Köklü Değişim Medya tarafından dün (28 Nisan) düzenlenen “Toplumsal Değişimde İslâmi Camia ve Âlimlerin Rolü” paneli yoğun bir katılımla gerçekleştirildi.
Sunuculuğu Muhammet Mustafa Onuk tarafından yapılan panelde, İLKAV Ankara Şubesi Başkanı Emrullah Ayan da bir selamlama konuşması yaptı.
Ayan: "Misyonunun, Görevinin Farkında Olan Âlimlere İhtiyacımız Var!"
Emrullah Ayan, paneli organize eden Köklü Değişim Medya’ya, konuşmacı konuklara ve katılımcılara teşekkür ettiği kısa konuşmasında; toplumsal değişimin öneminden bahsetti ve peygamberlerin misyonuna benzer bir şekilde âlimlerin bu değişimde çok mühim bir noktada bulunduklarına işaret etti, şunları söyledi:
“Peygamberler kendi toplumlarında toplumlarına karşı bir ‘dur!’ söylemin nasıl bayraklaştırdılar ve bu konuda Rablerinden kendilerine bildirileni toplumlarına hiçbir şeyden çekinmeden götürmüşler ise, hiçbir menfaat beklemeden, hiçbir şeyden korkmadan nasıl götürmüşler ve bu tebligatlarında nasıl başarılı olmuşlarsa Müslümanlar da Müslümanların içerisindeki âlimler de bu görevi yerine getirmekle mükelleftirler. Âlim bozulmuşsa ıslah anlamında, İslam'ın öngördüğü anlamda bir değişim ve dönüşümü beklemek hayal olur. Çünkü âlimler dedik peygamberlerin varisleridir. Aynı görevin aynı misyonun mensubudurlar. Farkları, vahiy almamaktadırlar, peygamberler gibi. İşte bu görevin farkında olan âlimlere ne kadar ihtiyacımız olduğunu da yaşadığımız dünya gösteriyor.”
İki bölüm halinde düzenlenen panele değerli yazarlar Ahmed Kalkan, Şükrü Hüseyinoğlu, Hamza Er ve Musa Bayoğlu İstanbul’dan; Yılmaz Çelik ve Abdullah İmamoğlu da Ankara’dan konuşmacı olarak katıldı.
Panelin moderatörlüğünü Köklü Değişim Medya Ankara Temsilcisi Kadir Kaşıkcı yaptı.
Hüseyinoğlu: “28 Şubat Süreci Çoğu Müslümanı Sistem İçi Arayışlara İtmiştir!”
Kadir Kaşıkcı’nın birinci oturum konuşmacılarını takdim ve yerlerine davet etmesinin ardından “Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat Süreci” başlıklı konuşmasıyla Şükrü Hüseyinoğlu konuşmasına başladı. Hüseyinoğlu konuşmasında; 28 Şubat süreci ve bu süreç sonrasında Müslümanların ortaya koydukları hâl üzerinde bir değerlendirme yaptı.
28 Şubat sürecinin İslâm’ı ve Müslümanları hedef alan bir süreç olduğunu ifade eden Hüseyinoğlu, bu sürecin tarihî arka planına da işaret etti. Hüseyinoğlu şunları söyledi:
“28 Şubat deyince neyi ifade etmiş oluyoruz? 28 Şubat neydi? Önce bunu doğru bir şekilde tanımlamak gerekir ki gerek 28 şubat sürecinde ve gerek sonrası süreçte Müslümanların ortaya koymuş oldukları yaklaşımları doğru anlayabilelim. 28 şubat süreci bir anlamda laik düzenin 1950'li yılına kadar, 1923-1950 yıllar arasında uygulamış olduğu jakoben Fransız laikliğine bir dönme denemesiydi. Doğrudan doğruya İslam'ı bir bütün olarak hedef alan ve ortadan kaldırmaya çalışan bir yaklaşım. İslam'a doğrudan, cepheden bir karşıtlık ifade eden bir yaklaşımı malum ifade ediyordu. Hatta o dönem yani başat aktörlerinden biri olan Çevik Bir'in bir sözünü hatırlayalım. Ne demişti? ‘İslam'ın ılımlısı mılımlısı olmaz!’ demişti. Yani toptan, topyekun olarak İslam'ı ve kendisini ispat eden bütün çevreleri insanları hedef alan bir yaklaşımdı. Dolayısıyla 28 Şubat, dediğim gibi 1950'ye kadar Türkiye'de uygulanan bu despotik, İslam'ın tamamen hedef alındığı ve ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, bireysel anlamda ve kamusal planda yani toplumsal ortamda dahi İslam'a bir hayat hakkı vermemeye dayalı, İslam'ı ortadan kaldırmaya dayalı bir politikanın yeniden bir denemesi idi. Tabii bu politika ve aktörleri başarısız olunca yani sürdürülebilir bir yönetim ortaya koyamayınca biraz, gerek süreçte önemli etkileri olduğu bilinen -28 Şubat sürecinin kotarılmasında işte Washington’da, Pentagon’da falan yapılan toplantılar malum- yeniden 1950 yılı sonrası 2. Dünya Savaşı şartlarında gündeme gelen Anglosakson, anglo-amerikan sistemi yani laiklikte biraz daha ılımlı bir yaklaşımı ifade eden tarzın İslam dünyası için sürdürülebilir olacağı gibi bir kanaate varıldığını görüyoruz. Türkiye’deki toplumsal şartlarda yani 28 Şubat'taki bu despotizmi gören bunun acısını çeken ‘dindar çevreler’, ‘dindarlar’ da yani Özal döneminde vesaire yapmış oldukları rahatlığı talep ederek, buna yönelerek netice itibariyle iç şartlarla dış şartların doğurduğu bir AK Parti süreci oldu. Toplum ciddi anlamda buna yöneldi.
Şöyle diyelim: yani bu süreç; AK Parti süreci, yani jakoben laiklik süreci denemesinden üç-dört yıl süren ama başarısızlığa uğrayan, işte ekonomide, dış siyasette vs. sürdürülebilir olmayan bu süre sonrası gelen AK Parti süreci, iç dinamiklerle dış dinamiklerin aslında bir anlamda buluşması neticesi olan bir şey. Ve bunun, ‘ılımlı İslam-ılımlı laiklik’ dediğimiz bir modeli ortaya koyduğu malum. Yani özellikle Rand Corporation raporlarında falan da ifade edilen, İslam dünyasında yeni bir model olarak ‘ılımlı İslam-ılımlı laiklik’ sentezinde bir model. Bu neyi ifade ediyordu? İslam'ın bireysel ve toplumsal planda görülürlüğüne belli oranda izin veren, bunu tolere eden fakat laiklikle ortak nokta olarak da egemenlik ilişkilerine; siyaset, ekonomi vs. egemenlik, hükümranlık ilişkilerine İslam'ın, dinin müdahale ettirilmediği, karıştırılmadığı bir model uygulandı.”
Bu modellere Müslümanların yaklaşımlarının nasıl olduğuna değinen Hüseyinoğlu, Rasulullah ve Ashabının da benzer süreçleri yaşadığını söyledi. 28 Şubat sürecindekimi Müslümanların İslâmi çalışmalarını da daha dar alanlara hapsettiklerini ve sistem içi bir düzlemde birtakım çalışmalar yaptıklarını dile getiren Şükrü Hüseyinoğlu, “İslâmi mücadelenin temeli, esası ve ilk adımı hakla batılın arasının kesin olarak ayrıştırılmasıdır.” dedi.
“Bu esasın ben, Türkiye’de ve genelde İslam dünyasında kaybedildiğini, demokratikleşme ve ne yazık ki sistem içi düzleme yönelme sorunlarının yaşandığını düşünüyorum.” diyen Hüseyinoğlu, Müslümanların akidevi muhalefet yapması gerektiğini söyledi ve “Akidevi muhalefet, siyasi muhalefeti de zaten bünyesinde barındırır ama siyasi muhalefet, sistem içi bir muhalefeti ifade eder. Şu an Müslümanlar olarak ne yazık ki çoğunlukla akidevi muhalefet perspektifini terk edip siyasi muhalefet düzlemine yani işte STK’laşma, algımızı, mücadelemizi sistem içi boyuta indirgeme sorunu yaşadığımızı düşünüyorum. Bu sorunları bilen, bunun farkında olan, bu noktada İslami iddialarını perspektifini yani İslâm’ın hakikat ve hâkimiyet iddialarını sürdüren, bunda sebatkâr olan Müslümanlar da var elhamdülillah” diyerek konuşmasını sonlandırdı.
Kalkan: “Dava Adamı Konumundaki Cemaatlere, Hizb-Ut Tahrir'e Çok İş Düşüyor”
Şükrü Hüseyinoğlu’nun ardından konuşmasını yapan Ahmed Kalkan; konuşmasına, ilmin tanımı yaparak ve mahiyeti hakkında açıklamalar yaparak konuşmasına başladı. İlmin verilen bir şey olduğunu ve âlimlerin bunu kendi keyiflerince, hoyratça tüketemeyeceklerini söyledi.
“Malum, peygamberler mal-mülk miras bırakmazlar, onların bıraktığı; amel etmek için ilim, inanmak için iman, tasdik ettirmek için Kur'an hükümleri, uygulamak için şeriat, yeniden oluşturmak için İslâmi devlet ve Hilâfet’tir. Yine onlardan âlimlere miras olarak; insanları yalnız Allah'a kulluğa davet ve onları tağuttan sakındırmak Kur'an'ın da belirttiği Nebevi mirasların başında gelir.İnsanları İslam'da buluşturmak, Müslümanları cemaat, cemaati Ümmet, ümmeti de devlet haline getirmeye çalışmak Nebevi mirasın temel özelliklerindendir.” diyen Kalkan’ın konuşmasından bazı bölümler:
“İçinde yaşadığı dünyanın ve özellikle de içinde yaşadığı ülkenin ve yaşadığı zamanın sorunlarını iyi bilip onlara Kur'an ve Sünnetten yola çıkarak çözümler üreten kimsedir âlim. Yoksa bir zamanlar kendi dönemlerindeki problemleri çözen insanların sözlerini tekrar eden kimse değildir."
"Dinin özünü iyi bilmek şirkin her çeşidine karşı çıkabilmek, mevcut küfrü ve putları halka nefret ettirerek tanıtmak âlimin peygamberden aldığı mirasım özüdür. Bunlar olmazsa âlim de olmaz.”
“Tevhidin bireysel, ailevi, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuki her yönünü iyi tanıyıp topluma tanıtabilen kimsedir âlim. Tağutlardan, İslam dışı devletten beri ve uzak olan, onların kurum ve kurallarıyla birlikte her şeyini reddeden, başında Raşit halifeleri örnek alan bir halifesi bulunan İslam Devleti'nin nasıl geleceğini ve bu zulüm düzenlerinin nasıl yıkılacağını çok iyi bilen ve hayata geçirmeye çalışan kimsedir âlim. İçinde yaşadığı dünyayı, egemen güçleri, batıl ideolojileri yeterince tanımayan, onların zihniyetlerini, güç ve imkânlarını çok iyi bilmeyen, takip etmeyen kimse âlim değildir, benim gözümde. Müslüman ümmete, Müslüman cemaate, onların imkânlarını da sorunlarını da çok iyi bilip onlara yönelik çözümler getirmeye çalışan ve ufku açık olan, Allah'tan ümidini kesmeyen, gerçekçi verilere dayanan kimsedir, âlim. Yoksa kendi cemaatine veya derneğine kapanarak, eski kitapların tozlu sayfaları arasında kaybolarak, Arapça gramer tahlillerinde boğularak, Kur'an'dan, gerçek ilimden uzaklaşıp faydası olmayan gereksiz bilgilerin hamallığıyla yorularak, eski âlimlerin sözlerini tekrarlayarak, peygamberlerin mirasını babasının malı gibi yiyip bitirerek, maddi miras gibi onunla geçinerek âlim filan olunmaz. İnsanlar onca zulümle ezilirken, onca tuğyanla azgınlaşırken, diğer âlemlere reddiyeler yazmak, cemaatler arası uçurumları artırmak, vahdet için hiçbir adım atmayarak, Hilâfet için en küçük söylem ve eylemden uzak yaşayarak âlim olunmaz!”
“Demokratik, laik, Kemalist düzenin nasıl yıkılıp yerine İslami bir devletin ikame edileceğini halka öğretmesi gereken âlim denilen kişiler, bu zalim düzeni güçlendirecek şekilde konuşuyor ve koşuyor ise işimiz hiç de kolay değildir. Öyleyse olmayan kesimlere eleştiride bulunmaktan öte bize çok iş düşüyor dostlar! Bize çok iş düşüyor, size çok iş düşüyor, hepimize… Âlim zannedilen şahıslar başka şeylerle uğraşıyorsa dava adamı konumundaki cemaatlere, evet Hizb-ut Tahrir'e çok iş düşüyor demektir! Âlimlerin boşalttığı alanı da sen ve ben dolduracağız; ne kadar ilmimiz varsa… Müslüman cahil olmaz! Müslümana Kur'an cahil demez. O, bildiğinin âlimidir; bilmediğinin talebesidir.Özü bilmek esastır; ayrıntıları bilmek âlim olmak için hiç de önemli değildir. Çünkü her bilenin üstünde başka bir bilen vardır.”
“Gerçek âlim, ancak İslami bir devlette yetişir. Bugünkü devlet kalksın, kendisinin altını oyacak, devleti yıkacak gerçek âlimler yetiştirsin… Beklenir böyle bir şey? O yüzden bugün âlim dediğimiz insanlar gerçek âlim olmanın çok uzağında var ama inşallah bizler kendi görevlerimizi yerine getirerek o boşluğu dolduracağız.
Âlimlerin devlet kapılarına meyletmesi o kapılardan medet umması âlimlik ile bağdaşmayacak bir problem Aslında onlar Devleti denetlemesi gereken Devlet yöneticilerine bile tayin etme veya azletme yetkisine sahip olan insanlar onların emrine giren onlara yardakçılık yapan kesin âlim değil; onların üstünde olan kimseler, onları ziyaretine gitmeyi bile kapılarından içeri girmeyi bile gerçek âlimler ciddi manada ihanet olarak vurgulamışlar.Eğer âlimsedevleti denetlemesi, yöneticilerenasihat etmesi, onları uyarması;ama öyle basit uyarılarla değil, yaptıklarının Allah nazarında neye tekabül ettiğini firavuna giden Musa gibi, Ebu Cehillere anlatan Allah Rasulü gibi anlatmalı.”
“Zalim sultana hakkı haykırmak, âlimlerin değil de ya kimlerin görevi olacak. Cihadın en faziletlisini terk eden kimse nasıl Allahtan korktuğunu ispat edecek? İlim adamlarının, âlimlerin sorumluluğu elbette çok ağır arkadaşlar.
Küfür Devleti'nde yaşayan ulema sanki İslam devletinde yaşayan âlimler gibi davranırsa… Önce konumunu tespit edememiş demektir. Yani, İslam'ın hâkim olduğu zamanda âlimler nelerle uğraşmış? Bugün benim problemim değil bu.Onları o noktada örnek almak yanlış bir örnek almaktır bugün hayati bir problemimiz var: İslam'ın sosyal ve siyasal hayatta yaşanmasının mümkün olmayacak kadar zorlaştırılması! Bahar geldi… Müslümanca sokağa çıkın bakalım, kolaysa. Sokağa çıkma hakkımız bile, özgürlüğümüz bile yok ama affedersiniz yataktaki şeyin ayakta, sokakta yapılması devlet güvenliği altında rahat icra ediliyor. Faizsiz ticaretle uğraşın bakalım kolaysa…
Dolayısıyla önceliğimiz ne olmalı? Ama bugün âlimlerin önceliğine? Bunu iyi tespit etmek gerekiyor. Düzene karşı olan ve tevhidî bilince belirli oranda sahip çıkan ulemanın, birbirleriyle yardımlaşması işbirliğine gitmesi zaruri bir ihtiyaçtır diye düşünüyorum.”
Bayoğlu: “İslami Bir Kitle Davasını, Ölüm Kalım Meselesi Haline Getirmelidir!”
“Toplumsal Değişimde İslami Kitlelerin Vasıfları” başlıklı konuşmasında Musa Bayoğlu İslami kitleleşmelerde görülen hatalara ve sahih kitleleşmelerde bulunması gereken vasıflara değindi. Bayoğlu konuşmasında şu hususlara işaret etti:
“Kitleleşme, cemaatleşme veya partileşme -hangi isimle isimlendirilirse isimlendirilsin-, belli bir hedefi, belli bir amacı olan, fikirsel ve duygusal birlikteliğe sahip o amacı gerçekleştirmek için gayret eden, ceht gösteren İnsanların oluşturduğu topluluktur. Bir toplumun, bir ümmetin kalkınabilmesi için İslami kitleleşme, partileşme olmazsa olmazlardandır. Bir toplum, kitleleşmeden, partileşmeden, İslami bir çalışma yapılmadan asla birlikteliğe ulaşamaz,vahdet tesis edilemez, sahih irade ortaya konamaz, sahih uyanıklık oluşturulamaz, hedefe ulaşılamaz. Bu yüzden başarının anahtarı, İslami kitleleşmede, partileşmededir.
Bu açıdan belki Müslümanların içinde bulunduğu toplumlarda, özellikle son iki asırda, 1800'lü yıllardan sonra İslami çalışmalar haddizatında çok fazladır. Çünkü bu dönemde özellikle Hilafet Devleti'nin yıkılmasından sonraki süreçte, Müslümanların içinde bulunduğu toplumlarda büyük sıkıntılara şahitlik edilmiştir. Devletin zulmü, toplumdaki gelir adaletsizliğinin vakası, sosyal birçok konudaki çöküntü, belirli hakların elde edilememesi vs. nedenlerden dolayı insanlar kitleleşmeye, cemaatleşmeye yönelmişlerdir. Maalesef bu tarihî sürece baktığımızda, İslami kelimelerin genel olarak vakadan doğduğuna, tepkisel bir sonuç olduğuna,devamlı bir şekilde başarıya ulaşmaktan ziyade yine belirli vakalardan dolayı sönüp tükendiğine ve dağılıp yok olduklarına biz şahitlik ediyoruz. Bunun en temel faktörü her konuda olduğu gibi İslâmi kitleleşmede de şer’î hükümlerin, Kur'an ve Sünnet’in ortaya koyduğu esasların ölçü alınmamasıdır. Vakanın gerektirdiği nedenlerden başka, her akıl sahibi, bir toplumun kalkınmasının, toplumsal değişimin, inkılabi bir dönüşümün bir fert ile tek başına olmayacağına kanaat getirir. Bu açıdan bakıldığında örneğimiz, bu işi yapan, ilk kitleleşmeyi ve bu kitleleşmeyi başarıya götüren Efendimiz Aleyhi’sSalatuve’s Selam dahi gerek Mekke sürecinde gerekse de Medine sürecinde asla bir fert olarak tek başına bu yapmamıştır. Kaldı ki Rabbimiz de ayet-i kerimelerde kitleleşmenin farz olduğunu, en azından bir kitlenin İslam'a davet etme, emri bil maruf nehyi anilmünkerde bulunma noktasında gayret etmesinin farz olduğunu, bu farzın iade edilmediğinde bütün Müslümanların bu yüzden mesul olduğunu bizlere beyan etmiştir.
“‘Bu kitleleşmeler neden başarısız oldular?’ diye sorduğumuzda, öne çıkan dört ana faktörü şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi; bu kitleler İslam akidesini ve bu akideden doğan İslami fikirleri, çözümleri anlayamadılar, bunları küfür fikirlerinden, düşüncelerinden ve görüşlerinden ayıramadılar, bu konuda bir netlik oluşturamadılar ve bunu insanlara anlatmak konusunda İslam'ın hep belirli cüzlerini aldılar.Bu şekilde hareket etmeleri bu kelimelerin zaman içerisinde özellikle gayri İslami fikirlerin düşüncelerin İslam ümmetine yerleştirilmesi konusunda maalesef olumsuz bir etki oluşturdu.
“Bu kitleleşmelerin başarısızlığındaki ikinci faktör ise metot konusudur. Genellikle -istisnalar kaidei bozmaz, onları bir tarafta tutuyoruz- İslami kitleleşmeler, sadece Türkiye'de değil hemen hemen dünyanın her yerindeki İslami kitleleşmelerin çoğunun maalesef bir metotlarının olmadığına şahitlik ediyoruz. Bulunduğu hâl ve gitmek istediği yere nasıl ulaşılacak? Bu konuda bir hazırlığın, bir çalışmanın olmadığına şahitlik ediyoruz. Bu da Müslümanları başlangıçtaki durumlarından daha sonraki süreçlerde çok farklı bir yola, çok farklı bir metoda sürüklediğine yine şahitlik ediyoruz. Bunu örneklemek açısından bir vakayı zikredelim: Suriye'de, İslami çalışma yapan bir yapı, bu konuda belirli bir metodu elde etmediği ve bunu yani kendi cemaat mensuplarına, kitlesine anlatmadığı için ilk dönem çok sıkı bir eğitim metodundan, sıkı bir elemeden sonra örgütlenirken daha sonraki süreçte sistemin o kitlenin başındaki yönetimindeki insanlara hamlesiyle beraber kitlenin içindeki insanlar şöyle dediler: ‘Biz çok azdık. Biz çok fazla olsaydık,sayımız artmış olsaydı, bize sistem bu şekilde davranamazdı. O zaman biz sayısal anlamda daha fazla olmalıyız; eleman girişini, eğitim metodunu, insanlarla olan ilişkilerimizi farklılaştırmalıyız’ dediler ve bu yöntemlerini değiştirdiler. Sayıları çok arttı ama daha sonra bir araya gelip oturduklarında herhangi bir konu hakkında bir fikir, görüş birliğine varamadılar. Küçücük bir konuda bile herkes ayrıştı yani ortak noktalarda dahi kendi kitleleri içerisinde buluşamadılar. İşte bu, metot sorunudur.
Bunu bütünsel anlamda düşündüğümüzde, maalesef metot konusunda Müslümanlar çıkış kaynakları nereden olursa olsun eğer sahih bir metotları, Kur'an ve Sünnet süzgecinden geçmiş bir metotları yoksa geldikleri nokta maalesef ya sistemin dışına itilmek; silahlı bir mücadele yapmayı tercih etmek ya da sistemin içerisine entegre olmak; demokratik arenalarda kendi fikir, düşünce venizamlarından vazgeçerek sistemin düşünce ve fikirleri gölgesi altında onlara tâbi olmayı tercih ettiklerine şahitlik ediyoruz.
Diğer konu; bu kitleleşmeleri ayakta tutacak liderlere, -biraz önce Ahmed Hocamın bahsettiği şekliyle- âlimlere ve bu kitleyi devam ettirecek insanlara sahip olmadıkları için zaman içerisindeki kitleleşmeler kendi içerisinde sorun yaşadılar; ailevi, şahsiyet, çıkar, menfaat sorunlarından dolayı insanlar nezdinde kitleleşmeye maalesef olumsuz bir bakış oluşturdular.
Kitleleşmelerin son olumsuz örneği şu: Bu iş kitleyle olacak, bu iş cemaatle olacak veya partiyle olacak bunu gösterdi ama bu ümmetin enerjisini bu ümmetin İslam’dan kaynaklanan toplumsal ruhunu da maalesef heba etti. Her İslam adına ayağa kalkan,‘Ben ne yapmalıyım?’ diyen insanlar bu kitlelerle karşılaştılar ve bu kitleler onlara;ikiyüzlü olmayı, toplumla değil, küfürle değil, belki bireyle, belki kendi nefsiyle, belki kendi ailesiyle uğraşmasını, zamanın değiştiğini, ahir zaman olduğunu, imanı kurtarmanın yettiğini ve sahip söylediler ve İslam’dan kaynaklanan İslam'ın ortaya koyduğu toplumsal ruh maalesef bu alanda, bu kitlelerin eli ile heba edildi.
Peki, İslami bir kitle hangi vasıflara sahip olmalı? Birincisi şu kardeşler: İslami bir kitlenin hedef olması lazım. İslami bir kitlenin hedefi, İslami bir hayatı başlatmak ki bu ancak İslam Devleti, Râşidî Hilafet’i kurmak da mümkündür. Eğer bir kitlenin hedefi İslami bir devleti kurmak, Râşidî Hilafet’i kurmak değilse o kitlenin hedefi Nebevi metot üzere değildir ve bu kitle her ne olursa olsun başarısızlığa mahkumdur. Çünkü İslam, sadece kitapların arasında kalan sadece sohbetlerde anlatılan veya dillerde lafız olarak zikredilen bir din değildir. Aksine İslam,ruhi ve siyasi bir akidesi olan, fikirleri ve nizamı olan, hayata müdahale eden bir nizamdır, ideolojidir. O yüzden, İslam nizamının yeryüzünde tatbik edilmesi ancak kitleler eliyle mümkündür. Bunun en güzel örneği numunesi Allah'ın Rasulü Aleyhi’s Salatu ve's Selam ve Mekke'deki mücadelesidir.”
“Kitleleşmenin ikinci ana noktası: Kitleler, sahih uyanıklığa sahip olmalıdır. Yani her konuda her problemde her sorunda mutlaka Kur'an ve Sünnet'e dönmelidir. Şartlar ne kadar değişirse değişsin bir kitle bekasının, devamlılığının ancak ve ancak İslam'a tâbi olmakla, Allah Rasulü Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın hareket metoduna uymakla, İslam’dan taviz vermemekle mümkün olduğunu bilmek zorundadır. Bunu bilmeyen, bu şekilde hareket etmeyen hiç bir kitle sahih bir uyanıklığa sahip değildir ki, İslam'ın düşmanları çoktur, bu uyanıklığa sahip olmayan kitleler, zaman içerisinde aldatılırlar.”
“Bugün maalesef biraz önce bahsettiğim demokrasi veya laiklik konusunda; laiklik, Müslümanlar nezdinde dinsizlik, sekülerizm olarak anlaşılmıştır ama bugün Laiklik, ‘bütün dinlere eşit davranmaktır’ veya ‘inanç özgürlüğü’ denmeye kadar gitmiştir. Bütün Müslümanlar, cemaatler, geçmişte Ümmet vasfını ön plana çıkarırken bugün maalesef İslami kitlelerin çoğunda maalesef milliyetçiliğin zuhur ettiğini, ulusalcılığın zuhur ettiğini, belli bölgenin bayraklarının, anayasalarının, kanunlarının, liderlerinin ön plana çıkartıldığını görüyoruz. İşte bütün bu nedenler aslında sahih bir uyanıklığın olmamasından kaynaklanıyor.
Diğer madde: İslami bir kitle davasını, ölüm kalım meselesi haline getirmelidir. Çünkü bu dava bizden bunu istiyor. Dava en öncelikli konu olmalıdır. Bir kitle, İslami davayı en öncelikli meselesi haline getirmişse, kendi kitlesindeki insanlara ve hitap ettiği topluma, liderliğini almak istediği, değiştirmek istediği topluma bu ölüm kalım meselesini anlatmışsa işte bu kitle, sahih esaslar üzerinde davasını taşıyor demektir. Maalesef bugün yine biz İslami kitlelerde, İslam davasının bir hobi faaliyeti haline geldiğini, memur zihniyeti üzerinden belirli alışkanlıklarla devam ettirildiğini, hedeflerden, amaçlardan yoksun kaldığına şahitlik ediyoruz.
“Son madde: İslami bir kitli fikrî ve siyasi bir mücadele ortaya koymalıdır. Fikrî mücadeleden kastettiğimiz şu: İslam, bütün sorunlara dair çözümler üretmiştir; gerek akide konusunda, gerek insanlar konusunda. Siyasi bağlamda da İslam'ın ortaya koyduğu bakış, tevhit, bütün alanlarla alakalı çözüm sunmuştur. Bugün kitleleşmelerin maalesef, İslam’dan bir parça, bir cüz olan belli konularda yoğunlaştıklarına biz şahitlik ediyoruz. Mesela, sadece imana davet eden, sadece ilme davet eden, sadece Kur’an’a davet eden, sadece ahlaka davet eden, sadece siyasete davet eden gibi çalışmalar, bu kapsamda hatalıdır. Fikir ve siyaset üzerinden kitle, toplumu değiştirmeye çalışmalıdır. Bu konuda bütün çözümlerini kitle oluşturmalıdır.”
“İslami bir kitle, nasıl ‘Allah var!’ diyorsa o Allah'ın hayattaki varlığını da, Allah'ın emir ve nehirleri üzerinde insanlara göstermelidir. Bugün bu toplum, İslam'a iman ettiği halde niçin, var olan küfür rejimlerine, sistemlerine sessiz kalmaktadır? Niçin bu toplum, bir sorun olduğunda, bir problem olduğunda ‘İslam bu konuda ne diyor?’, ‘Rabbimiz ne diyor?’, ‘Peygamber ne diyor?’… niçin bu soruyu sormamaktadır? Bu, toplumun suçu olmakla beraber bu toplumu deruhte eden, liderliği almaya çalışan kitlelerin, cemaatlerin, âlimlerinde bir problemidir.”
“Diğer konuda yani fikrî mücadelede de; bütün sorunlarla alakalı çözümleri olması lazım ve bu topluma bu çözümleri bu kitlelerin anlatması lazım. Eğer anlatılabilirse ben inanıyorum ki bu toplum yani İslam ümmeti, İslam'ın ortaya koyduğu akide ve nizamlara Allah'ın izniyle dönecektir. Kitleler, Allah'ın izniyle başlangıçlarından İslam Devleti'ne giden yolda İslami bir hayatı başlatma yolunda, hayırlı bir sonuca ulaşacaklardır.”
Sinevizyon
Birinci oturumun ardından verilen ara sonrası ikinci oturuma geçildi. Sinevizyon gösteriminin ardından Moderatör Kadir Kaşıkcı ikinci oturum konuşmacılarını yerlerine davet etti.
Er: “Biz Toplumun Diğer Bütün Fertlerinin Gönlünü Kazanmak İçin Varız!”
İkinci oturumun ilk konuşmacısı olarak Hamza Er, “Olumsuz Kitleleşmeler Hakikatten Uzaklaştırmamalı” başlıklı konuşmasını gerçekleştirdi.
Hamza Er konuşmasında, toplumsal dönüşüm çabasının insanın anlam arayışı alanına giren bir konu olduğunu ve insanın hayatı anlamlandırmak için çeşitli birlikteliklerle bu anlayışını diğer insanlara ulaştırmak istediğini söyledi. Toplumda kendi ideolojisi, kendi değerleri doğrultusunda yön vermek için bir araya gelen Müslümanların da temel değerleri olan tevhit, adalet, iman kardeşliği, iman bilinci, merhamet, cömertlik, paylaşım noktasında bir çaba içerisinde olmalarının da gayet doğal olduğunu ifade eden Er, Müslümanların bu değerleri hâkim kılmak için çaba harcamayı aynı zamanda bir ibadet olarak gördükleri için yaptıklarını söyledi. Böylece Müslümanların uygulamaya çalıştıkları değerlerin toplumsal anlamda yaşanmasıyla, uygulanmasıyla hem ibadet ettiklerini hem kulluklarını yerine getirdiklerini ve bununla beraber dünyanın bir selamet, bir esenlik diyarı olmasına vesile olduklarını ifade etti. Ebedi âlemdede Allah'ın rızasını kazanma gayesinin Müslümanları harekete geçiren en önemli etken olduğunu söyleyen Er İslami cemaatin sorumluluğunu şu cümleler ile dile getirdi:
“İslami cemaatin, İslami topluluğun temel farkı budur: Müslüman önce inandığı değerleri hayatına geçirir, yaşar, şahitliğini yapar, ondan sonra bu değerlerin toplumsal anlamda görünürlüğünü ortaya koyduktan sonra yeryüzünü Allah'ın boyasıyla boyayabilmek için bir mücadele içerisinde olur. İşte tarih boyunca gördüğümüz, gözlemlediğiniz çabalar karşımıza deminden beri konuşulan cemiyet, cemaat, hareket olarak görülmeli. Bu önemlidir. Bu bir görevdir. Bu bir vazifedir. Bu olmazsa olmazımızdır. Allahu Teâlâ bunu bize, 'yaparsanız yapın, yapmazsanız yapmayın' kabilinden bizim bireysel inisiyatifimize bırakmamıştır. ‘İçinizden iyiliği emreden kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler onlardır’ demiştir. ‘Muhammed Aleyhi’s Selam size şahittir, sizde ümmete şahitsiniz’ demiştir; Hac Suresi'nin 78. Ayet-i kerimesinde. Yani inandığınız ve iman ettiğimizdeğerlerin gönüllü görünürlüğünü, nasıl yaşanabilirliğini topluma gösterecek modeller olmanız gerekir, der.”
*“Bu değişim tepeden inmeci bir tabela değişikliği ile veya salt tabansız, halksız bir rejim deklarasyonu yapmakla yani ihtilalî çabalarla, toprak alımları, toprak kazanımları ve orada kurulan askerî hakimiyetlerle gerçekleşmez. Toplumsal değişimlerden kastettiğimiz bizim bu değildir.”*diyerekhalkların da bu değişim çabasında bulunması gerektiğini söyledi.
“Biz toplumun diğer bütün fertlerinin gönlünü kazanmak için varız! Onları ikna etmek için varız.” diyen Er, Rasulullah’ın ve Ashabının bulundukları topluma önce güven verdiklerini bizlerin de bugün böyle yapmamız gerektiğini söyledi.
Hamza Er devamla; *“Tarih sahnesinde gördüğümüz bu çabalar maalesef her zaman bir cazibe merkezi olmamıştır. Hedef sapması, ilke sapması yöntemsel evrilmeler, usuli tezatlıklar İslam adı altındaki oluşumlara karşı güveni azaltmış, toplumun -bugünkü modern tabirle- ‘din yorgunu’, Müslümanlara, toplumlara güvenmeme, evlatlarını artık oralara göndermeme, kendisi mesafeli yaklaşma gibi sonuçları oluşturmuştur.”*diyerek özetlediği ve devamında ifade ettiği olumsuz örnekliklerin Müslümanları davalarından ve İslami hayatı oluşturma gayretlerinden uzaklaştırmaması gerektiğini ifade etti.
Çelik: "Âlimlerin Doğru ve Düzgün Olması Halinde Toplumun da Düzgün Olması Muhakkaktır."
Hamza Er’in ardından söz alan Yılmaz Çelik de “Münakaşa, Cedel ve İttifakta Güzel Örneklik” başlıklı bir konuşma yaptı. Konuşmasında toplumun şekillenmesinde alimlerin rolüne değinen Çelik, alimlerin örnekliğiyle yapılan münakaşa, cedel ve ittifaka dair hatırlatmalarda bulundu. Çelik konuşmasının bir kısmında şunları söyledi:
“Bugün yokluğunu hissettiğimiz alanlardan bir tanesidir onlar yani âlimler düştüğünde âlemin ve ümmetin düşeceği bilinci içerisinde idiler, bu bilinçle hareket ediyorlardı. Ben âlimin düşmesiyle ümmetin düşeceğini çok kısa bir örnek üzerinden size açıklamak istiyorum. Bir gün İmam-ı Azam Ebu Hanife yolda yürürken bir çocuğun çamura düştüğünü görüyor ve o çocuğa nasihat babında bir daha düşmemesi için daha dikkatli yürümesini söylüyor. Çocuk bunun üzerine, İmam-ı Azam'ın da tesiri altında kalacağı şu muhteşem, dehşet cevabı veriyor: ‘Ey İmam! Benim düşmem bir şey ifade etmez ve ben düştüğüm zaman tekrar kalkmasını da bilirim ama sakın ola ki İmam siz düşmeyin! Çünkü eğer sen düşersen, âlem düşer ve Ümmet düşer!’ Bakın bu çocuğun seneler önce yıllar önce taşımış olduğu bu duyguyu, bu tedirginliği biz bugün -tabiri caizse- iliklerimize kadar hissediyoruz.
Kerim kardeşlerim, bugün gerçekten yokluğunu hissettiğimiz alanlardan biri kaht-ı ulema yani ulema kıtlığıdır. Yani muttaki âlimlerin yokluğudur. Mademki Efendimiz Aleyhi’s Salatu ve’s Selam bu âlimleri sıfatlandırırken, bu âlimlerin toplum üzerindeki ağırlığından bahsetti. Çünkü bu âlimlerin doğru ve düzgün olması halinde toplumun da düzgün olması muhakkaktır. Ama günümüze baktığımız zaman muttakiâlimlerin yokluğunu görmekteyiz, hissetmekteyiz.”
“Ulemanın ya da âlimlerin bir sıfatı daha vardır. Rabbimiz Subhanehu ve Teâlâ Kur’an-ı Kerim'inde bir ayette şöyle buyurmaktadır: ‘Benden en çok korkanınız sizin âlimlerinizdir!’ Niçin âlimler en çok korkanı? Çünkü onlar, hakkı izah etmeden ümmete ve liderlik etmede -tabiri caizse- bir kandil, bir fener aydınlatmada, hakkı söylemede asla ve kat’a geri adım atmamışlardır. Bu yüzden Rabbimizin deyimiyle âlimler bugün en çok korkandır. Kimden? Rablerinden, Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan. O yüzdendir ki bu âlimlerin görevi, misyonu bizim açımızdan ve ümmet açısından çok net bir şekilde açıklanması ve değerlendirmesi lazımdır.
Tabii ki âlimler bu görevini yerine getirirken, her zaman için 1300 senelik İslam tarihine baktığımız zaman yani bugünkü âlimlerle bir kıyas yoluna gittiğimizde âlimlerin toplumdan ne kadar uzak olduğunu, ne kadar koptuğunu görebiliriz. Ama 1300 senelik İslam tarihindeki âlimlerin örnek yaşayışlarına baktığımız zaman şöyle net bir fotoğrafı görmemiz mümkündür: o âlimler her zaman bu toplumun yanında olmuşlardır. Hakkı söylemede, toplumun musibet anlarında, felaket anlarında asla ve kat’a toplumu yalnız bırakmamışlardır. Onlar her zaman için topluma örneklik etmede, liderlik etmede toplumun bir adım önünde olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki çok ağır bedeller ödemişlerdir. Yani bugün birtakım âlim sıfatına sahip olan insanlara baktığımızda, tamamıyla statükoyu koruyan, tamamıyla yöneticilere yağcılık çeken bir konumdadırlar ama geçmiş âlimlerdeki özellikler, eğer şu anki ilim sahibi ya da toplum üzerinde liderlik eden insanlarda olmuş olsaydı emin olun belki de bizler bugün toplumdan bu kadar şikâyetçi olmayacaktık.”
İmamoğlu: "Müslümanlar Dili Kur’an’la Islanmış, Fikriyatı ve Zihniyeti İslâm’la Donanmış Öncü Âlimlere Hasrettir!"
Panelin son konuşmacısı olarak söz alan İlahiyatçı Abdullah İmamoğlu ise “Günümüz Âlimlerine Düşen Büyük Sorumluluk” bağlamında bir konuşma yaptı. İmamoğlu’nun konuşmasından bazı pasajlar:
“Toplumsal manada Rabbimizin razı olmadığı bir ortamda yaşıyoruz. Yine toplumsal manada münkerlerin, haramların ve Rabbimizin ne kadar razı olmadığı türden amel varsa hayatımızı çepeçevre kuşatmış bir vaziyette.
Yani Allah’ın razı olmadığı bir atmosferde nefes alıp veriyoruz. Biz böyle değildik. Tarihimizde Rabbimizin razı olduğu bir hayatta yaşıyorduk.
Peki, bu ne ile alakalı? Biz geçmişte bunu neyle başardık? İzzetliydik, güçlüydük ve ötesi Allah’ın rızasına uygun bir hayat yaşıyorduk… Ancak nasıl oluyordu bu?
Tabi ki en temelde yönetimsel yani Hilafet’in vardı ve bunun yanında muttaki alimlerin vardı…
Zalim sultanı memnun edecek fetvalar vermesi kendisinden istenildiğinde değil zalimi memnun edecek fetvayı vermek, o zalim yönetici benden cami direklerini saymamı istese kabul etmem diyen Ebu Hanife gibi muttaki alimlerimiz vardı.
Sırf Allah’tan hakkıyla korktuğu için; her kim benden şu tarihli şu fetvayı duydu ya da okuduysa bilsin ki o fetva şeriata uygun değildir, yanlıştır. Dolaysıyla onu terk etsin” çağrısını sokak sokak gezerek yapan iz bin Abdisselam gibi alimlerimiz vardı.
Kendisinin zindandan çıkabilmesi için takiyye icabet etmesi önerildiğinde; “cahil zaten cahil, alimlerdetakiyyeye icabet edecek olursa hak ne zaman ortaya çıkacaktır” diyerek haktan zindanlarda kalmak pahasına da olsa vazgeçmeyen Ahmed bin Hanbel gibi alimlerimşz vardı.
Yöneticilerin haçlılarla yaptığı anlaşmayı işittiği anda hemen yöneticinin huzuruna çıkıp; Allah’ın düşmanları ile anlaşma yapmanız haramdır” diyerek korkusuzca hakkı haykıran ve hakkı söylediği için sürgün edilen alimlerimiz vardı.
Düşmanlarım bana ne yapabilir ki? Ben Cenneti yüreğimde taşıyorum. Nereye gidersem o benimle gelir. Bilesiniz ki; hapsedilmem halvetimdir. Sürgünüm hicretimdir. Öldürülmem şehadetimdir diyerek bütün benliğiyle zalimlere ve müstekbirlere meydan okuyan alimlerimiz vardı.
Söyle ey alim benim hakkımda ne düşünüyorsun diye soran zalim yöneticiye; sen Allah’ın kitabına muhalefet eden ve böylece kendini cehenneme sokacak işler yapan birisin diyerek hakkı haykıran ve hak sözünden ötürü şehadete yürüyen alimlerimiz vardı.
“Batılda baş olmaktansa, hakta kuyruk olmayı tercih ederim” şiarıyla hakikate ulaşmayı ve hakikat ile amel etmeyi hayatının gayesi hâline getiren, heybesini haktan başka bir şey ile doldurmayan Ahmed Bin Hanbeller, İmam Ebu Hanifeler, İmam Şafiler, Şeyh İbniTeymiyyeler ve AbdulAziz el-Bedrîler gibi âlimlerimiz vardı.”
“Alimlerin toplum üzerindeki etkisi ve kanalize etmedeki gücünü bir örnekle ifade etmek isterim.
İzz Bin Abdisselam’ın sultanlar karşısındaki dirayetini ve şecaatini anlatan başka bir misal paylaşmak isterim. Şeyhin cenazesine Mısır ve Şam Sultanı Zahir Rükneddin Baybars (ö. 676/1277), emirler, askerler, kadılar, âlimler ve halktan büyük bir topluluk katılmıştır. Bu büyük kalabalığı gören Sultan Baybars, “Şüphesiz iktidarımın temelleri bugün daha da sağlamlaşmıştır. Çünkü herkesin kendisine başvurup sözünü dinlediği bu yaşlı âlim bir işaretiyle bile tahtımı devirebilirdi” diyerek onun geniş halk kitleleri üzerindeki etkisi sebebiyle sultanlar nezdindeki otoritesini itiraf etmiştir. Hatta tarih kitaplarında Baybars’ın şeyhi sürgün etme kararı aldığında geniş halk kitlesinin şeyhle birlikte hareket etmesi, hatta bazılarının saraya yürümesiyle Baybars’ın, gelip elini öpmesi durumunda sürgün kararından vazgeçeceğini söylemesi üzerine Şeyhin cevabı tam da Sultanu’lUlema’ya ve şanına yakışır türdendi: “Bırak senin elini öpmeyi elimi öpmenden bile razı gelmem.”
Âlimlerin toplum nazarındaki konumuna dair nassların bazıları şöyledir:
Allah Subhânehu ve Teâlâ âlimler hakkında şöyle buyurmuştur:
إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ العُلَمَاءُ
“Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan(hakkıyla) korkar.”[Fatır Suresi]
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ise âlimleri şu sözleriyle betimlemiştir:
العُلَمَاءَ وَرَثَةُ الأَنْبِيَاءِ
“Âlimler enbiyanın varisleridir.”[Ebu Davud, Tirmizi]
Müslümanlar artık Batı’nın değil İslâm’ın aşığı âlimler görmek ister.
Batılı kâfirlerin değil, Allah’ın istediği şekilde hükümler veren âlimler görmek ister.
Müslümanlar dili Kur’an’la ıslanmış, fikriyatı ve zihniyeti İslâm’la donanmış öncü âlimlere hasrettir.
Ama maalesef bugün tam aksine Allah’ı razı edecek fetvalar değil, zalimleri ve Allah düşmanlarını sevindirecek fetvalar veriyorlar.
Laikliği sevdirecek ve meşrulaştıracak fetvalar verir oldular…
Amerika tipi başkanlık sistemini Hilafet’e benzeten fetvalar verir oldular…
Demokratik parlamenter sistemi desteklemenin yeri geldiğinde vacip olduğunu söyler oldular…
Hakkı haykırmalarını beklediğimiz âlimler demokrasinin şura olduğu fetvasını verir oldular.
Laiklikle yöneten liderlerin desteklenmesi gerektiğinin fetvasını verdiler.
Laik devlete ve yöneticilerine yaranmak için hakkı batılla karıştırdılar. Halbuki Allah bunu haram kılmış Bakara suresinde şöyle buyurmuştur:
وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ
“Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin.”
Şam'da Melik Salih İmaduddin İsmail, haçlılarla anlaşma yaparak Sakîf, Sayda, Safd ve bazı kaleleri onlara bıraktığında aynı şekilde Haçlıların Şam'a girip silah almalarına izin verilince şeyh, silah satışının haram olduğuna hükmedip yapılanın haram olduğunu sultanın yüzüne haykırdı. Bununla da yetinmeyen İzz bin Abdisselam esnafları bir bir gezerek şöyle bir fetva yayınladı: “Bugünden sonra topraklarımıza girip çıkan Haçlılara hiçbir şey satılmayacak ve hiçbir şey alınmayacaktır.”[6] Hatta kılıç üreten esnaflara giderek özellikle onlara Haçlılar için kılıç yapmanın ve satmanın haram olduğu fetvasını verdi ve bu hususa dikkat etmeleri gerektiğini telkininde bulundu. Buna riayet etmedikleri taktirde Allah katında zulme ortak olmaktan ötürü zalim olacaklarını açıkça beyan etti. Aynı günlerde bir terzi, “Ey şeyh, Haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben Haçlılara elbise dikersem zulme ortak olur muyum?” diye sorar. İz bin Abdisselam’ın cevabı keskindir: “Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen zalimin ta kendisi olursun.”
Âlim hakkı söylemekte sebat etmelidir. Neden? Çünkü davası İslam’dır. O İslam âlimidir.
Biliyorsunuz, Ahmed Bin Hanbel “Kur’an mahlûktur” tartışmalarından ötürü bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldı; hapsedildi, eziyet ve işkence gördü. Oğlu anlatıyor ve diyor ki:
“Babamdan, ‘Allah’ım Ebu Haysem’i bağışla, affet’ şeklinde dua ettiğini çok duyardım. Bu kişiye çokça dua ederdi. Bir gün Ahmed Bin Hanbel’in oğlu Abdullah sordu: Ey babacığım kimdir bu Ebu Haysem? İmam anlatmaya başladı; hapiste olduğum bir gün yine beni kırbaçlamaya götürüyorlardı ve arkamdan birisi omuzumdan tuttu ve asıldı. Sonrasında sordu dedi ki; beni tanıyor musun? İmam dedi hayır. Ben Ebu Haysem’im. Namı diğer hırsız, arsız, kaçakçı Ebu Haysem. Müminlerin emîrinin divanında benim toplamda 18 bin kırbaç yediğim yazılıdır. Farklı farklı aralıklarla 18 bin kırbaç yedim ama ben bu kırbaçları “batıl yol” uğrunda yedim, şeytana itaatte yedim, Allah’a masiyette yedim ama yine de vazgeçmedim. Dünya nimeti hatırına sabrettim. Sen ki Allah yolundasın, hak dava uğrundasın öyleyse sen haydi haydi sabret ey İmam. Ebu Haysem’in bu sözlerini kırbaç yediğim sıralarda hep hatırladım ve hatırıma getirdim, sabrımı ve azmimi artırdı.”
Panelden Kareler: