Hizb-ut Tahrir Türkiye Haftalık Değerlendirme Toplantısı - [18 Haziran 2019]
19 Haziran 2019

Hizb-ut Tahrir Türkiye Haftalık Değerlendirme Toplantısı - [18 Haziran 2019]

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu

Köklü Değişim Medya

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar, gündem değerlendirme toplantısında haftanın öne çıkan başlıklarını değerlendirdi.

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya Bürosu Başkanı Mahmut Kar gündem değerlendirme toplantısında; Muhammed Mursi’nin vefatına, ABD’nin S-400 tehdidine, Rusya ve Esed tarafından yapılan İdlib bombalamalarına ve Yıldırım-İmamoğlu canlı yayın düellosuna dair açıklamalarda bulundu.

Mahmut Kar tarafından dün akşam gerçekleştirilen basın açıklamasının tam metnini istifadenize sunuyoruz:

Haftalık Gündem Değerlendirmesi

MUHAMMED MURSİ VEFAT ETTİ

Mısır eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, dün darbeci Mısır yönetiminin mahkemelerinde duruşma sırasında kalp krizi geçirerek vefat etti. Muhammed Mursi’ye Allah’tan rahmet, Ailesine ve dostlarına sabırlar diliyorum. 2013’te Amerika’nın açıktan desteklediği Mısır Genelkurmay Başkan Abdulfettah Sisi, kanlı bir darbe ile Muhammed Mursi’yi ve İhvan yönetiminden yüzlerce Müslümanı hapsederek yönetimi gasp etmişti. Bu darbede binlerce Müslüman namaz kılarken meydanlarda kurşuna dizilmişti. Zulüm mahkemelerinde yürütülen yargılamalarda 50 kişi idam edilmişti. Yargılaması 6 yıldır devam eden Muhammed Mursi’de dün mahkeme salonunda hayatını kaybetti. Muhammed Mursi, sağlık sorunları nedeni ile cezaevinde zaten zor günler yaşıyordu. Bu sıkıntılarına rağmen darbeci Sisi yönetimi, onun tedavi görmesine bile izin vermedi. Bu elim verici ölüm üzerine iki önemli hakikati hatırlatmak ve aynı zamanda tağuti rejimlere ve zorba yönetimlere de bir ikazda bulunmak istiyorum.

Birincisi: İslami Ümmetin geneli bu vefat haberini Mursi’ye rahmetiyle muamele etmesi için Allah’a dua ederek, zulmedenleri ise lanetleyerek duyurdular.

İçimizde mazlumu ve zalimi gerçekten ayırt edenlerin çokluğu güzel bir şey elhamdülillah. Ya ümmet topyekûn zalimlerin yanında olsaydı Allah muhafaza… Müslümanlar zalimlerden yana değil mazlumlardan yana tavır alıyorsa bu ümmete canlılık ve umut var demektir. Zalimlerin ise geleceği yok demektir.

İkinci hakikat ise şudur: Sisi rejimi, Yahudi varlığı, kukla Arap rejimler ve uluslararası devletlerin hepsi, Muhammed Mursi’ye yapılan zulme ve katledilmesinde ortaktırlar.

Şunu da hatırlatayım bu da çok önemli, darbeci Sisi’nin askeri demokrasisi ile Türkiye’nin sivil demokrasisi arasında bir fark yoktur. Mısır’ın askeri mahkemeleri nasıl Müslümanlara zulmediyorsa Türkiye’nin sivil mahkemeleri de aynı şekilde bize zulmü reva görüyor. İslami devlet ve Hilafeti istediği için Türkiye’de Müslümanlar hala cezaevlerinde tutuluyor.

Despotlara ve zalimlere yapacağım ikaz ve uyarıya gelince: “Gün gelir devran döner, Çok yakın bir zamanda Allah Subhanehu ve Teala İslami Ümmete yeryüzünde otoriteyi verir, söz ve yetki sahibi olmayı nasip eder inşallah…” İşte o gün despotik rejimler ve darbeciler, laik demokratik yönetim ve yöneticiler, tüm kurumları ve adamları ile birlikte alaşağı edilecekler inşallah. Bu değişim öyle inkılabî bir değişim olacak ki, öyle köklü bir değişim olacak ki, despotik ve sözde demokratik laik yönetimlere ait hiçbir eser kalmayacak. İslam Raşidi Hilafet ile pratik, kapsamlı ve köklü bir şekilde insanlar üzerinde uygulanacak. Bu değişim geçmişte Cezayir, Pakistan, Mısır ve Türkiye’de yaşananlara adeta bir ders olacak. Ve en önemlisi, küfür sistemlerinin laik demokratik parlamento meclislerinde, onların metoduyla bu işin olmayacağı da ancak işte o zaman görülecek.

TÜRKİYE ABD’NİN S-400 TEHDİDİ İLE KARŞI KARŞIYA

Türkiye, Rus yapımı S-400 hava savunma sisteminden vazgeçmesi için ABD tehdidiyle karşı karşıya. ABD Savunma Bakanı vekili Patrick Shanahan 6 Haziran’da Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a bir mektup gönderdi, malum. Mektubunda özetle, S-400 sisteminden vazgeçilmemesi karşısında Türkiye’nin F-35 programından tamamen çıkarılacağı, bu uçakların eğitimini alan Türk pilotların 31 Temmuz itibariyle geri gönderileceği, Türkiye’nin ticari anlamda bir takım yaptırımlara maruz bırakılacağı ifade edilmişti. Ayrıca mektup yetkililere ulaşmadan ABD’li makamlar tarafından medyaya servis edilerek de Türkiye resmen aşağılandı.

Bu mektup işi küstah ABD’nin elbette ilk icraatı değil. Böyle yöneticiler oldukça bu onun son küstahlığı da olmayacak gibi. Bakın bundan tam 55 yıl önce dönemin ABD başkanı Lyndon B. Johnson aynı tonda tehdit içerikli bir mektubu dönemin Türkiye Başbakanı İsmet İnönü’ye göndermişti. O günde liderlerin şahsında tüm Müslümanlar aşağılanmıştı, yöneticiler sessiz ve umursamaz kalmıştı. Tıpkı bugün olduğu gibi…

Bizler bugün Türkiye-ABD ilişkilerinde S400lerin alınıp alınmayacağı mevzuna girmeyeceğiz. Konuyla alakalı daha önce yeterli açıklama yaptık. Türkiye’nin siyasi, iktisadi, askeri anlamda ABD’ye bu denli bağımlı olması, S400 meselesini de en sonunda ABD’nin isteğine göre bir çözüme bağlayacağının göstergesidir.

Bu durum basiret sahibi Müslümanlar için açıktır. Burada asıl mesele! Yöneticilerin bu tehditler karşısında hala utanmadan, sıkılmadan onlarla dostluk ilişkilerini geliştirilmesinden bahsetmeleridir. Bu korkak, basiretsiz tavır mevcut rejimle paralellik gösteriyor. Rejim size ait değil ki söylediğiniz söz de size ait olsun. Rejim Batılı laik demokratik rejim olunca tabii olarak size de Batılıların ağzı ile konuşmak düşüyor. Siz, bir de Müslümanların başında otoriteyi teslim ettikleri halifelerin olduğu dönemlerde nasıl bir tavır sergilenmiş, ona bakın!

Bundan yüzyıllar önce Bizans İmparatoru Nikefor Fokas, halifeye ödemesi gereken yıllık vergiyi ödemediği gibi, İmparatoriçe zamanında ödenen vergiyi de Harun El Reşid’e gönderdiği mektupla geri istemişti. Nikefor mektubunda; “Bizans İmparatoru Nikefor’dan Arapların hükümdarı Harun’a” diyerek mektuba başlamış ve şöyle demişti: “Benden önceki İmparatoriçe seni satrançtaki vezir yerine, kendini de piyon yerine koymuştur. Aslında senin vermen gereken malları kendisi sana göndermiştir. Bu da kadınların zaaf ve beyinsizliğindendir. Bu mektubumu okuduğunda onun sana göndermiş olduğu malları iade et ve kendin için de fidye öde aksi takdirde aramızda kılıç konuşacaktır.” Nikefor’un mektubuna cevap olarak Halife Harun Reşid beklemeksizin, gelen mektubun üzerine şöyle yazmıştı: “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Müminlerin emiri Harun’dan Bizans köpeği Nikefor’a! Ey kâfir kadının oğlu! Senin mektubunu okudum. Cevabını dinlemeyeceksin, bizzat göreceksin vesselam.”

Devlet adamlığı ve yöneticilik tehditlere pabuç bırakmaz. Tehdit eden kâfir devletle hala iş tutmanın yolunu aramaz. Hele tehdit olarak gelen mektuba hak ettiği cevabı vermek için haftalarca sessiz hiç kalınmaz. Siz; bu tehdide karşılık ABD’nin sınırsız bir şekilde kullandığı askeri üslerden en azından birini, mesela İncirlik üssünü kapatacağını söyleseydiniz; liman ve boğazların kullanımını engelleyeceğinizi yazsaydınız; asker ve ajanlarını derdest edip ülke dışına çıkaracağınız ile tehdit etseydiniz; fitne yuvası olan Amerika elçiliğini kapatarak Büyükelçiyi def edeceğinizi deklare etseydiniz; stratejik, askeri ve ticari tüm anlaşmaları feshedeceğiniz ilan etseydiniz, belki bunlar küstah Amerikalı’nın mektubuna bir nebze karşılık olurdu. Belki bunlar Türkiye halkının yanan yüreğini bir nebze serinletirdi. Ama dedim ya siz, onların düzenleri üzerinde yönetim ve hüküm sürüyorsunuz, onun içinde onların ağzı ile konuşuyorsunuz. Tüm bu saydıklarımı yapmanız için önce kokuşmuş düzenleri olan demokrasiyi terk ederek kendisiyle izzet ve şeref bulacağınız İslam Nizamını benimsemeniz gerekir. Bu ise izzetli, şerefli, cesur, yiğit adam gibi yöneticilerin işidir.

RUSYA VE ESED İDLİB’İ BOMBALIYOR!

Suriye’nin İdlib şehri yakılıyor, İdlib yıkılıyor, Ramazan ve bayram demeden caniler İdlib’i yakıyorlar. Rusya, İran ve Esed rejimi hastaneleri, camileri, pazar yerlerini bombalanıyor. Füzeler Türk Silahlı Kuvvetlerinin İdlib’de kurduğu gözlem noktalarının üstünden geçip, Müslümanların bedenlerini paramparça ediyor. Dünya bu katliama sessiz kaldığı gibi Türkiye’de enkazlardan yükselen, ateşin dumanını ve toz bulutunu gözlem noktalarından izliyor. Türkiye’nin sessizliği Esed’i daha da cesaretlendiriyor. Öyle ki, bugüne kadar Esed rejimi iki kez TSK gözlem noktalarını hedef aldı. Buna rağmen Türkiye misli ile karşılık vermek yerine dostlarına danıştı, görüştü, düşündü ve günler sonra karşılık verdik açıklaması yaptı. Bugüne kadar TSK’nın yaptığı karşı saldırılarda Esed tarafından bir kayıp var mı yok mu onu da bilmiyoruz. Rusya, havadan gerçekleştirdiği bombardımanlarla katliam üstüne katliam gerçekleştiriyor. Buna karşılık Türkiye sadece Esed rejimini kınıyor.

Peki ya Astana ortağınız Rusya ve İran ne olacak? Onların yaptıkları yanlarına kar mı kalacak? Humeym üssünden kalkan Rus uçaklarını herkes gördü de bir siz mi göremediniz? Daha İdlib’in çevresine gözlem noktalarını niçin kurdunuz o zaman? İdlib’de Ruslar ve rejim tarafından tarlalar ateşe verildi. Yine YPG Suriye’nin kuzeyinde tarlaları yaktı. İsrail’in yangınını söndürmeye koştunuz ya, burnunuzun dibindeki yangınlara niçin koşmuyorsunuz? Dostunuz Putin, Şangay İş birliği Toplantısı’nda “Suriye'deki teröristlerle mücadelede elde edilmiş sonuçlar Rusya, Türkiye ve İran'ın ortak başarısını gösteriyor” dedi. Öyle ya siz terörizm ile ortak mücadele ediyorsunuz. Terörizm ile mücadelede ABD ve Rusya ile ortaksınız. Ama Türkiye’nin güney sınırında PKK, YPG elini kolunu sallayarak geziyor. Öyle ya Suriye’de Rusya ile koordineli hareket ediyorsunuz, Müslümanların katledilmesi için Ruslara yer gösteriyorsunuz.

Ey Yöneticiler! Sayın Erdoğan!

İdlib’de parçalanmış masum körpe bedenler gofret kutularında toplanıyor. Mazlum annelerin cesetleri kanlı çarşaflarla taşınıyor. Ne güzel bir ortaklık değil mi? Müslümanların kanı akıyor ve siz bu kanın üzerine kurduğunuz dostluk köprüsünde ortak çıkarlarınız ve ticaretinizi geliştiriyorsunuz. Asya Zirvesi’nde Putin ile sarmaş dolaş, göz göze poz verirken acaba o körpelerin cansız bedenleri gözünüzün önüne geldi mi? Çin devlet başkanı Şi Cinping ile yaptığınız görüşmede terörle mücadele alanındaki iş birliğini güçlendirme kararı aldınız. Hangi teröristler bunlar? Doğu Türkistan’da toplama kamplarında tutulan mazlum Müslüman Uygurlar mı? Yoksa Türkiye’de muhacir olarak bulunan kardeşlerimiz mi? İşkenceyle katledilen Müslüman aydınlar, hafızlar ve alimler mi? Siz bu anlaşmaları yaparken, ortağınız Devlet Bahçeli mehter marşı ile İstanbul’da turluyor. Sözüm ona Türk dostu olanlar daha Doğu Türkistan hakkında konuşamıyor. Siz ve ortağınız Osmanlı İslam Devleti’nin mehteri ile ancak insanları kandırıp oy devşirebilirsiniz. Ne Kudüs’e ne Şam’a ne Bağdat’a ne de Doğu Türkistan’a verdiğiniz mehterin sesi ulaşmadı, bölge giderseniz de hiç ama hiç ulaşmaz.

İMAMOĞLU - YILDIRIM DÜELLOSU

23 Haziran’a 5 gün kaldı. Seçim gündemi sadece İstanbulluları değil Türkiye’yi ilgilendiriyor. Çünkü yatıyorsunuz kalkıyorsunuz İstanbul seçimleri… Gazeteler bunu yazıyor, TV’lerde bu konuşuluyor, sosyal medyada bu tartışılıyor. Böyle bir gündem de Cumhur ittifakı adayı Binali Yıldırım ile Millet ittifakı adayı Ekrem İmamoğlu pazar akşamı canlı yayında yüz yüze açık oturuma katıldılar. Herkes İstanbul’u yönetecek adayın bu programda kendini göstereceğini düşünüyordu. Çünkü İstanbul’da çözüm bekleyen birçok konu var. Ancak programı tek bir cümle ile özetleyecek olursak. “Dağ fare doğurdu” diyebiliriz.

Neden mi?

İstanbul’un çözülmesi gereken o kadar çok sorunu var ki; örneğin trafik sorunu, gürültü sorunu, deprem sorunu, güvenlik sorunu, göç sorunu, işsizlik sorunu, alt yapı sorunu, çevre kirliliği sorunu vs… Ve işte bu iki aday bu konulara neredeyse hiç değinmediler, 3 saat boyunca yaptıkları tek şey, karşı tarafı aşağılamak, onu suçlamak, laf cambazlığı ile üste çıkmak. Evet iki tarafın da yaptığı tek şey buydu. Trafiğe, şehir planlamasına, işsizliğe, göç sorununa ve diğerlerine dair köklü çözüm sunan en ufak bir konuşma yapılmadı. Seçim vaatlerini açıkladıklarında bile elle tutulur, gözle görülür bir icraat iki taraftan da gelmedi. İki adayın da tek derdi, karşı tarafı halk nezdinde itibarsızlaştırmak ve onu küçük düşürmekti. Oysaki halkın beklentileri çok farklıydı, karşılaştıkları sorunlara çözüm üreten vaatleri duymak istiyorlardı. Ne var ki yalan söylemeyi ve halkı aldatmayı adet haline getiren politikacılar bunu yapamazlar. Belediyecilik kavramı her ne kadar idarenin konusu olsa da günümüzde başkan seçilenler siyasi partilerin güdümünde hareket etmektedirler. Halkın ihtiyaçları doğrultusunda bir belediyecilik hizmeti yapılması gerekirken şehirler seçimi kazanan siyasi partilerin çıkarları doğrultusunda yönetilmektedir. Bu ise belediyelere ve dolaylı olarak partilere çok ciddi rant kapıları açıyor. Hele ki bu şehir 130 ülkeden daha büyük bir ekonomi hacmine sahip, dünyanın sayılı birkaç ekonomi şehirlerinden biri olan İstanbul olunca… Partilerin buraya neden önem verdiklerini anlamak hiç de zor olmasa gerek. Daha önce İstanbul’u yönetenler yetkilerini nasıl ki kendi parti üyelerinin çıkar ve hesabına istismar ettiler ise şu an yönetenler de aynı şeyi yaptılar ve yapıyorlar…

Emin olun ki bundan sonra yöneten kim olursa da aynı şekilde kendi yandaşını, partidaşını koruyacak, kollayacak. İstanbul’un menfaatlerini kendi çevresindeki bir avuç yandaşın avuçlarına koyacak. Her fırsatta belirttik yine belirtiyoruz ve bundan sonra da belirteceğiz. İslam beldelerinin ve Türkiye’nin sorunlarının çözümü nasıl ki İslam’da ise İstanbul’un sorunlarının çözümü de İslam’dadır. İslam’ın kadim şehrinin canına okuyan bu demokratik partiler ve rantçı yöneticiler bu şehri yönetemezler. Bu şehir Fatih gibi İstanbul sevdalılarını, Rasulullah’ın müjdesine nail olmak isteyen İstanbul sevdalılarını bekliyor. O gün yakındır, o gün ne Ak Parti ne CHP ne MHP ne de HDP gibi laik demokratik partilerin değil bizim bayram günümüz olacak inşallah. Onun için 23 Haziran’da ne olursa olsun İstanbul için değişen hiçbir şey olmayacak.