Ölüme Ne Kadar Hazırız?
08 Mart 2023

Ölüme Ne Kadar Hazırız?

Biyolojik olarak ölümün kesinlikle vuku bulacağı konusunda insanoğlu olarak mutabıkız. Kişi neye inanırsa inansın, nasıl bir hayat yaşarsa yaşasın ölümden kaçması mümkün değildir. Tarih boyunca inkâr edilemeyen ölüm gerçeğini ötelemek adına, birçok lider, zengin kesim ve bilim insanları tarafından çeşitli girişimler, deneyler yapıldığı bilinmektedir. Bir kısmı, yaşlanma sürecini yavaşlatmak ile mücadele ederken, diğer bir kısmı ise imkânsız olan ölümsüzlük iksirini bulmaya çalışmaktadır. Hayatın gerçeği olan yaşlanmayı önleyebilmek adına bir yandan bebek kök hücresini kendilerini enjekte eden zengin bir kesimin varlığından haberdar olurken, diğer yandan belirli gıdalardan uzak durmak suretiyle ölümü erteleyebileceklerini düşünen şahıslara şahit oluyoruz. Kısacası, insan olmamız gereği en büyük imtihanımız, hiç kuşkusuz ölüm karşısındaki tutumumuzdur. Önemli olan, o ölüm anı geldiğinde ne kadar hazırlıklı olduğumuzdur.

Ölüm korkusu, fıtri bir hakikattir. Herkes derin bir çukura düşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, bomba sesi duyduğunda, deprem sarsıntısı yaşadığında, yırtıcı bir hayvan gördüğünde veya buna benzer tehlikelerle yüz yüze geldiğinde, beka içgüdüsü gereği ölmekten korkar ve koruma refleksi gösterir. Bu oldukça doğaldır. Ölüm korkusu her canlının -deyim yerindeyse- genlerinde kodlanmıştır ve bunu engellemek mümkün değildir. Lakin fıtri olan ölüm korkusu ile fikrî olan ölüm korkusu arasında oldukça önemli bir fark olduğunu da unutmamalıyız. “Fikrî ölüm korkusu” derken kastedilen, kişinin istemesi gereken ölümü, -örneğin, şehit olarak ölmeyi- istememesidir. Savaşa gitmediği ve ölüm ile burun buruna gelmediği halde kişinin -özellikle imanlı bir kişinin-, böyle bir fikre sahip olması kesinlikle doğru değildir ve o kişinin imanını mutlaka gözden geçirmesi gerekir. Yani fıtri ölüm korkusu anlık hadiselerde vukuu bulan reflekslerdir -ki bu çok doğaldır ve her kişi için geçerli olan bir hakikattir-. Fikrî ölüm korkusu ise kişinin inancı ve değer verdiği şeyler ile uyumlu olarak değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Dolayısıyla ideolojik, inancı güçlü olan kişi sahip olduğu fikirleri, idealleri veya inançları için ölümü isteyebilir ve fikren bu korkuyu bastırabilir. Örneğin, bir Budist din adamı öğrencileri huzurunda yere oturarak kendisini yakabilir ve o esnada fıtri olan beka içgüdüsünü bastırabilir. (Ki bu, sosyal medya üzerinden izleyebileceğimiz yaşanmış bir hadisedir.)

“Kişiyi güçlü kılan hatta fıtri özelliklerini bastırabilecek kadar önem arz eden fikirler nasıl böyle bir etkiye sahip olabilir?” diye bir soru yöneltilebilir. Bu soruya en isabetli cevabı, hiç kuşkusuz kişinin anatomisine bakarak verebiliriz. Evrende nesneler, “canlı” ve “cansız” şeklinde ikiye ayrılır. Yine canlılar da “aklı olanlar” ile “aklı olmayanlar” diye ikiye ayırabiliriz. Akıl sahibi olanlar ise sadece insanlardır. Lakin birçok insan, sahip oldukları akıl nimetini gereği gibi kullanmaz. Bu kişiler genelde hisleri ile hareket ederler. İşte hisleri ile hareket edenler, içgüdüsel olan beka içgüdüsü gereği olan ölüm korkusunu akıldan neşet eden fikirlerle bastıramaz ve toplum içerisinde sürükleyen değil sürüklenen olurlar. Lakin akıl nimetini gereği gibi kullanan ve o aklın bir neticesi olarak fikir sahibi olan kişiler, kesinlikle toplum içerisinde ölüm korkusu ile durdurulamaz; bilakis sahip olduğu fikirleri için seve seve ölmeyi arzularlar. İşte tam da bunun için sahabeler, cihattan şehit olmadan döndüklerinde hüzünlenmişler ve en sevdikleri tarafından “inşallah bir dahaki seferde şehadet şerbetini içersin” diye teselli görmüşler. Buna, Abdullah bin Cahş’ın Uhud harbinde şehit olmak için dua etmesi ve Sa’d bin Ebi Vakkas’ın “âmin” demesi, örnek olarak verilebilir. Neticede sahabeler, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in eğitiminden geçmiş olduklarından, hayatın anlamını düzenli olarak düşündüklerinden ve şehit olarak ölmenin ne kadar ulvi bir mertebe olduğunu bildiklerinden bu durum, onlar için şaşılacak bir şey değildir. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadis-i şerifi, cihadın Müslümanlar nezdindeki öneminin nereden kaynaklandığını gözler önüne sermektedir:

Ebu Hurayra RadiyAllahu Anh şöyle rivayet etti:

“Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e bir adam gelerek, ‘Bana cihada denk olacak bir amelde delillik et.’ dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu: ‘Ben cihada denk olacak bir amel bulamıyorum! Mücahit sefere çıktığı zaman, senin, mescide girip o dönünceye kadar devamlı namaz kılmaya, iftar etmeden devamlı oruç tutmaya gücün yeter mi?’ O kimse, ‘Buna kimin gücü yeter ki?’ dedi.” [Buhari 2634, Müslim 1878, Tirmizi 1669, Nesei 3114]

Enes bin Malik RadiyAllahu Anh’tan rivayet edilen başka bir hadis-i şerifte Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

“Cennete giren hiç kimse, yeryüzündeki her şeye sahip olsa bile tekrar dünyaya dönmeyi istemez! Şehit bundan müstesnadır! Çünkü o, (cennette) görmekte olduğu kerametlerden dolayı tekrar dünyaya dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder.” [Buhari 2644, Müslim 1877/109, Nesei 3146]

Rabbimiz bakınız, ölüm gerçeğini bize nasıl hatırlatmaktadır: [اَيْنَ مَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فٖي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍؕ وَاِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هٰذِهٖ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَاِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هٰذِهٖ مِنْ عِنْدِكَؕ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِؕ فَمَا لِ‌هٰٓؤُ۬لَٓاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدٖيثاً] “Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun; ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar, ‘Bu, Allah’tandır!’ derler. Başlarına bir kötülük gelince de ‘Bu, senin yüzündendir!’ derler. De ki: ‘Nimet de, belâ da hepsi Allah’tandır!’ Fakat bu adamlara ne oluyor ki, bir türlü sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" [Nisa Suresi 78]

Özellikle deprem gibi doğal afetler esnasında bu minvalde birçok hadiselere şahit olmaktayız. Bu konuda birçok hakikati, insanı hayretler içerisinde bırakan hikâyeleri duyuyoruz. Örneğin; tonlarca ağırlığın altında saniyeler içinde bir şekilde “yaşam üçgeni” oluşturan kişilerin, 200 yüz saat gibi uzun bir zaman susuz, yiyeceksiz kalmasının ardından canlı olarak kurtulması, Allah’ın yardımından başka neyle izah edilebilir? Yine o gün aile büyüklerini ziyaret için çocuklarıyla birlikte gelen çiftin deprem esnasında çocuklarıyla birlikte göçük altında kalarak vefat etmesi, lakin ziyaret edilen yaşlı babanın hayatta kalkması ecel mefhumu dışında izah edilebilir mi? Rabbimizin buyurduğu gibi “Her nerede olursanız olun ölüm mutlaka gelip sizi yakalar.” Yani Rabbimizin takdir ettiğinin dışında kesinlikle bir şey olmaz, olamaz. Kim, son kararı kendisinin verdiğini düşünüyorsa vallahi yanılıyor. Nitekim her şeye kadir olan Rabbimizin isteği ve kararı karşısında hiç bir güç duramaz. Kendi irademizin üstünde bir irade olduğunu kesinlikle unutmamalıyız. Yine Rabbimizin şu buyruğu da oldukça manidar: “Nimet de, belâ da hepsi Allah’tandır!” Yaşamış olduğumuz her şey kesinlikle Allah’ın ilmi doğrultusunda gerçekleşmektedir. Şöyle bir soru ile özellikle Kahramanmaraş depreminden sonra muhtemelen birçoğumuz karşılaşmışızdır: “Allah neden bu feci depremi engellemedi, neden insanların eziyet çekmesine müsaade etti?” Öncelikle bu sorunun bu şekilde sorulmasının Rabbimizin hayat ve insanı yaratırken koymuş olduğu kanunlarına ters düştüğünü kesinlikle vurgulamak durumundayız. Bu soruyu sorana şöyle bir soru ile karşılık verebiliriz: “İnsanın eziyet ve sıkıntıya maruz kalmadan imtihan edileceğini sana kim söyledi? Yine bu hayatın gerçek ve ebedi hayat olan ahiret hayatının bir imtihan yeri olduğunu neden unutuyoruz?” Zorluğu çekmeden kolaylığı, hasta olmadan sağlığı, açlık yaşamadan tok olmayı anlamak nasıl mümkün değilse türlü zorluklarla imtihan edilmeden cennete girmek de mümkün değildir.

Nitekim Rabbimiz Bakara Suresi’nde bunu açıkça ortaya koymaktadır:

[اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذٖينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْؕ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِؕ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَرٖيبٌ] “Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Rasul ve onunla beraber müminler, ‘Allah'ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.” [Bakara Suresi 214]

Yine şöyle buyurulmaktadır:

[اِنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ] “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” [Teğabun Suresi 15]

Dolayısıyla dünya hayatı insanoğlu için güllük gülistanlık değildir, bilakis imanının gücü nispetinde imtihan edildiği ve biiznillah ahirette Allah Subhanehu ve Teâlâ nimetlerini hak etmek için mücadele ettiği bir yerdir.

Bu imtihanlardan bir tanesi de hiç kuşkusuz deprem gibi doğal afetlerdir. Özellikle bu tür doğal afetler, biz insanoğlunun ne kadar aciz olduğumuzu Rabbimizin ise ne kadar kudretli olduğunu göstermesi açısından akıl sahipleri için kesinlikle alınması gereken büyük imtihan hadiseleridir. Nitekim aniden gerçekleşen ve birçok insanın belki de bir ömür çalışarak elde ettikleri evleri, malları bir kaç saniyede yerle bir olmuş, ayağına diken batmasına kıyamadıkları evlatları enkaz altında kalarak canlarını yitirmiştir. Bu, insanoğlunu aciz bırakan durum, akledenler için Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın güç ve kudretinin açık bir delilidir.

Kul, bu durumdan kendisine ibretlik bir ders çıkarmalı ve imanını yukarda bahsedildiği şekilde Rabbinin azametini idrak ederek tevekkülle süslemelidir. Ancak bununla birlikte ferdî, toplumsal ve nizami sorumlulukların da olduğunu unutmamalı hatta bu minvalde en önemli ve kritik sorumluluğun devlet erkânında olduğunu hatırlamalı, hatırlatmalıdır. Tevekkülün, gerekli tedbirlerin alınmasına engel olmadığını bilakis tedbiri teşvik eden bir unsur olduğunu da bilmelidir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “Deveni bağla Allah’a tevekkül et.” hadisini burada zikretmek yerinde olacaktır. Nitekim sağlam zemin üzerine her türlü teknik konulara dikkat edilerek yapılan binalar yıkıldığında -ki yıkılabilir- ilgili kişi(ler), tedbirini aldığı için bu yıkımdan sorumlu tutulamaz. Buna riayet etmeyenler ise tedbirsizlikten dolayı kesinlikle haram işlemiş olurlar ve hem dünyada hem de ahirette hesaba çekileceklerdir.

Rabbim bizlere hakkı ile yaşamayı ve O’nun dini uğrunda şehit olarak ölmeyi nasip etsin. (Âmin.) Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu sözü ile konumuza son verelim.

“Ümmetim, merhamete kavuşmuştur, onlara ahirette azap yoktur. Dünyadaki depremler, belalar, fitneler günahlarına kefaret olur.” [Hâkim, el-Müstedrek]