Suriyeli muhaliflerin Halep’ten başlayarak kısa süre içinde başkent Şam'a girip Beşşar Esed’i devirmesinden itibaren gasıp Yahudi varlığı, Suriye topraklarına karadan, havadan ve denizden yoğun saldırılar başlattı. Geçen hafta dünyada ve Türkiye’de bir numaralı gündem, Suriye’de muhaliflerin hızlı ilerleyişi iken ikinci sırada ise işgalci “İsrail”in saldırılarıydı.
Zira Suriye'de 27 Kasım'da şiddetlenen çatışmaların ardından Esed iktidarının çöküşe geçmesiyle “İsrail”, Suriye'deki askerî imkanları yok etmek amacıyla yüzlerce hava saldırısı düzenledi. Öyle ki Suriye ordusuna ait filo, demirlemiş olduğu limanlarda yok edildi, helikopter ve uçaklar vuruldu, stratejik tesisler yerle bir edildi. “İsrail” Savunma Bakanı Israel Katz, işgalci “İsrail” birliklerine Suriye’nin başkenti Şam'a bakan ve stratejik bir yer olan Şeyh Dağı’nda (Hermon Dağı) kış boyunca kalmak için hazırlık talimatı verdi. Bu dağın deniz seviyesinden 2.814 m yükseklikte bulunan zirvesi, Suriye'nin en yüksek noktasıdır. Birleşmiş Milletler’in misyonlarının görev yeri olan bu dağın güney yamaçları, “İsrail”in işgal ettiği Golan Tepeleri'ne kadar uzanıyor. “İsrail”de ulusun gözleri olarak da adlandırılan bölgenin yüksek stratejik konumu, “İsrail”in birincil doğal erken uyarı sistemi haline geliyor.
“İsrail”, başkent Şam’a yaklaşık 20 km mesafede mevzilenirken, Halep operasyonu ile Muhammed el Colani’den -gerçek adıyla- Ahmed Hüseyin Şara’ya geçiş yapan HTŞ lideri, MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın da bulunduğu makam aracının “şoförü” olarak objektiflere yansıyor, Emevi Camii’nde namaz kılıyorlardı. Dünyaya, Suriye’deki gelişmelerin NATO müttefiki Ankara’nın kontrolünde olduğu mesajı verilirken Şara ve Hakan Fidan “İsrail”e yönelik benzer açıklamalarda bulundu.
Hakan Fidan, “İsrail”in saldırılarını “çok tehlikeli bir strateji” olarak tanımlarken, Şara ise, “‘İsrailliler’ Suriye’ye müdahale konusunda sınırı açıkça geçmiştir, bu da bölgede istenmeyen tırmanışı tetikleyebilir. Suriye’nin yıllarca süren çatışma ve savaştan sonraki yorgunluğu yeni çatışmalara izin vermiyor. Bu aşamada önceliğimiz inşa ve istikrar… yıkımın boyutunu daha da artıracak anlaşmazlıkların içine çekilmek istemiyoruz.” ifadelerini kullandı.
Netanyahu hükümetinin açıklamalarına göre; bölgede istikrar sağlanana kadar işgale devam edecek. “Kendini güvende hissetmeyen” “İsrail”, gerekli garantileri alana ve Lübnan gibi etkisiz bir Suriye taahhüdüne kadar burada kalacağını deklare ediyor aslında. Bunun ilk aşaması, Suriye ordusuna ait ağır silahların yok edilmesiyle başladı bile….
Öte yandan “İsrail”in, Suriye'de Şam tiranı Esed’in devrilmesiyle sonuçlanan gelişmelerin Ürdün'ü etkilemesi ve istikrarsızlaştırmasından endişe ettiği ve bu nedenle harekete geçtiği biliniyor.
Müslümanların Amman tiranı Kral Abdullah’ı devirebileceği ihtimaline karşı “İsrail” İç İstihbarat Servisi Direktörü Ronen Bar ve “İsrail” Ordusu Askeri İstihbarat Servisi Direktörü Shlomi Binder'in Ürdün'ü ziyaret ettiği, bu konuda ortak hareket edilmesi hususunda anlaştıkları medyaya sızdı.
Bu gelişmeler ışığında “İsrail”in, “gölgesi olduğu” Arap rejimlerin tek tek çökme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu ve bu panik havasıyla bölgede aktivitesini artırdığı açıkça gözlemleniyor.
“İsrail”, Suriye’ye Neden Şimdi Saldırdı?
“İsrail”in saldırı hamlesi, Ortadoğu’daki anlaşmalarla adından çokça söz ettiren eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ın aracılık ettiği 1974 tarihli Ayrılma Anlaşması'ndan bu yana Tel Aviv ile Esed rejimi arasındaki ilişkiyi şekillendiren garantilerin çöküşü anlamına geliyor. Yani “güvendiğim Esed rejimi çöktü ve karşımda ne yapacağını bilmediğim Müslümanlar var.” demek istiyor.
Baba Hafız Esed’in imzaladığı ve “Şam rejiminin hem ABD'ye hem de ‘İsrail'e savaşa dönmeyeceğine dair söz vermesi” anlamına da gelen anlaşmaya göre, sadece ayrılma hattı boyunca değil, tampon bölgenin ötesinde bile konuşlandırılan Suriye kuvvetlerinin büyüklüğü ve türüne ilişkin hassas askerî ayrıntıları taahhüt ediyordu. Bunun karşılığında ise ABD ve “İsrail”, Golan Tepeleri'ndeki statükoya meydan okumaktan kaçındığı sürece rejimin istikrarını garanti altına aldı ve bölgesel bir rol oynamasına göz yumdu. Esed rejimi, 13 yıllık devrim süreci de dahil olmak üzere tam 50 yıl bu cephede sözlerini yerine getirdi.
Bölgesel rol kapsamında Esed rejimi, 1975 yılında başlayan ve 1990’da sona eren Lübnan'daki iç savaşta Hristiyanların yanında yer aldı ve Lübnan’da Amerikan çıkarlarıyla uyumlu olarak ulusal hareketi bastırırken, “İsrail” çıkarlarıyla paralel bir şekilde Filistin direnişini dağıtmakla uğraştı.
Suriye sahasında Esed rejiminin ayakta tutulması için süren çabalara büyük destek veren Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Moskova’da 2018 yılında bir araya gelen “İsrail” Başbakanı Binyamin Netanyahu, Beşar Esad ile bir sorunları olmadığını açıklamıştı. Gazetecilere açıklamalarda bulunan Netanyahu, ülkesinin Suriye’nin içişlerine müdahil olmak istemediğini, geçmişte de bu yönde herhangi bir girişimlerinin olmadığını dile getirerek, İran, Hizbullah ve IŞİD'in Suriye’deki varlığından rahatsız olduklarını belirtmişti. Bu açıklama üstte bahsettiğimiz anlaşmayı ve “İsrail” ile Esed rejimi arasındaki sıkı ilişkiyi özetliyor.
Netanyahu konuşmasının devamında, 40 yılı aşkın süredir işgal altında tuttukları Golan Tepeleri’ne rejim tarafından tek mermi atılmadığını belirterek, “‘İsrail’, Esad rejiminin Suriye’deki varlığına karşı değil.” diyerek rejimin varlığının kendileri için önemine dikkat çekmişti.
Son olarak Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Suudi Arabistan merkezli El Hades kanalına verdiği mülakatta, 13 yıl İstihbarat Başkanlığı yaptığı günleri hatırlatarak, “İranlı arkadaşlarımızla da çok konuştuk. Yani sizin özellikle Suriye’de Beşar Esad’ın ‘İsrail’e karşı bir direniş cephesinin bir unsuru olması meselesi bir şaka. Yani Beşar Esad İranlılara yer veriyordu. Suriye’den ‘İsrail’e herhangi bir askerî harekat gördünüz mü siz? Görmediniz. ‘İsrail’den Suriye’ye askerî harekât gördünüz mü? Görmediniz. ‘İsrail’den yapılan bütün askerî harekatlar, İran ve İranlı milislere yönelikti, yani Suriye ile ilgili bir problemi yoktu. Esad kendini geriye çekmişti, İran’la ‘İsrail’in kendi toprağında savaşmasını seyrediyordu.” ifadeleri, aslında önceden bilinen ama yıkıldıktan sonra konjonktüre uygun olduğu için ifşa edilen Esed’in gerçek yüzünü ortaya koyuyordu. Sadece Esed gerçeği değil aslında İran’ın “Direniş Ekseni”nin de bir palavradan ibaret olduğu ima ediliyor ki bu bir hakikat. Artık ABD’nin Suriye’de İran’a ihtiyacı kalmadı ve tıpkı Afganistan sonra da Irak’ın işgalinde olduğu gibi önce yardımlaştı ve sonra süpürüp bir kenara koydu ama çöpe atmadı.
Bu bilgiler ışığında; “İsrail” her ne kadar Suriyeli muhaliflerin başlattığı operasyonla pasifize olan İran ve ağır darbe yiyen Lübnan’daki partisi “Hizbullah”ın güncel durumda düştüğü acziyete rağmen rahat değil. Zira asıl korkusunun tecelli etme olasılığı bile onu saldırganlaştırmaya yetiyor. Zira Hilâfet’in yıkılması ile var olma fırsatı bulan “gecekondu” oluşum yine Hilâfet’in kurulmasıyla yok olacağını gayet iyi biliyor.
Ve bugün, Şeyh Dağı’ndan “İsrail”in gözetlediği Şam’da bulunan Emevi Camii’nde namaz kılınırken aklıma gelen şey; “Neden, İslam orduları Golan Tepeleri’nden Kudüs’ü gözlerken Mescid-i Aksa’da namaz kılmayalım!” olmuştu.
Şimdi bölge, İdlib’de kurulan gözetleme kulelerinden başlayarak Washington’ın şahin bakışları haline gelmiş rejimlerin göz hapsinde…
Herkes bir şeyleri gözetliyor ve not ediyor…
Biden diyor ki:
“Muhalif liderler şimdilik doğru sözler ediyorlar ancak bunların sadece sözlerini değil faaliyetlerini de takip edeceğiz.”
Allah Subhanehu ve Teâlâ da diyor ki:
“Olur ki Rabbiniz, düşmanınızı helak edip sizi onların yerlerine yerleştirir ve sizin nasıl davranacağınıza bakar.” (A'raf 129)
İşte böyle bir yol ayrımındasınız, Biladü’ş-Şam’ın muhlis evlatları!