Tarih boyunca insanlık, zalimlerin acımasız zulmüyle defalarca sınandı. Ancak ne kadar karanlık olursa olsun, her gecenin bir sabahı, her zulmün bir sonu vardır. İslam medeniyeti, insanlığı bu karanlık dehlizlerden çıkaran, adaleti ve huzuru tesis eden bir umut ışığı olmuştur. O ışık ki, mazlumların yüreğine inanç ve güven aşılar, zalimlerin kalplerine korku salar. Ve o Allah'ı razı etmenin tek yoludur. İslam’ın özünde yer alan Tevhid, adalet, merhamet ve birlik anlayışı, insanlığın en karanlık dönemlerinde bile bir kurtuluş reçetesi sunmuştur. Bu ışık yalnızca Müslümanların değil, tüm insanlığın rehberi ve kurtarıcısıydı. Ne var ki, bu yüce ışık, hilafetin yıkılmasıyla birlikte sönmeye yüz tuttu.
İslam, tüm Müslümanları bir arada tutmayı emrederken, Kur’an’da Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın, "Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın" uyarısı bizlere sesleniyor. Ama biz, o ipin etrafında birleşmeyi ne kadar başardık? Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in, Müslümanların birbirine olan bağlılığını, taşları kenetlenmiş bir duvara benzetmesi, Asr-ı Saadet döneminde zirveye ulaşmıştı. Ensar ile Muhacir arasında kurulan o eşsiz kardeşlik, bugün bizde var mı? O kardeşlik ki, insanlığı yeniden diriltebilecek güce sahipti, biz onu elimizden kaybettik.
Ne zaman ki Müslümanlar Allah'ın ipine sımsıkı sarıldı, işte o zaman zafer ardı ardına geldi. Ama bugün, kalplerimiz o ipten uzaklaştı. 3 Mart 1924’te Mustafa Kamal Atatürk eliyle hilafet yıkıldığında, Müslümanların en büyük dayanağı, koruyucu kalkanı ve birleştirici gücü yerle bir oldu. O günden sonra Müslümanlar, Batı’nın çizdiği suni sınırlarla bölündü, başlarına da kendilerinin menfaatine çalışanları yerlestirdirler. İslam ümmeti birbirine yabancılaştı, düşman oldu. Her bir parça, Batı’nın ellerinde oyuncak edildi. Milliyetçilik, vatancılık, Ulusculuk fitneleriyle kardeşlerimiz bizden koparıldı. Hilafet yıkıldığında, birliğimizin temeli de yıkıldı ve o zamandan beri zulüm, adaletsizlik ve yozlaşma İslam dünyasını kasıp kavurdu.
Batı’nın sömürgeci politikaları, İslam dünyasının damarlarına zehirli bir ok gibi saplandı. Misyonerlik faaliyetleri, İslam'ın kalbine yöneltilmiş hain bir hançer gibiydi. Bizim dilimizi, kimliğimizi ve inancımızı yok etmeye çalıştılar. Arapça gibi İslam'ın ruhunu taşıyan diller unutulmaya yüz tuttu. Dilimiz, kültürümüz, ilmimiz zayıfladı ve nihayetinde bu zayıflık, ümmeti derin bir uykuya sürükledi. Fakat bu karanlıkta bile, Müslümanların içinde azınlığı da olsa direniş ateşi sönmedi. Fakat bu direnişin fertleri hep yaftalandı, sürüldü, hapsedildi, dışlandı.
Bugün Gazze, Doğu Türkistan ve diğer sair beldelerde etimizden bir parça olan kardeşlerimize yapılan zulümler bizim eserimizdir. Nasıl mı? 100 yıldır âlemlerin rabbi olan Allah'ın hükümlerine zulmediliyor. Biz Allah'ın dinine yardım etmedik. Rabbimiz de bizleri zilletle imtihan ediyor. Rabbimiz tüm sorunların çözümlerini ortaya koymasına rağmen akılcılık yaparak Allah'tan daha iyi bildiğimizi iddia ediyoruz. Allah diyor ki: "Parçalanmayın yoksa devletiniz gider, gücünüz zayıflar." Biz parçalanıyoruz. Allah diyor ki: "Yöneticiye meşru dairede itaat vardır." Biz meşru veya gayrimeşru bütün yollarda itaat ediyoruz. Muhasebe yok, eleştiri yok, nasihat yok. Bir de takım tutar gibi tutuyoruz.
Bugün, zulmün gölgesi üzerimize çökmüş olsa da, içimizde bir ışık hâlâ yanıyor. Rabbimiz, "Siz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın" buyurmuş. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, "Size iki emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve sünnetim. Onlara sımsıkı sarılın" demiştir. İşte bizim kurtuluş yolumuz, bu iki emanetle yeniden ayağa kalkmaktan geçiyor.
Müslümanların yeniden izzet bulmasının yolu, hilafetin yeniden tesisinden geçiyor. O ilahi düzen ki, bizlere adaletin, merhametin ve huzurun en güzel örneğini sundu. Bu yol kolay değil, ama Rabbimizin vaadi kesindir: "İman eden ve salih amel işleyenler yeryüzünde egemen olacaklar."
Zulmün karanlığına ışık olmak, sadece bir ideal değil; bu, her Müslümanın omuzlarına yüklenen kutsal bir görevdir. Her birimiz, o ışığı yeniden yakmakla yükümlüyüz. Allah'ın ipine sımsıkı sarılmalı, kardeşliğimizi yeniden inşa etmeli ve bir ümmet olarak hareket etmeliyiz. Hilafet, o karanlığı delip geçecek en güçlü ışık olacaktır. Müslümanlar, İslam’ın rehberliğinde yeniden bir araya gelip, zulme karşı dimdik durmalıdır.
Her birimiz, zulmün karanlığına karşı bir meşale taşıyoruz. Şimdi o meşaleyi tutuşturma zamanı. Allah’ın izniyle, yeniden aydınlanacak, yeniden dirileceğiz.
Peki Nasıl?
"Nasıl olacak?" sorusu aklımızda cereyan eden ilk soru olmuştur. Tebliğ, irşad yaparak insanları namaza davet ederek mi? Herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi ile mi? Veya her biri Batı'nın eteğinin bir parçasından tutmuş partileri destekleyerek mi? Bunların hiçbiri köklü bir çözüm değil. Yahu, yıllardır her şeyi denedik, fakat içinden çözümler fışkıran İslam’ı ne tam anlamıyla anlayabildik, ne de tam manasıyla hayatımıza tatbik edebildik. Samimi olalım, soralım: Bugün meclisin içindeki herhangi bir parti liderini Allah Rasulüyle görüştürme imkânımız olsaydı, sizce Rasulullah (s.a.v.) onlardan herhangi biriyle el sıkışmak bir yana dursun, aynı masaya oturur muydu? Olmadı mı sanıyorsunuz? Allah'ın Rasulü, aynen Rabbinin kendisine farz kıldığı metotta ilerlerken, Mekke’li müşrikler Allah'ın Rasulü’nü Daru'n-Nedve'ye davet etmedi mi? Hem de "Parti kur, oy verelim" de demediler. "Gel, yöneticimiz ol" dediler. Ama "Anlattıklarını bırakman karşılığında" dediler. Nebi (s.a.v.) ne dedi? O, bizim gibi yapmadı. "Bir elime ayı, bir elime güneşi dahi verseniz, yine de bu davamdan vazgeçmem" dedi. Bugün bize ne güneş ne de ay verilmedi. Ama görüyorum ki, maalesef davamızdan vazgeçmişiz.
Ne zaman ki Allah'ın ipine sımsıkı sarılırız ve bize rehber olarak gönderilen Rasul’ün izini adım adım takip ederiz, işte o zaman Allah vaadini gerçekleştirecektir.
Ey kerim kardeşlerim! Vakit, Allah'ın vaadine, Rasul’ün (s.a.v.) müjdesine, nübüvvet metodu üzere çalışma vaktidir ve buna başlamak için en doğru zaman şu andır.