AK Parti’ye Oy Vermeyelim de Sisi mi Gelsin, Esed mi Gelsin?
25 Kasım 2022

AK Parti’ye Oy Vermeyelim de Sisi mi Gelsin, Esed mi Gelsin?

_Evvel zaman içinde kalbur saman içinde,

Ruveybidalar makam sahibi, doğru söyleyenler mazlumken,

Sihirbazlar dünya denen beşiği tıngır mıngır sallar iken… _

_

Yüzeysel düşünenler, bir masalın hayalci sınırlarını dahi zorlayan olayları tasavvur etmeye çalışırken, aydın düşünenler için kırmızı şapkalı kızla büyükannesini yutan kurdun el sıkışması pek de şaşırtıcı olmadı değil mi?

Meğer masalın sonu tamamlanmamış. Meğer yazarın daha çokça yazacak, çizecekleri varmış.

Bu senaryolar, ahlak duvarlarının yıkıldığı, yüzleri kızartacak hallerin yaşandığı ve ne Allah’ın, ne kullarının, ne göktekilerin, ne yerdekilerin razı olabileceği cinsten olmamasına rağmen, yazılmaya ve sahnelenmeye devam ediyor.

Öyle ya böyle şeyler ancak masallarda olur; hiç insan kardeşinin ya da büyükannesinin katili ile el sıkışır mı? Yok, açgözlü kurt, kırmızı şapkalı kızla el sıkışmışmış. Yok, daha da abartın da kırmızı şapkalı kız için “aslında kostüm giyinmiş bir kurt” deyin de olsun bitsin…

Neyse gerçek hayat gündemine dönecek olursak;

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kısa süre önce çok konuşulacak bir çıkış yaptı ve Sisi ile el sıkıştı. Ama öyle alelade değil, eli elinin üstünde gözlerinin içi gülerek…

Hatırlayacağınız üzere Abdulfettah Sisi, 2013’te Mısır ordusunun başında Müslüman Kardeşler yönetimini darbeyle devirmiş, Türkiye ve Mısır karşılıklı olarak büyükelçilerini geri çekmişti. Rabia ve Tahrir meydanlarında binlerce Müslüman protesto eylemi yaptıkları meydanlarda sabah namazını kılarken kurşuna dizilmişti. İdamlar, işkenceler… Öyle ki devrik Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi de cezaevindeki kötü koşullar nedeniyle son nefesini laik demokratik egemenliğin karanlık gölgesinde vermişti. İdam kararı verilen Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın (İhvan) siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi eski Genel Sekreteri Muhammed el-Biltaci, tutulduğu cezaevinde beyin kanaması geçirmişti. Kızı Esma da direnişin sürdüğü meydanlardan bir tanesi olan Rabiatü’l Adevviyye Meydan’ında henüz 17 yaşındayken Sisi’nin emri ile keksin nişancılar tarafından hedef alınarak katledilmişti. Hatta Erdoğan da bu cinayetin ardından canlı yayında ağlamıştı.

Bu kısa hatırlatmadan sonra şöyle bir soruyu sormanın yeridir: Velev ki “Yurtta Sulh Konseyi”nin 15 Temmuz’da giriştiği alçak darbe başarılı olsaydı, iktidardaki siyasileri cezaevine atıp işkence etse ve binlerce Müslümanı katletseydi. Daha sonra “Cihanda sulh” diyerek Sisi ve Esed ile el sıkışsaydı, bugün iktidarı “siyasette küskünlük olmaz” diyerek alkışlayanlar yine alkışlayacaklar mıydı baştakileri? Ya da Mursi görevinde kalsaydı, “Yurtta Sulh Konseyi” ile güle oynaya el sıkışsaydı, yine “siyasette küskünlük olmaz” deyip alkışlayacak mıydınız?

Tabi, güç ekseninde omurgasız çekirgeler gibi zıplayanların farklı bir şey yapması beklenemez ama ilkeli duranlar, omurgalarında kırbaçlar şaklasa da dün durdukları aynı yerde olurlar/oldular, bugün de… “Sisi ve Esed zalimdir, katildir” bunu, Allah’a ahit vermiş ve bu ahdini asla aklından çıkarmayanlar bilip ikrar ederler. Ve onları hiçbir konjonktür ya da reel politik durum/tutum değiştiremez!

Hayatımda zerre kadar değeri olmayan fakat liderlerin sürekli tekrarladığı “demokrasinin fazileti”, “seçim sandıklarının namusu” gibi sloganların -tabiri caizse- ırzına geçilmiş, hatta bu “demokrasiyi”, “insan haklarını” icat eden Batılılar tek tek bu ırz düşmanı Sisi ile uzun süre önce el sıkışmıştı. Meğer anladık ki, seçim sandıklarının “namusu” pek de kutsal değilmiş sahipleri nezdinde. Haramları helal sayan, zinayı, kumarı, faizi özgürlük kapsamında muhafaza eden demokrasinin de namusu bu kadarmış, demek ki…

“İnsan haklarının akıbeti ne oldu?” diye sorduğunuzu işitiyor gibiyim…

O da Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda katledilip parçalara bölünüp asitle eritilerek buharlaştırılacak kadar önemsizdi. Zira âdeta ödüllendirircesine bu maharetli katilin elleri sıkılarak kirli icraatı kutlandı, biliyorsunuz. Belki Muhammed bin Selman’ın eli sıkılırken birileri, “Nasıl kaybettin Cemal Kaşıkçı’yı, bu okuspokusu nasıl yaptın?” diye sormuştur!

2013’teki darbe sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu zulme şiddetli bir şekilde tepki göstermişti. Sisi'yi "Katil", "Zalim" ve "Darbeci" gibi sert ifadelerle hedef alarak; Mısır'daki darbeyi protesto etmek amacıyla Müslüman Kardeşler tarafından darbeye karşı direnişi temsil eden "Rabia" işaretini yıllarca kullanmıştı.

3 yıl önce bir televizyon programında da “Beni Sisi'yle barıştırmak isteyenler var. Asla kabul etmiyorum, etmem de" demişti. 23 Haziran 2019'da tekrarlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi öncesi de "Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı?" ifadesiyle siyasi rakiplerini Sisi’ye benzetmişti.

İşte demokratik yarış, acıların bile hoyratça kullanıldığı, değerlerin, kıymetlerin bomboş bir menfaat için eritilip tüketildiği bir süreç. Sisi, korkunç ve katliamları ile nam salmış bir katil. Peki, Erdoğan’ın seçim öncesinde siyasi rakibini Sisi’ye benzetmesinde ne muradı olabilir?

Demokrasi korkuları etkiye çevirmek için her şeyi -ama her şeyi- ustaca kullanan bir nizam.

Bakın bu sefer masal değil, gerçek hayattan bir örnek vereceğim. Bir sosyal deney de diyebiliriz.

ABD’de 1930’ların sonuna gelindiğinde korku ve etki arasında yakın bir ilişkinin olduğu çeşitli araştırmalarla saptanmaya çalışıldı. Bu konudaki en bilindik örnek, 1938 yılında ABD’de Cantril ve arkadaşları tarafından yapılan araştırmadır.

Olay şöyle gelişiyor: H.G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanından uyarlanan “Yıldız Savaşları” oyunu CBS radyosundan yayınlanırken oyun bir anda kesilir ve radyoda her gün ana haber bültenini sunan spiker “Marslıların dünyaya saldırdıklarını ve hızla New York’a yaklaştıklarını” panik dolu bir ses tonuyla anons eder. Yayını dinleyen halk panik halinde evlerinden dışarı fırlar ve yığınlar halinde New York’un dışına doğru koşarak kaçarlar.

Bu olaydan sonra Cantrill ve arkadaşları, oyunu dinleyen 135 kişi üzerinde yaptıkları araştırmada, oyunun haber formatında “güvenilir” bir sunucu tarafından sunulmasının ve radyonun halkın gözündeki “yüksek güvenilirliğinin” bu korku ve panikte etkili olduğunu saptamıştır.

Burada püf noktası; sihirli sözcüğün “güvenilir” birinin ağzından çıkması.

CHP, yıllardır “AK Parti şeriat getirecek!” diyerek tabanını korkutuyor. AK Parti ise “Kemalistler gelecek!” diyerek korkutuyor. Korku etkiye dönüşüyor. Algı ve manipülasyon ile aslında ayakta kalan, Kemalist rejimin ta kendisi. “Türkiye Yüzyılı” nümayişleri, AK Parti’nin de en az CHP kadar “Kemalist” olduğunu ortaya koyuyor. Hem de sözde değil özde!

Dönelim gündemimize…

Erdoğan’ın ardından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ise Cumhur İttifakı ortağı Erdoğan’ın Sisi ile el sıkışmasına şöyle destek verdi:

"Cumhurbaşkanımızın Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile Katar'da kurduğu temas doğru bir temastır. Bize göre arkası getirilmelidir. Bununla da kalınmamalı ve ‘Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ ile de görüşme vasatı açılmalı. Terör örgütlerine karşı ortak bir irade oluşturulmalıdır. Türkiye'nin Mısır, Suriye ve Irak ile tarihten gelen çok güçlü bağları vardır ve bilinmektedir."

Yani uzun metrajla çekilecek senaryoda rol sırası Esed’in. Görünen o ki, oyunun sıradaki perdesi Esed ile çekilecek. Ama ne için? “Terör örgütlerine karşı ortak bir irade oluşturmak için” yoksa başka bir nedeni yok(!) aklınıza bir şey gelmesin. Aslında Esed rejimi “ABD’nin ajanı” falan da değil! O, halkını koruyan(!), arkasında ordusu ve halk desteği olmasa bile ne hikmetse ayakta durabilen bir lider! Varil bombaları ve kimyasal silahları da halkının refahı için kullanmıştı zaten… Yerseniz…

Bahçeli sanırım, baba Esed’den beri PKK’ya Suriye rejiminin destek verdiğini unutmuş. 1998 yılının Ekim ayında Suriye’nin PKK faaliyetlerine desteğini sürdürmesi ve Abdullah Öcalan’ın Suriye topraklarında ikamet ediyor olması, 1998 sonbaharında Türkiye ile Suriye’yi savaşın eşiğine getirdiğini, tankların sınıra yığıldığını aslında hatırlaması lazım. Hatta kendisi, Suriye ile yaşanan olaylar sonrasında 1999 yılında yapılan genel seçimlerden sonra kurulan Bülent Ecevit hükümetinin ortağıydı. Abdullah Öcalan’ın yakalanması, idam cezasının kaldırılmasına yönelik icraatlar yürütmüşlerdi. Hatta seçim meydanlarında Öcalan’ın idam edilmesi için yağlı urganı eline alıp, “ipin yoksa al sana ip” diyerek siyasi rakiplerine karşı propaganda faaliyetleri yürütmüştü. Aradan yıllar geçti ve MHP, 20 yıldır tek başına iktidar olan AK Parti’nin ortağı ve terör hâlâ bitmedi… Nasıl bitsin ki? Terörü destekleyen ABD ve Avrupa “dost, müttefik ve stratejik ortak”… Batılılarla ya da “dost” Putin ile hareket edildiği müddetçe de biteceği yok!

Velhasıl-ı kelam; işte Sisi, işte Esed!

İşte AK Parti, işte CHP, işte MHP!

İşte Cumhur İttifakı, işte Millet İttifakı!

Tıpkı çok bilinen çikolata reklamındaki gibi:

“İkisinde de aynı akışkan karamel, yumuşacık çikolata kaplı, ikisi de aynı lezzette, ikisini de dene tarafını seç.”

Muhafazakâr demokrasi mi? Sol demokrasi mi?

Bir tarafta; menfaat temeli üzerine kurulu ve başka kutsalı olmayan laik demokratik cumhuriyetin kurucusu CHP, öteki tarafta; bir zamanlar “zalim” olarak nitelendirdiği CHP’nin Osmanlı İslam Devleti’ni yıkan İngiltere ve “denize döküldüğü” iddia edilen Yunan ile el sıkışmasını referans alarak, katil Sisi ve Esed ile el sıkışmaya meşruiyet kazandıran AK Parti ve ortağı MHP.

Bu düzen böyle; “Allah için sevmek, Allah için düşman olmak” yok. Kar-zarar çerçevesinde, menfaatler ne gerektiriyor, dünya siyasetine egemen birinci devlet ve sömürgeci Batı’nın lideri ABD’nin siyasi çıkarları neyi işaret ediyorsa o eksende dönüp duruyor, uluslararası siyaset.

Bu zorba düzeni değiştirmek haktan sapmadan ilkeli bir duruş gerektiriyor. Zira değişenler değiştiremez. Bugün “doğru” dediğine yarın “yanlış” diyen, topluma bir kurtuluş reçetesi sunamaz.

Şimdi dersiniz ki: “Böyle şeyler masallarda olur.” O zaman size bunu, yaşanmış bir örnekle ispat edeyim.

1950'ye kadar Yargıtay kadısı olarak görev yapan Filistinli mütefekkir âlim ve küresel çapta siyasi ve fikrî çalışmalar yürüten Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Takiyyuddîn en-Nebhânî, 1950 yılında bu görevinden istifa ederek 1951 yılından itibaren İslâmi İlimler Fakültesi'ne bağlı okullarda dersler vermeye başladı. Nablus'un büyük camii olan Mescid-i Kebir'de bir hutbe verdikten sonra dönemin Ürdün Kralı Abdullah (Kral Hüseyin'in dedesi) tarafından çağrılarak sorguya çekildi. Nebhânî, hakikatleri konuşuyor ve Müslümanların uyanışına vesile oluyordu. Bu da nizam sahiplerinin hoşuna gitmiyordu. Zira Nebhânî, Kral Abdullah’ın “dost” dediği sömürgeci kâfirlere çatıyor, İngiltere’nin oyunlarını deşifre ediyordu.

Kral Abdullah, Şeyh Takiyuddîn’e dönerek, "Dinle ey Şeyh! Benim dostumu dost, düşmanımı düşman belleyeceğine yemin eder misin?" diye sordu.

Bunun üzerine Nebhânî Kral Abdullah'a şu cevabı verdi: "Allah'ı dost edineni dost edineceğime, Allah'a düşmanlık yapana düşmanlık yapacağıma dair Allah'a söz verdim."

Ardından Kral Abdullah tarafından hapse atıldı. Uzun süre farklı yerlerde cezaevlerinde işkence gören Takiyyuddîn en- Nebhânî, felç geçirmişti. Onu en son Bağdat’a giderken gören oğlu 90 kiloluk bir adamın 45 kiloya kadar düştüğünü görünce ağlamaktan kendini alıkoyamadığını söylemişti.

Ve bugün Hizb-ut Tahrir, onlarca ülkede siyasi ve fikrî çalışmalar yürüten, İslami hayatı yeniden başlatmak ve Batılı sömürgeci kapitalist düzeni yıkarak Râşidî Hilâfet’i yeniden ikame etmek için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metodu üzere emin adımlarla yürüyor.

İşte masal, işte gerçek! Hangisi gerçek, hangisi yalan? Dinlemeden, düşünmeden bilinebilir mi?

_Dinle kardeşim sen özgürsün…

Yeryüzünde fecrin doğacağı günü bekle

Ve ruhunu bu fecrin doğuşuna teslim et

Fecir bizi selamlarken üşümüş yüzümüze dokunacak

Kardeşim ağızdan çıkana değil ellerdeki kire bak sen…

…Ve kim dalgalandıracak asil sancağı

Kim kaldıracak düştüğü yerden bu davayı

Dağları paramparça eden imanınla yürü

Gördüğün devasa gölgeler küçük tepeciklerin

Önüne çeri çöpü katan sel gibi yürü

Bırak bedenimiz tertemiz yıkansın

Kirli bir çağı kapatırken imanımız

“İslam'ın yüzyılına” ruhlarımız adansın

Değil mi deryalara kavuşmak kutsal hedefimiz

Bırak aksın o nehrin yatağında yorgun bedenimiz

Ve ölmek bir kere işte bu kaderimiz

Değer mi omurgasızca yaşamaya bu kısa vaktimiz _