Köklü Değişim Medya
Köklü Değişim Medya İstanbul Temsilcisi Muhammed Emin Yıldırım, Afganistan üzerinde çalışmaları olan Yazar Bülent Tokgöz ile Afganistan ve Taliban meselesi üzerine bir röportaj gerçekleştirdi.
Muhammed Emin Yıldırım
Tarih boyunca İmparatorluklar ve sömürgeci devletlerin saldırılarına maruz kalan Afganistan topraklarında işgal ve savaş hiç eksik olmadı. Asya’nın kalbinde yer alan bu güzide İslam beldesi önce İngiliz sonra da Sovyet işgaline uğradı. Ne var ki dönemlerinin süper güçleri olan bu devletler mücahit Afganistan halkının direnişi karşısında hezimete uğradılar. 20 yıl önce 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Afganistan’ı işgal eden Amerika’da bugün Afganistan’dan çıkmak zorunda kaldı. Şimdi Amerika, savaşta yenemediği Afgan mücahitleri masada mağlup etmenin, kendi istediği siyasi sürece mahkum etmenin planını kuruyor. 2018’de başlayan müzakere süreci ve 29 Şubat 2020’de yapılan DOHA Anlaşması ABD’nin bu planının ana haritasını oluşturuyor. Merak edilen soru şu; ABD’nin fiili işgalinden kurtulan Afganistan’ın geleceğine bugün artık müzakereler şehri DOHA mı yoksa cihat şehri KABİL mi karar verecek?
Farklı dönemlerde Afganistan sahasında bulunmuş, Afganistan ve Peştular üzerine 11 kitabı olan yazar Bülent Tokgöz ile Taliban’ın ortaya çıkış sürecini, ABD işgalini, direniş ve müzakere süreçlerini ve değişim vurgusu yapan Taliban yönetimindeki Afganistan’ın geleceğini konuştuk
Taliban gerçek bir kaosun içinden doğdu
Afganistan için “İmparatorluklar Mezarlığı” tabiri kullanılıyor. İngilizler, Sovyet Rusya ve ABD Afganistan’da uzun yıllar kaldılar. Afgan mücahitler bu ülkelerin ordularına karşı büyük askeri başarılar elde ettiler. Taliban bu küresel savaşa nasıl dahil oldu, ne zaman kuruldu, Afganistan’daki diğer gruplara nazaran nasıl bu kadar büyüdü? Diğerleri yok ama Taliban bugün ayakta ve Kabil elinde.
Afganistan yakın zamana kadar zenginliklerinden bihaber olunan, yoksul mu yoksul bir ülkeydi. İşgalciler onu sahip olduğu cevherlerden ziyade başka sebeplerle zapt etmeye kalkmışlardı. “Coğrafya kaderdir” sözü sanki onun kaderinin coğrafyasına bakılarak sarf edilmiştir. Doğrusu Afganistan coğrafyada tuttuğu yer sebebiyle tarihte yer tutmuştur. Kuzey-güney ve doğu-batı hattında hem bir geçit hem de bir sur olma vasfını birlikte barındırdığından büyük oyunda kilit taşı olmak onun payına düşmüştür. Bu, nesiller boyu katliam, sürgün ve kahırla ödenen bir bedeldir.
Rus işgaline karşı silaha sarılan, Afgan mücahitler olarak anılan hizipler daha işgal ordusu çekilmeden birbirine düşmüş, kardeş kavgasında çok kanlar heder olmuştu. Aynı hizip içinde ufak hesaplar uğruna dahi mücahitlerin birbirine silah çekmesi, pusu atması, füze yağmuruna tutması yadırganmaz bir hale gelmişti. Ruslar çekildikten sonra başkentin kime teslim olacağı veya edileceği üstüne kanlı bahisler oynanmıştı. Hikmetyar, kendi hakkı olduğuna inandığı Kâbil’i roket yağmuruna tuttuğundan adı Roketyar’a çıkmıştı. Diğer hizip liderlerinin adları bu kadar kolay kafiyelere uygun olmasa da hemen her biri iç savaş ateşine odun taşımak gibi kirli bir sicille maluldü.
Taliban gerçek bir kaosun içinden doğdu. 1994 yılında, Ruslar çekildikten sonra geçen yıllar boyunca Afgan halkının çektiği acıların azalmayışına duyulan sitemlerin yükseldiği bir dönemde. En küçük bir umut öbek öbek bir orman yangını gibi yayılıp güneyden kuzeye doğru ilerlemeye yetti. Başkentin el değiştirmesi o kadar da zor olmadı. Taliban, adalet arayışıyla sahneye çıktı ve sonrasında işgalciye karşı verdiği savaşla saygınlığını artırdı. Eski hiziplerin unutulup onun adının dipdiri kalmasının sebebi basitçe bu.
1996’da Afganistan’da İslam Emirliği ilan edildiğinde ABD ve Batı’nın Taliban’a karşı askeri bir girişimi oldu mu? ABD 1996’dan sonra 11 Eylül 2001’e kadar neden bekledi? Gerçekten Taliban’ın ABD’nin iddia ettiği gibi el-Kaide ile bir ilişkisi var mıydı? Taliban ABD İşgaline karşı neden güçlü direniş ortaya koyamadı?
Soğuk Savaş denen şey buz gibi bir tiyatroydu ve Demirperde ortadan kalktığında Batı ve ABD Afganistan’a ilgilerini derhal kaybetti. Yani şayet Ruslara karşı savunmayı hayat memat meselesi gördükleri Afganistan’ın ehemmiyeti noktasında samimi olsalardı işgal sonrasında yalnız bırakmaz, ülkeyi hiziplerin insafına terk etmezlerdi. Bilakis hiziplerin kavgasını kızıştırmak için maşalarını kullananlar onlardı. Afganistan’ın felah ve refahı umurlarında olmadı, ne başta ne sonda.
Taliban doğduğu kargaşayı yok edecek bir güce erişebileceğini göstermeden önce de Batı’nın gündemine elbette ki girmişti. Onda fundementalist bir dindarlık görüyor fakat onu kendisi için bir alternatif üretemeyecek kadar arkaik buluyordu. Taliban’ı Batı karşıtı değil modernite karşıtı olarak tanımlıyor ve bu durumun modernite tarafından mağlup edilerek sonlandırılacağından emin görünüyordu. Taliban tarihin akış yönüne karşı geçici bir ayak sürümeden öte bir şey değildi. Kayda değer bir mesele olarak algılanmıyordu.
Şu var ki onu kendilerine doğru çekmek için kıllarını da kıpırdatmadılar. Orada kalmasını istediler, daha da ittiler hatta. ABD, bu tutumu El-Kaide’ye doğru zorla itelemeye kadar vardırdı. Bağıra bağıra gelen 11 Eylül öncesinde aralarında dağlar kadar fark olan iki yapıyı birbirine kaynaştırmak için mümkün olan tüm yanlışları başarıyla yaptı. Çünkü gayesi 11 Eylül’den seneler evvel Afganistan’ı işgal şeklinde karara bağlanmıştı zaten. Uçaklar İkiz Kuleler’e saplanmadan işgal planları onaylanmıştı.
Amerikan ordusunu tanımazdı Taliban. Kaide ise “Gel gel!” ettiği orduyu doğru düzgün etüt etmemişti aslında. Kuzeye bakan mevziler şeklinde hazırladıkları cephe savaşı stratejileri, ağır bombardıman uçaklarının ilk salvosunda tuzla buz olmaya mahkûmdu. Kaide’nin cephe savaşı yürütecek bir mevcudu zaten yoktu; düşmanı tarafından propagandif biçimde abartılmış bir güçtü. Taliban’a gelince, o da cephe savaşındansa gerilla savaşına yatkın olan Peştu genleri taşıyordu. İmkânsız bir görev olan ABD hava kuvvetlerine karşı cephe tutmak yerine geri çekilmekten başka çareleri yoktu. Güneyden başka da istikametleri yoktu. Bu yoksunluklar tez zamanda Pakistan’da yeniden örgütlenerek gerilla savaşını başlatmak için en uygun zemini sunuyordu bir bakıma.
ABD’nin Afganistan’da askeri olarak bir başarı elde edemediği ve çekilmesinin kendisi için kaçınılmaz olduğu bir dönemde Taliban’ın ABD ile müzakereye oturmasını ve DOHA Anlaşmasının maddelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
ABD’nin ihtiyaç duyduğu şey kolay zafer değil kudret gösterisiydi. Bu kadar kolay zapt edilmiş bir ülke envanterdeki nice aygıtın reklamının yapılmasına fırsat tanımadığı için çok da arzu edilen bir şey değildi. O yüzden Kale-i Cengi gibi noktalarda isyanı bizatihi kışkırtarak, önünü açarak gösterişli katliamları kameralar önünde yapma lüzumu duydular. Mesaj netti: En çetin şartlarda ölümüne direnen bir düşmanla karşı karşıyayız fakat gücümüz karşısında şansları yok.
Kolay zaferin ardından yaşananlar ise bir kez daha ABD’nin ciddiyetsizliğini sergiledi. Pakistan’ı bu kadar köşeye sıkıştırmasa, bu kadar aleni Hindistan yanlısı olmasa, Afganistan’la ilgili endişelerine karşı bu kadar hor davranmasa Taliban’ı kaçtığı güneyde de pasifize etmesi işten bile değildi. O ise kaçan “teröristleri” kovalama bahanesiyle Pakistan’ı hedef tahtasına oturttu. Yani Afganistan’daki askeri başarıyı doğru siyasi hamleler takip etmediği için düşmanını yok etme fırsatını elinden kaçırdı. Şayet böyle bir gayesi vardıysa. Taliban’ı Pakistan’a doğru ittiği gibi Pakistan’ı da Taliban’la gizliden gizliye dayanışmak ve ABD’nin Afganistan’da kendi aleyhine bir istikrar sağlamasına engel olmak cihetine mecbur etti. İmparatorluk kibrinin sonuçlarıydı bunlar. Hele Afganistan’ı boşlayıp Irak’ta yoktan yere cephe açıp gücünü oraya yığması hepten bir hataydı.
“Kudret körlüğü” Afganistan’daki zaferi hezimete çeviren ana sebepti. Gözlerini açtıklarında ülkenin güneyinde sahaya çok iyi yayılmış, dirençli, kararlı, düşmanını tanıyan bir Taliban’la karşılaştılar. Bunlara bombardıman uçakları da kâr etmezdi, çünkü cephe tutmuyorlardı ve çok seyyardılar. Bu işler için geliştirdikleri insansız casus uçaklar ise bir yere kadar işlev görebildi. Bu casus uçaklarla Taliban diye masum Afgan aileleri hedef aldıklarında Taliban karşısında nispi meşruiyetlerini de yitirdi, halkı da Taliban’a doğru ittiler. Savaş şiddetlendikçe aslında orada ne aradıkları sorusunu daha fazla sorar oldular. Oraya intikam almak ve El-Kaide’yi yok etmek için gelmişlerdi. İntikamlarını almışlardı, Kaide’nin de hiçbir zaman o kadar korkulacak bir gücü olmamıştı ve şimdi sıfırlanmak üzereydi. Şu halde Taliban’la kazanılması mümkün gözükmeyen bir savaşta ısrarın manası yoktu. 2011’de asker mevcudunu 100 binin üzerine çıkarırken maksadı savaşı değil barışı kazanmaktı. Taliban’ı masaya çekerek.
Taliban vakur davrandı. Masaya otururken hafiflik yapmadı. Oradan muzaffer olarak ayrılmak için sahada işleri sıkı tuttu, gevşemedi. Savaşçılarından bu görüşmeleri saklamasa bunu başaramayabilirdi. Her bir kelime için masada da cansiperane savaştılar. Mesela Kaide için “terörist” ibaresinin metne girmesine izin vermediler. Kendileri ve ülkeleri hakkındaki hükümlerde ise kazandıkları şey tam olarak bir diplomatik zaferdi. Zalmay Halilzad Doha’da anlaşma metnini Molla Birader’le takas ederken Kâbil rejiminin günlerinin sayılı olduğunu ikisi de pekala biliyorlardı. İmzalar atıldığında Taliban iktidar olmuştu. Er ya da geç**.**
Bülent Tokgöz'ün "Büyük Oyun" kitapları
Katar, Taliban’ın tedrici değişimi için gayret gösterdi
Taliban sözcüleri açıklamalarında değiştiklerini söylüyorlar. Sizde bu değişim fikirsel bir değişim midir yoksa siyasi ve konjonktürel bir değişim midir?
Değişim kaçınılmazdı çünkü her sahada ve katmanda kendini dayatıyordu. 2001’deki kolay yenilgi ve halk desteğinin en diplerde seyredişi Taliban’ı bir nefis muhasebesine sevk etmeye yetmişti. Yıllar geçtikçe ayakta kalabilmek için başka meziyetler geliştirmeleri gerektiğini anladılar. Pakistan’la iş tuttuklarında diplomasi hünerleri işlerine çok yaradı. 2012’den itibaren ondan uzaklaşıp merkezî şurayı Katar’a taşıdıklarında bu bağımsızlıkları yönünde en ileri adım oldu. Katar da süreci iyi idare etti, onların tedrici değişimi için ilmi ve entelektüel bir gayretin içinde oldu.
Taliban değişimin kaçınılmazlığını görüyor fakat bunun şeklen mi aslen mi olması gerektiği konusunda kafalar o kadar da net değil. Çok güçlü bir medrese geleneğinden geliyor ve o gelenek kaç asırdır değişmeyen kalıplara sahip. Taliban’ın Hanefi fıkhını veya hadis usulünü aşması, Türkiye’deki gibi mealci bir çizgiye çekilmesi olacak şey değil elbette fakat kendi fıkıh ve usullerini algılarken daha ne kadar esnek olabileceklerini habire kendilerine sorup duracaklar. Şu an en acil olan şey kendilerini ifade ederken kullandıkları dilin değişmesi. Kelime seçkisinden vücut diline kadar çok şeyi değiştirdiler. Bu yeniliklere karşı kendilerini tekfir edecek DAİŞ kafasındaki unsurların hareketten ayrılıp karşılarında yıllarca savaşmış olması da Taliban’ın işini kolaylaştırdı. Korkacakları bir iç düşman büyük oranda kalmadı. Olan biteni makul biçimde izah edebilecekleri bir tabanları var. Çok aşırıya gitmezlerse savaşçı kadrolar da taban da yakın vadede gidişata karşı arıza çıkaracak gibi gözükmüyor.
Taliban’ın Türkiye ile ilişkisini hem Taliban hem Türkiye açısından nasıl görüyorsunuz? Türkiye’nin Afganistan’daki rolü sizce nedir?
Taliban Türkiye’yi tanımazdı. Pakistan ve İran gibi komşuları hariç tanıdığı başka bir ülkenin olduğu da kuşkuluydu. Son zamanlarda neyin ne olduğunun daha fazla idrakindeler. Lider kadrolar iyi bir siyasi tedrisattan geçtiler, tarih kitaplarını karıştırdılar, strateji okudular, dil öğrendiler. Türkiye NATO içinde bir güçtü velakin savaştan ziyade onarım ve yardım işleriyle alakadardı. Taliban Türkiye’nin bu özgün duruşunu takdir etmekle aslında kendisi için de Türkiye için de önemli bir şans yakaladı. Yıllar boyu Türk askeri Taliban hücumlarından muaf kaldı. Bu muafiyet ve imtiyazdan yararlanmak için Türk bayraklarını araçlarının ve binalarının üstüne asan anlı şanlı Batılı ordular bile oldu.
Yani Taliban’la Türkiye aslında olabilecek en iyi çatışmasızlığı o en kötü zamanlarda bile başardılar. Türkiye Afganistan’da çok güzel işlere imza attı; yetimhaneler, hastaneler, okullar, meslek kursları… Bunların kusuru hemen hepsinin kuzeyde oluşu ve Taliban’ın düşmanlarıyla fazla içli dışlı biçimde yürütülmesiydi. Taliban’la, Peştularla, güneyle doğrudan muhatap olup onları kazanmaya dönük cesur hamleleri savaş müddetince gerçekleştiremese de barış görüşmelerinden itibaren Türkiye öne çıkmayı deneyebilirdi. Çok atıl kaldı. Taliban’la anılmak işine gelmedi hükümetin. Müttefiklerinden de muhaliflerinden de çekindi. Taliban’ı da yeterince tanımadığı için, tanımaya heveskar olmadığı için bir güven sorunu da vardı. Mesafe koymakta o kadar kararlıydı ki barıştan sonra herkes Taliban’a yanaşmaya çalışırken bizimkiler hala eski ezberleri tekrar edip durarak kendi elleriyle kendilerini sürecin dışına attılar. Yeniden kulvara girmeleri zaman aldı, hala da girebildiler mi, belli değil.
Taliban eski Afgan yöneticiler ile değil de Müslüman siyasi gruplarla bir olup Afganistan’ı başlangıç noktası yaparak küresel manada İslam ümmetinin siyasi liderliğini üslenecek Hilafet gibi bir model ortaya koyabilir mi?
Taliban kendisini İslami Emirlik olarak tanımlamıştı, bu tanım hala yürürlükte. Hala bir emir var fakat eskisi kadar Emirelmüminin lafzına rastlamıyoruz. Emirdense şûra daha fazla öne çıkıyor. Bu da Taliban’ı İmaret ile Cumhuriyet arasında bir yere doğru taşıyor. Kuracakları yeni düzenin İslami olması en temel talepleri elbette, bu talepten geri adım atmayacaklar fakat yönetim modeli olarak neyde karar kılınacağı tek başına Taliban’ın karar verebileceği bir bahis değil. Aslında bu tam bir kurtlar sofrası. Taliban başka her şeyde gerekirse taviz vererek bu noktada sebat edecektir. Gelgelelim ümmete liderlik, rehberlik gibi iddialar buna eşlik eder mi, bundan emin değilim. Çünkü 20 sene evvel Arap mücahitlerle bir maceraya girdiler ve ödenen bedellerin ağırlığını bihakkın yaşadılar. Ümmet ölçekli büyük iddialardansa kendilerini daha yerel düzeyde ifade etmeyi tercih edecek gibi görünüyorlar. Afganistan’ı düştüğü yerden kaldırmak, ayakları üstünde durabilir bir vaziyete getirmek öncelikli gayeleri olacak. Hilafet gibi tekrardan düşmanlarını başlarına üşüştürecek kavramlardan da uygulamalardan da uzak duracakları kanısındayım.
Mısır, Cezayir, Sudan ve Türkiye örneklerindeki siyasi tecrübeleri dikkate alırsanız Afganistan’da Müslümanları bekleyen yeni tecrübe sizce ne olur?
Bu ülkelerin her biri farklı bir maziden gelip farklı bir istikbale yöneldi, Afganistan da böyle olacak. Kendi mecrasında akacak kaderi. Diğerlerinden en önemli farkı: Taliban gidici değil. Onu kimse gönderemez. Darbeyle onu def edecek güç Afganistan içinde yoktur, Taliban da sanmam ki seçimle gitmeye razı gelsin. Dolayısıyla görünür gelecekte Talibansız bir Afganistan pek mümkün değil. İktidarda bu kadar kalmak matah bir şey midir, bu da ayrı bir bahis tabi. Cihat hiziplerinin yozlaşmaları gibi Taliban da iktidarla ve güçle zehirlenirse bir çuval inciri çarçabuk berbat eder. Yolsuzluklar, hırsızlıklar da onu içten içe hızlıca kemirebilir.
Bunlar ihtimaller. Taliban bir zahitler hareketi aslında, zahitçe yaşayarak yaşlanmış liderleri var. Gel gör ki dünyanın en yoksul ülkelerinden biri dünyanın en zengin maden yataklarından bazılarına ev sahipliği yapıyor ve şayet rakamlar yalan söylemiyorsa dünyanın en zengin ülkelerinden biri olması da önümüzdeki on yıllar içinde pekala mümkün. Dolayısıyla ani bir zenginleşmeyle birlikte kaçınılmaz bir modernleşme Afganistan’ın kaderi olabilir. Bu da garip bir tecelliyle Taliban eliyle tahakkuk edebilir. 20 sene sonra yeni bir Dubai’yle karşılaşırsak şaşırmayalım. Afganistan’ın Taliban eliyle modernleştirilmesi ihtimaline hazırlıklı olalım.
Bence bu tecrübeyi çürütecek ikinci tehlike bu zenginleşmenin Çin marifetiyle yaşanması. Güçlü altyapısı ve yatırımlarıyla Çin buna zaten aday ve ziyadesiyle hevesli. Afganistan tecrübesinden bir hayır umuyorsak Taliban’ı Çin’in pençesine düşürecek bu gidişatı tersine çevirip orada biz var olmalıyız. Ümmet, Taliban’ı Çin’le baş başa bırakırsa Afganistan’dan bir hayır beklemesin. Durum çok ciddi ve Yeni Taliban da ümmet de meselenin ne kadar farkında, emin değilim açıkçası.