Tarihi tarihçiler yazar, kahramanları ve hainleri belirler, zaferleri ve ihanetleri işaret eder. Lakin tarih yazıcıların işaretlediği zafer ve ihanetleri zaman ya tasdik eder yahut reddeder. Dünün kahramanları bugünün hainleri olabildiği gibi bunun tam tersi de olabilir. Bu nedenle tarihe tarihçilerin uzattığı gözlükle baktığımızda doğal bir refleks olarak onların gözüyle bakmak zorunda kalırız. Oysa tarihe ferasetle bakabilmemiz gerekmektedir. Ne demişti Allah’ın Rasulu SallAllahu Aleyhi ve Sellem:
اتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ ، فَإِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَّهِ
“Mü’minin ferasetinden korkun! Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar!” [Tirmizi]
Allah’ın nuruyla hayata ve hayatın akışına bakabilmek ferasettir. İşte bu bulunmaz özelliğe sahip olabilmek için Allah’ın nurundan temel bakış açıları:
1- Yahudi ve Hıristiyanlar dinine sahip çıkan Müslümanlardan kıyamete kadar asla razı olmayacaklardır. Öyleyse onları razı etmek için çalışmak boş bir çabadır. İşte delili:
وَلَن تَرْضَى عَنكَ الْيَهُودُ وَلاَ النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءهُم بَعْدَ الَّذِي جَاءكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
“Sen onların dinlerine tabi olmadıkça Yahudiler ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır.” [Bakara Suresi 120]
2- Sırf Azîz ve Hamîd olan Allah’a ibadet ettiğimiz ve Müslüman olduğumuz için bize savaş açanları, açılan bu savaşta onlara herhangi bir şekilde destek verenleri dost, müttefik olarak kabul etmeyeceğiz. Onlardan her türlü tehlikenin gelebileceğini hesap ederek onlara karşı hep tetikte olacağız. İşte delili:
إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُم مِّن دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَن تَوَلَّوْهُمْ وَمَن يَتَوَلَّهُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
“Allah, ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkaranları ve sürülüp çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizden sakındırır. Kim onları dost edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.” [Mumtehine Suresi 9]
3- İslâm Müslümanların kalplerini birleştirirken küfür kâfirlerin kalplerini ayrıştırmakta ve derin bir hasede sürüklemektedir. Onlara zahiren baktığında yekvücut görsek dahi aslında içlerinde bölünmeye ve parçalanmaya açık bir fitne beslemektedirler. İşte delili:
لَا يُقَاتِلُونَكُمْ جَمِيعًا إِلَّا فِي قُرًى مُّحَصَّنَةٍ أَوْ مِن وَرَاء جُدُرٍ بَأْسُهُمْ بَيْنَهُمْ شَدِيدٌ تَحْسَبُهُمْ جَمِيعًا وَقُلُوبُهُمْ شَتَّى ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَعْقِلُونَ
“Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, gerçekten onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayı böyledir.” [Haşr Suresi 14]
Allah’ın nuruyla bakmak Allah’ın Kitabı’ndan bakış açılarını almak demektir. İşte bu bakış açısıyla tarihe baktığımızda sahte kahramanlıkları ve sahte zaferleri, ihanetleri birbirinden kolayca ayırabiliriz. Bu yazıda Lozan Barış Anlaşması’nı Allah’ın nuruyla değerlendirmeye çalışacağım ve Hilâfet’in Büyük Millet Meclisi’nde değil Lozan’da ilga edilmiş olduğunu hep birlikte göreceğiz.
Bildiğiniz gibi 24 Temmuz bizdeki adıyla “Lozan Barış Konferansı” kâfirlerin tabiriyle “Şark İşleri Konferansı”nın yıl dönümüdür. Konferansın ismi dahi hedefi barizleştirmesi ve konuyu sınırlandırması açısından önemlidir. Evet, mesele sadece Türkiye ile sınırlı değildir. Bilakis mesele tüm şark için yani tüm İslâm beldeleri için bir çözüm arayışıdır.
Şimdi Lozan’a giden yolu aydınlatıp, burada yapılan anlaşmanın gizli ve aşikâr maddeleri üzerinde duralım:
İslâm beldelerini işgal eden ve köklü bir tarihe sahip Osmanlı Hilâfet Devleti’ni kuşatma altına alan sömürgeci kâfirler, onun elini kolunu bağlayarak hareketsiz kılma kuvvetine sahip iken ne hikmetse Ankara’da kurulan körpe hükümete herhangi bir yaptırım uygulamakta aciz kalmıştır. Osmanlı Devleti’ne aslan kesilen Batı, Ankara Hükümeti’ne karşı âdeta kuzu gibidir. Bu acziyetin sebebi ise daha sonraları Lozan’da yapılan “Şark İşleri Konferansı”nda açığa çıkacaktır.
Yunanı denize dökerek “Kurtuluş Savaşı”ndan galip(!) ayrılan Ankara Hükümeti barış görüşmelerine hızlı bir şekilde başlama kararı almıştır. İşin ilginç tarafı “Kurtuluş Savaşı”nda İtilaf Devletlerine karşı savaşılmasına rağmen tarih kayıtlarında sadece Yunanın İzmir’de denize dökülmesi(!) geçmektedir. İngilizler ise hâlâ İstanbul’dadır ve işi bitene kadar da orada kalacaktır.
Görünen o ki, İttifak kurarak Osmanlıyı parçalamak isteyen İngiltere’nin esasında Türkiye’yi kimseyle paylaşmak gibi bir niyeti yoktur. Nitekim Fransızları, İtalyanları ve sair devletleri Türkiye’den siyasete uygun bir şekilde uzaklaştırıp tek başına egemen olma düşüncesinde olduğu, yaptığı manevralarla açığa çıkmaktadır.
İtilaf Devletleri Başkumandanı İngiliz Sir Harington’dur. Yani İtilaf Devletlerinin komutası İngilizlerin elindedir. Yunanları savaşa dahil edenlerin de İngilizler olduğunu biliyoruz. Peki ya şuna ne demeli; 24/3/1940 tarihinde Harington'un ölümünden iki gün sonra Londra Times Gazetesi onunla ilgili bir makale yayınlandı. Bu makalede aynen şöyle denilmektedir:
"1921’de Yunanlar Türklere yönelince Müttefik Devletler Kuvvetler Komutanı Sir Harington’a, Mustafa Kemal ile yardımlaşmak için geniş salahiyetler verildi."
Bilindiği gibi Yunanlar İtilaf Devletlerinin içindedir öyleyse Harington’a niçin M.Kemal’le yardımlaşmak için yetki verilmektedir? Bu yetki ne kadar kullanılmıştır? Kimler ve nasıl bu yardımdan nasiplenmiştir. Tüm bunları bilmek için kâhin olmaya lüzum yoktur. Buradan tarihe bakınca her şey gayet açıktır.
İngilizler her zamanki gibi iki taraflı oynamaktadır. Bir taraftan İtilaf Devletlerini istedikleri şekilde yönlendirirken diğer taraftan Ankara Hükümeti’ni el altından desteklemektedir. El altından destekleme işini halifeyi kuşatma altına alarak siyasetten uzak tutmakla, onu çaresiz kılıp Ankara Hükümeti’ne “kurtarıcı” vasfını bahşetmekle gerçekleştirmektedir.
Nitekim Yunanlarla yapılan savaşın neticesinde hemen barış görüşmeleri başlatılmıştır. Mudanya ile “Şark İşleri Konferansı”nın ilk adımı atılmıştır. Böylece “kurtarıcı” Ankara Hükümeti rüştünü ispat etmiş, sıra isteklerin yerine getirilmesine kalmıştır.
Planın en zor kısmı da tam burasıydı. Keza sipariş listesinin en başında Hilâfet’in kaldırılması yazmaktaydı. Bu sipariş kabul edilir cinsten değildi. Çünkü mesele İslâm’ın vazgeçilmezlerinden birinin ortadan kaldırılmasıydı.
Lozan’daki barış konferansının başlamasından kısa bir süre önce Ankara Hükümeti’ne emrivaki yapılan Hilâfet’in kaldırılmasının imkânsız olduğu söylenince, İngilizler kıvrak bir manevrayla Lozan’a Ankara Hükümeti’nin yanı sıra Osmanlıyı da davet etti. Böylece Ankara Hükümeti’ne nota gönderilmiş oldu. Mesaj şuydu: “Bizim isteklerimizi yerine getirmezseniz sizi yok sayarız ve Osmanlıyla barış görüşmelerini yaparız.” Bu mesaj Ankara’da şok etkisi yaptı ve hemen harekete geçildi.
Hilâfet’in birden kaldırılması akılsızlık olurdu. İşe halifenin yetkilerinin kısıtlanması ve elinden alınmasıyla başlanıldı. Halifeden Saltanat yetkisi alınması da olaylı oldu. Meclis böyle bir adımı kabul edecek kadar şahsiyetsiz insanlardan kurulu değildi. M. Kemal’in Vahdettin’in azledilip saltanatın Meclise verilmesi teklifini görüşmek için bir komisyon kuruldu. Komisyon araştırma ve istişarelerden sonra bu teklifi reddetti. Bunun üzerine kürsüye çıkan M. Kemal şöyle dedi:
"Efendiler! Osmanlı Sultanı, hâkimiyetini milletten kuvvetle almıştır. Millet de onu ondan kuvvetle geri almaya azmetmiştir. Saltanatın mutlaka Hilâfet’ten ayrılıp ilga edilmesi lazımdır. Siz muvafakat etseniz de, etmeseniz de bu olacaktır. Çaresiz bazılarının başları bu arada kesilecek!"
Yanında silahlı adamları olduğu hâlde şöyle devam etti: "Ben inanıyorum ki, Meclis bu teklifi ittifakla kabul edecek! Elleri kaldırarak tasvip kâfidir!" Bu sırada teklif tasvibe arz edildi. Çok az sayıdaki mebus teklifi kabul ettiklerinin işareti olarak ellerini kaldırdılar. Fakat Reis "Meclis teklifi ittifakla kabul etmiştir!" diyerek neticeyi ilan etti. Mebuslardan bazıları sıraların üzerine çıkarak "Bu doğru değildir! Biz muvafakat etmiyoruz!" diye itiraz ettilerse de, M. Kemal'in adamları onları susturdu. Ortalık karıştı, sesler yükseldi. Sonra celse dağıldı. Bundan sonra Meclis tarafından Vahdettin’in yerine Abdülmecid Müslümanların halifesi olarak ilan edildi.
Bu olay üzerine Vahdettin “İslâm âlemine bir beyanname” adıyla kaleme aldığı yazıda Ankara ve İstanbul arasındaki ihtilafın giderilmesi için fedakârlık göstermede kusur etmediğini fakat Hilâfet’in hüküm ve nüfuzundan soyutlanması ile başkentin İstanbul’dan Anadolu’ya geçirilmesine karşı çıktığını belirttikten sonra “Şimdi bana haksızca vatan ihaneti isnat edenler, Hilâfet’i gücünden ve etkisinden soyutlayarak ve hukukunu ortadan kaldırarak Saltanat-ı Muhammediye’yi yıktılar ve bununla yalnız vatanlarına değil, bütün İslâm âlemine hıyanet ettiler.” diyerek arzı hâl etti.
M. Kemal ise Akşam Gazetesi’ne verdiği bir demeçte “Tarihimizin en mutlu dönemi hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamanlardır. Ne Acemler, ne Afganlılar ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini asla tanımadılar. Biz halifeyi eski ve saygıdeğer bir geleneğe saygı duyarak yerinde bıraktık. Halifeye saygımız vardır.” diyerek ileride uygulamak istediği planlarının ipuçlarını vermekteydi.
Böyle bir oldubittiyle halifeden saltanat yetkisi alındı. Bu olay Lozan’a davet edildikten 14 gün sonra yani 1 Kasım 1922’de vuku bulmuştur. Böylece İngilizlerin verdiği gözdağı tutmuş ve iyi niyet göstergesi olarak ilk adım atılmış, Allah’ın halifeye verdiği haklar ondan gasp edilmiştir. Bu gelişmelerden sonra Ankara Hükümeti artık Konferansa tek muhatap olarak gitmeyi hak etmişti. Ancak İngilizlerin istekleri bununla sınırlı değildi. İngilizler için bu kâfi değildi.
Lozan’a gitmek için 4 Kasım’da yola çıkan murahhas heyetini Lozan’daki istasyonda boş sandalyeler karşılamıştı. Görünen o ki ikinci bir nota kapıdaydı. Konferans normal tarihinden bir hafta sonra başlayabildi.
20 Kasım 1922’de nihayet Lozan Konferansı açıldı. Osmanlı Devleti namına yalnız Ankara heyeti hazır bulunuyordu. Bu heyet I. Cihan Harbi’nde mağlup olan Osmanlı Devleti’nin mümessili addedildi. İngiliz heyetine Hariciye Vekili Curzon başkanlık ediyordu. Konferans çalışmalara başladı. Konferansın akdi esnasında İngiliz heyeti başkanı Curzon, Türklere istiklal verilebilmesi için dört şart ileri sürdü. Bu şartlar şunlardı: Hilâfet tam manasıyla ilga edilecek, halife hudut dışına sürülecek, malları müsadere edilecek, devletin laikliğe dayandığı ilan edilecek. Bunlar kayıtlara geçirilmeyen ancak kulaktan kulağa ve dilden dile dolaşan “Şark İşleri Konferansı”nın gizli maddeleridir ki bu maddelerin gerçekliliğine zaman şahitlik etmiştir. Aşikâr olanlar ise boğazlar, azınlıklar ve Musul meselesiydi. Bu konular hakkında müzakereler başladı ve şartlar ortaya konuldu.
İsmet İnönü Ankara’ya durumu bildirmek ve konuyu daha yakından görüşebilmek için heyetten Hasan Saka Bey’i memlekete gönderdi. Hasan Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Türklerin Lozan’daki tutumunu ve diğer devletlerin öne sürdüğü meseleleri anlattı. Mebuslardan bazıları kürsüye çıkarak silaha sarılmaktan ve meseleleri silah gücüyle çözümlemekten söz ettiler.
Lozan’da ise görüşmeler bütün hızıyla devam etmekteydi. Oluşturulan komisyonlar birleşerek bir anlaşma taslağı hazırlandı. Bu taslakla birlikte başlarında İsmet İnönü olduğu hâlde Türk heyeti Türkiye’ye döndü (7 Şubat 1923). Mustafa Kemal, İsmet’in Lozan’da yaptıklarının Ankara’da hoş karşılanmadığını bildiği için heyeti Eskişehir'de karşılayıp konferansta cereyan eden hadiseleri bizzat İsmet’ten öğrendi ve onunla beraber Ankara'ya döndü. Teamüllerin aksine istasyonda kendilerini hiç kimse karşılamadı. Başvekil Rauf Bey’in ve Ankara mebuslarının karşılamaya gelmedikleri görüldü. Takınılan bu tavırla Lozan murahhas heyetine ve onları koşulsuz destekleyen M. Kemal’e karşı güvensizliklerini göstermiş oldular. M. Kemal bu duruma oldukça sinirlendi. Rauf Beyi çağırıp maksadını açıklamasını istedi. 0 da İsmet'i bakanlarla istişare etmeden heyet başkanı olarak Lozan’a gönderdiğini ve yine Eskişehir'e istişare etmeden karşılamaya gittiğini, bu hareketlerin Anayasaya aykırı olduğunu söyledi. Bu tenkitle kalmayıp bir adım daha ileri giderek başvekillikten de istifa etti. Meclis Rauf Bey’in yanında durarak onu desteklediğini gösterircesine istifasını kabul etmedi. Konferansa İsmet’in yerine başka bir kişiyi göndermek istese de M. Kemal bunu kabul etmediği gibi İsmet’i Hariciye Vekili olarak atadı ve tekrar Lozan’a gönderdi.
Konferans 23 Nisan günü açıldı ve 24 Temmuz 1923’e kadar sürdü. Anlaşmaya varılamayan bazı meselelerin çözümü ileride yapılacak görüşmelere bırakıldı. Musul meselesi bunlardan biriydi. Bütün komisyonların çalışmaları tamamlanınca, Temmuz ortalarında konferans sona erdi. İsmet İnönü, konferans çalışmaları bu safhaya gelince Ankara’dan imza yetkisi istedi. Fakat Rauf Orbay’ın başında bulunduğu hükümet Lozan’a imza yetkisini göndermedi. Göndermedi çünkü Rauf Orbay ihanete ortak olmak istemiyordu. Nitekim resmî tarihin kaynak metni olan *“Nutuk”*ta geçtiği üzere Rauf Orbay Hilâfet’in kaldırılmasını hiçbir zaman istememiştir. Metinde şöyle geçmektedir:
“Rauf Bey'den saltanat ve Hilâfet konusundaki kanaat ve düşüncesinin ne olduğunu sordum. Verdiği cevapta şu açıklamalarda bulundu: Ben, dedi, saltanat ve Hilâfet makamına vicdanımla ve duygularımla bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın ekmeği ve nimetiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti'nin ileri gelen adamları sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim ve olmam. Padişaha bağlılık borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem gereğidir. Bunlardan başka, genel bir görüşüm de vardır. Bizde milleti ve kamuoyunu elde tutmak güçtür. Bunu ancak, herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam sağlayabilir. 0 da saltanat ve Hilâfet makamıdır. Bu makamı ortadan kaldırıp onun yerine başka nitelikte bir makam getirmeye çalışmak felakete ve büyük acılara yol açar. Bu da asla doğru olamaz.”
Anlaşıldığı üzere Rauf Bey Lozan’ın gizli anlaşmalarına vakıftı Lozan’da imzalananın sadece bir anlaşma metninden ibaret olmadığını bunun tüm Müslüman beldelerin halifesiz, kalkansız, sahipsiz ve güçsüz kalması anlamına geldiğini bilerek böyle bir sorumluluğa imza atmaktan kaçındı.
Bunun üzerine İsmet İnönü 18 Temmuz’da gönderdiği bir telgrafla M. Kemal’e durumu şöyle açıkladı:
“Eğer hükümet kabul ettiğiniz şeyin katiyen reddini düşünüyorsa bunu bizim yapmamızın imkânı yoktur. Düşüne düşüne benim bulduğum yol, İstanbul’daki yabancı yüksek kimselere tebligat yapmak, imza salahiyetini almaktır. Bu hâl, gerçi bizim için dünya yüzünde görülmemiş bir skandal olur. Fakat vatanın yüksek menfaatleri şahsi düşüncelerin üstünde olduğundan, milli hükümet, kanaatini tatbik eder. Hükümetten teşekkür beklemiyoruz. İşlerimizin muhasebesi, millete ve tarihe bırakılmıştır.”
Hükümet, Lozan Antlaşması’nın imza edilmesi emrini vererek, antlaşmanın sorumluluğunu kabul etmekten kaçınıyordu. Bununla birlikte M. Kemal’e ve İsmet İnönü’ye karşı kesin cephe alamadılar. Bundan dolayı M. Kemal, hükümetin vermesi gereken yetkiyi kendi verdi. M. Kemal’in İsmet İnönü’ye çektiği telgrafta şöyle deniliyordu:
“Lozan’da İsmet Paşa Hazretlerine; 18 Temmuz 1923 tarihli telgrafnamenizi aldım. Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en sıcak ve samimi duygularımızla tebrik ederek, usulen imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz kardeşim. Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi Başkumandan Mustafa Kemal.”
Telgrafı alan İsmet, M. Kemal’e şu karşılığı verdi:
“Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine: Her dar zamanımızda hızır gibi yetişirsin. Dört beş gündür çektiğim azabı tasavvur et. Büyük işler yapmış, yaptırmış bir adamsın, sana bağlılığım bir kat daha artmıştır. Gözlerinden öperim, pek sevgili aziz kardeşim.” (20 Temmuz 1923)
Usulsüz bir şekilde imza yetkisi alan İsmet, anlaşmayı 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalar. Ancak Meclisin bu ihanet anlaşmasını imzalamayacağı açıktır. Buna da bir çare düşünülür. Zorbalıkla Meclis feshedilir. Bu meclisin yerine önlerine gelen her şeyi şartsız ve koşulsuz bir şekilde kabul edecek zihniyetteki mebuslardan oluşan II. Büyük Millet Meclisi 2 Ağustos 1923 yılında kurularak iş başı yapar. 28 Ağustos 1923 tarihinde yeni Meclis Lozan’ı onaylanır ve yürürlüğe girer.
Lozan’daki “Şark İşleri Konferansı”nda alınan kararların uygulanmasına hemen geçilir. Öncelikle saltanatın kaldırılmasının eleştirisini yapanların önüne geçmek için “Hıyaneti Vataniye Kanunu”na şu cümle eklenmiştir. "Saltanatın kaldırılmasını değiştirmek istemek ya da bunu eleştirmek vatana ihanettir."
29 Ekim 1923 tarihinde de Cumhuriyet ilan edilip Laikliğin teminatı verilerek gizli anlaşmanın ilk maddesi yerine getirilmiştir.
3 Mart 1924 tarihinde Hilâfet kaldırılarak ikinci maddesi, hemen ertesi gün halifenin sürgün edilmesiyle üçüncü maddesi ve tüm mallarına el konulmasıyla son maddesi yerine getirildi.
Bu şekilde Hilâfet’in kökünden yıkılması tamamlandı ve İslâm’ın, devletin anayasası, ümmetin yasası ve hayatın nizamı olması seyri, Lozan’ı müteakiben durduruldu. Dolayısıyla Köklü Değişim’de sık sık karşılaştığınız “İngilizler bütün kâfir devletler arasında küfrün başıdır” cümlesi vakıanın tam ifade edildiği bir cümledir. Onlar hakikaten küfrün başı ve İslâm’ın en azılı düşmanlarıdır. Bu nedenle Müslüman kadınlar, çocuklarına emzirdikleri sütlerle beraber İngiliz düşmanlığını ve onlardan intikam almayı da emzirmelidirler.
Ortadan kaldırılan Osmanlı’nın tüm borçları Türkiye ve onun yerine kurulan devletlere paylaştırılıp ödenmesi kararlaştırılarak sömürgecilerin savaş giderleri karşılanmış ve iktisadi açıdan bu devletlere bağlı yaşanılması sağlanmış oldu.
Tüm gerçeklilikten sonra Lozan Barış Anlaşması’nı övmek, Lozan’da çizilen sınırlara bağlı kalmak ve Lozan’ı kurtuluş kabul etmek basiretsizlikten öte bir şeydir. Lozan Hilâfet’in ilga edilmesidir. Lozan, İslâm ümmetinin parçalanması demektir ve Lozan, ihanetin resmi demektir.
Süleyman Uğurlu