Müslümanların, çoğunluğu teşkil ettiği bir coğrafyada, İslâm’ın hayata yeniden hâkim olması için sesini yükselten Müslümanlar; hakarete maruz kalıyor, söylemleri -karşı bir fikir ortaya konmaksızın- önceden belirlenmiş bir yargıyla yalanlanıyor, koro halinde saldırıya maruz kalıyor ve sosyal medya platformlarında linç ediliyor. Ne garip bir durum değil mi?
Garip ama şaşırtıcı değil! Bu satırları yazan kişi okulda; her şeyi yoktan var eden bir yaratıcı aslında olmadığını, her şeyin evrimleşerek geliştiğini, insan türünün de maymundan geldiğini öğrenerek büyüdü. Yani laik eğitim sistemi içinde beyinleri ifsat edilen milyonlardan sadece biriydi.
Peki, bize bunu niçin ve nasıl yaptılar? Bugünü anlamlandırabilmek için biraz geriye gitmek gerekiyor. Öyleyse sizinle tarihte kısa bir yolculuk yapalım.
I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Hilâfet Devleti’nin toprakları Haçlılar tarafından işgal edilmiş, halife yetkisiz ve etkisizleştirilmiş, Ankara ve İstanbul olmak üzere çift başlı bir yönetim ortaya çıkmıştı. İngilizler, tercihlerini Ankara Hükümetinden yana kullandı ve Osmanlı Hilâfet Devleti fiilen yıkıldı. 1923 yılında önce bir oldubitti ile Cumhuriyet ilan edildi.
Burada biraz duralım.
“Efendiler! Yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz!” sözü, laik Kemalistler tarafından gururla söylenen meşhur bir sözdür. Ancak bu söz, aynı zamanda diktatörce takınan bir tavrın da habercisidir. Düşünebiliyor musunuz? Bir ülkenin yönetim şekli “yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz” diyerek belirleniyor. Meclis aritmetiğine, 29 Ekim’de Ankara’da bulunan vekil sayısına, oturuma katılanların kimliklerine baktığımızda Cumhuriyetin ilanı, krizden fırsat çıkartmaktan başka bir şey değildir. Fırsat tarihi ise 29 Ekim’dir.
Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde II. Meclis 333 vekilden oluşuyordu. O gün Mecliste ise sadece 158 vekil vardı. Ve hepsi Cumhuriyetin ilanı için el kaldırdı ya da kaldırmak zorunda kaldı. 175 vekil orada değildi. Daha doğrusu onların Cumhuriyet oylaması için Meclisin toplandığından dahi haberleri yoktu. Zavallı halk, kendisini temsil etmesi için vekil tayin etmiş ama onlara danışılmadan, üzerinde konuşulmadan, halkın görüşleri dikkate alınmadan Cumhuriyet ilan edilmiştir. Yani maya bozukluğunun daha ilk günden başladığını söylemek hiç de abartılı olmayacaktır.
Cumhuriyet ilen edildi, ardından Hilâfet kaldırıldı. Şimdi ne olacak?
İşte kırılma noktası tam da burası: Şimdi ne olacak?
Cumhuriyetin kurucu kadrosu sistem değişikliğine gitmiş olmasına rağmen ellerinde yeni sistemin nasıl olacağına dair bir çalışma yoktu. Onlarda var olan tek şey, Batı hayranlığıydı. Dolayısıyla “modern bir devlet olmak için Batılı devletler gibi olmalıyız” fikri ağır bastı. Yeni sistemin her şeyini Batı’dan almakta bir sakınca görmediler. Tüm kanunlar herhangi bir tashih işlemine tabi tutulmadan, halkın kültürüyle, değerleriyle uyumu dikkate alınmadan, noktasına virgülüne dokunmadan, olduğu gibi ithal edildi. Burada, Uğur Mumcu’nun bir gülmece dergisinden alıntıladığı şu sözü zikretmek gereklidir, diye düşünüyorum:
“Türk vatandaşı; İsviçre medeni kanununa göre evlenen, İtalya ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman ceza muhakemeleri yasasına göre yargılanan, Fransız idare hukukuna göre idare edilen ve İslâm hukukuna göre gömülen kişidir.”
Cumhuriyet ile birlikte çizilen yeni vatandaş profili tam da Uğur Mumcu’nun tarif ettiği gibidir. Belki “listede neden İngiltere yok?” diye düşünenler olabilir. İngiltere -daha doğru bir ifadeyle Birleşik Krallık-, anayasası yazılı değildir. Yasaları da genel ilkeleri ifade eder. Üzerinde uzlaşı sağlanmış genel ilkelere göre sistem işler. Dolayısıyla kapsamlı yazılı kanun metinlerini İngiltere’den alamazsınız. İnanıyorum ki böyle bir imkân olmuş olsaydı ilk başvuracakları yer kuşkusuz İngiltere olurdu.
Aslında mesele kanunları almaktan çok ötedir. Mesele, modern Batı kültürünün ortaya koyduğu her şey, tartışmasız “doğru” kabul edilmesidir. Bunun da bir serüveni var elbette. Batılı aydınlar ve kilise arasında yüzyıllara dayanan çatışma neticesinde bilginin yani hakikatin kaynağı, “deney ve gözlem ile elde edilen nesnel şey” olduğu görüşü hâkim görüş olarak kabul edildi. Bilim ile elde edilen muazzam başarıların ardından hakikatin tekeli, modern Batı dünyasının eline geçti. Onlar da bu tekeli genişlettikçe genişletti; sadece deney ve gözlemle elde edilen şey olmanın ötesine taşıdı. Batı’dan sadır olan her şey, “doğru” ve “sorgulanamaz” olarak tüm dünyaya kabul ettirildi. Zira bilimin gerçekliği sorgulanamazdı!
İşte Cumhuriyetin kurulduğu temeller, bu sorgulanamaz hakikatler üzerine bina edilmiştir. Eğitim sistemi ve müfredat, Batı’nın tekeli altındadır. Hatta bu eğitim sistemini dizayn etmesi için Batı’dan uzmanlar getirilmiştir. Müfredatı onlar belirlemiş ve kendi doğrularını müfredata almıştır. Mesela akıl, “duygu organlarıyla hissettiğimiz her şey başka bir şeye muhtaçtır. Başka bir şeye muhtaç olan ise ezeli ve ebedi olamaz. Bir şey ezeli ve ebedi değilse yaratıcı olamaz. Dolayısıyla hissedebildiğimiz her şey bir yaratıcıya muhtaçtır.” derken, seküler eğitim sistemi bu akli düşüncenin yerine Darwin’in ipe sapa gelmez evrim teorisini “bilim” olarak ortaya sürmüş, bizim gibi ithalatçı ülkeler de bu teoriyi körpe beyinlere “bilimsel” olduğu için sorgulamaksızın aktarmıştır. Batı’nın doğruları, “sorgulanamaz doğrular” olarak okutulmuştur. Daha da vahimi; İslâm’ı bile bize onlar öğretmiştir. Ankara İlahiyat Fakültesi açıldığında öğretmenleri, Avrupa’dan gelmiş gayrimüslimlerdi. Dolayısıyla bu eğitim sisteminden geçen her birey, Batılılar gibi düşünmeye mecbur bırakılmıştır. Zira düşünce dünyası, modern Batı’nın elindedir.
Baudrillard, kapitalist sistemin dünyayı nasıl kontrol altında tuttuğunu şu cümlelerle ifade etmektedir: “Hâkim güç, gerçekliği yok etmiş ve yerine gerçek olmayan ama gerçek olarak gösterilen hiper gerçeklik ortaya koymuştur. Zihinler bu sahte gerçekliği anlamakta zorlanır. Üretilen gerçekliğin içinde kendisine sunulan her şeyi gerçek olarak alır ve sorgulamaz.” Tıpkı hepinizin izlediğini tahmin ettiğim “Matrix” filmindeki gibi…
Özetle ortaya çıkan tablo şudur:
Gençlerimizi ve toplumumuzu eğiten, yetiştiren, düşünce dünyasını şekillendiren, fiillerine ve duygularına yön veren, rol modellerini belirleyen aslında biz değiliz. Hakikatin tekelini eline almış olan modern Batı, aslında her şeyin sahibi. Dolayısıyla Batı’dan bağımız düşünemez, fikir üretemez, dostu-düşmanı, doğruyu-yanlışı tespit edemez, sorgulayamaz olduk.
Mesela; niçin demokrasi “güzel”, Hilâfet “kötü”dür? Ya da neden başörtüsü “baskıcı bir zihniyet”i temsil ederken tesettürsüz bir bayan “özgürlüğü” temsil etmektedir. Kız-erkek bir arada karma eğitim neden “doğru” kabul edilirken safların ayrılması “gericilik” alametidir? Neden, kapitalist ekonomi tüm eksikliklerine rağmen “iyi”yken İslâm iktisat nizamı “çağdışı”dır? Neden, Batı’nın dayattığı “kariyer sahibi kadın” profili “doğru” olmak zorundadır? Neden, rol-modelleri Batı belirlemektedir? Hırsızın elinin kesilmesi neden “kötü”dür? Zina eden evli kadına/erkeğe recm cezası uygulamak neden “barbarca” bir fiil olarak kabul edilmektedir?
Bir şeyin “kötü” ya da “iyi”, “güzel” ya da “çirkin” olduğunu neden modern Batı dünyası belirlemektedir? Neden hakikatin tekeli modern Batı dünyasının elindedir?
Hani sosyal medyada sıkça gördüğümüz “Bence insan özgür olmalı. Özgürlüklerin önüne geçilmemeli. Laiklik insanlara özgürce yaşama hakkı vermiştir. Bugün laikliği, demokrasiyi eleştirebiliyorsanız, bu demokrasinin size bahşettiği güzelliklerden biridir. İslâm geçmişte kalmış bir dindir. Hilâfet, kan kokan bir sistemdir.” gibi söylemlerin hepsi koskocaman bir yalandan ibarettir. Zira bu fikirler, o sözü söyleyen kişilere ait fikirler değildir. Yaklaşık yüz yıldır okutulan, ezberletilen, doğru olarak gösterilen Batı menşeili fikirlerdir. O zavallı, kendisine ait olduğunu sansa da kendisine ait değildir.
Modern Batı, “Bir yaratıcı var ya da yok, önemli değil. Dilediğin gibi inanabilirsin, önemli değil. Bir yaratıcı varsa bile hayata karışması doğru değildir!” dedi. Bugün, bunlar da aynı şeyi söylüyor. Modern Batı, “insan özgür olmalıdır. Hiçbir şey onu kısıtlamamalıdır.” dedi. Bugün aynı söylemler bunlarda da mevcut.
İnsanlar, iradesi elinden alınarak köle edilmiyor mu? Şimdi söyleyin: bunun adı “kölelik” değil de nedir?
İyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı kim belirler? İnsan mı, insanı yaratan Allah mı?
Bizim cevabımız açıktır: Allah Subhanehu ve Teâlâ insanı ve hayatı yaratmıştır. O, bize şah damarımızdan daha yakındır. Hangi fiilin kötü, hangi fiilin iyi olduğunu Allah belirlemiş ve bize bildirmiştir. Biz ancak Allah ve Rasulü’nün “iyi” dediğine “iyi”, “kötü” dediğine “kötü” deriz! Zira biz, yerlerin ve göklerin rabbi olan Allah’ın kullarıyız!
Öyleyse bu mücadele, hak ve batıl mücadelesidir. Ancak laik Kemalistlerin tutunduğu ağaç, kökü olmayan bir ağaçtır ve şiddetli bir fırtınada devrilmeye, kökünden sökülüp savrulmaya, yok olmaya mahkûmdur.
Her şey zaman meselesi…
___
#TehlikeninFarkındamısınız