Öyleyse güçlerimizi birleştirelim ve ümmete nefes olacak olan İkinci Râşidî Hilafeti Devleti’ni bu konuda 1953 yılından beri canla başla çalışan Hizb-ut Tahrir ile kuralım. Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayalım ve yalnız Allah *Celle Celalehu’*ya tevekkül ederek adımlarımızı atalım. Rabbim yar ve yardımcımız olsun! (Âmin)
___
#OrdularAksaya
#AksadaBaskınVar