Soruşturma: İslam ve Siyaset - 2
07 Kasım 2019

Soruşturma: İslam ve Siyaset - 2

Köklü Değişim Medya

Köklü Değişim Medya

Köklü Değişim Medya olarak, “İslâm Siyaset Düşüncesi” kapsamında yaptığımız “İslâm ve Siyaset” başlıklı soruşturmamızın ikinci katılımcısı Ahmed Kalkan oldu.

Eğitimci, Yazar Ahmed Kalkan’ın sorularımıza verdiği cevapları istifadenize sunuyoruz.

~~~

•SORUŞTURMA

Konu: İSLÂM ve SİYASET

Katılımcı: Ahmed KALKAN

**Batılı siyaset sadece kendini değil tüm dünyayı bir çok alanda çıkmaza, kaos ve felakete sürükledi. İslâm Siyaset Düşüncesi 21. yüzyıl ve sonrasında dünyaya liderlik edebilir mi?

Bismillâhirrahmânirrahîm...

*“İslâm Siyaset Düşüncesinin 21. yy. ve sonrasında dünyaya liderlik edemeyecek olması iddiası”*nın en küçük doğru bir gerekçesi olamaz. Elbette liderlik edebilir, hatta etmelidir. İslâm dışı siyaset, insanlara değişik yönlerden zulmeder.[1] Onun için bu tür zulüm siyasetlerinin hâlâ yürürlükte olmasıdır esas yanlış ve tuhaf olan. Gücümüzün yettiği oranda gayri İslâmî siyasetlerin zulmüne müdahale edip engelleme hakkımız ve görevimiz vardır.

İslâm’ın hiçbir kurumu, sadece belirli zamanlarda yaşanıp bir daha hayata dönemeyecek ceset değildir. Yine, hiçbir esası, insanları fikir ve hayal dünyasında gezintiye çıkaran felsefî ütopya şeklinde kabul edilemez. İslâm, her şeyiyle bir hayat nizamıdır. Evrenseldir; her coğrafyada ve her zaman diliminde tatbik edilebilecek yapıdadır. “Halifelik de, tarihî bir kurum olarak ne kadar cazip ve muhteşem olursa olsun, bugünkü ve yarınki insana vereceği fazla bir şey yoktur” diyen kimse, İslâm’ı anlamamış demektir. Hilâfet, Rasulullah’ın ahirete irtihalinden 1924 yılına kadar tam 1293 yıl Müslümanları kendi etrafında toplayan mıknatıslı bir sancak olmuştur ve daha nice yıllar aynı görevi üstlenecektir.

Câhiliyye egemenliklerini tarihte defalarca çöpe atarak mazlumları kurtaran risalet ve (son Rasul’den sonra da) hilâfet kurumu, modern câhiliyye zulmü altında kıvranan dünya için yegâne alternatiftir. Batı uygarlığı adındaki ihtiyar cadının maskesi düşmekte, sırıtan makyajı arkasındaki çirkin suratı, kendi âşıkları tarafından bile görülebilmektedir. Kendi gayrimeşru çocuğu Komünizm karşısında bile kaç defa köşeye sıkıştırılıp başındaki hakeme sayı saydıran, yapay hormonlarla beslenip yasak doping ilaçlarıyla maça çıkan bu şikeci boksör, gerçek rakibiyle karşılaşmaktan korktuğu için onun ringe çıkamayacağına, sarhoş ettiği seyircileri inandırmak istiyor.

Hilâfet; “İslâm birliği”, daha doğrusu “Müslümanlar birliği” demektir. İdeal olan tek devlet, tek lider anlayışının hayata geçmesi olmakla birlikte; geçiş döneminde (hatta kalıcı olarak) bu “tek”lik, olmazsa olmaz değildir. Önemli olan tek güç olmak, hedef birliği içinde organize olabilmektir. Bu, kolektif şekilde federatif biçimde de olabilir. Önemli olan bey’at denilen özel bir seçim usulüyle işbaşına gelip, şûra prensibini ihmal etmeden, insanlara tek adâlet ölçüsü olan Allah’ın indirdikleriyle hükmetmektir. Hilâfet düşüncesi, artık bir daha hayata geçemeyecek hayalî bir düşünce değildir. Kâinatı, içindekileri ve yaratıkların işleyiş kanunlarını yaratan zatın kitabı olan Kur’an’ın projeleri, hayata geçirilebilecek projeler, kurtuluş reçeteleridir. Hiçbiri ütopik ve ayağı yere basmayan uçuk teori ya da artık devri geçmiş eskinin değeri değildir. Miladi 7. asrın başlarında, medeniyet ve dünyevî etkinlikten uzak bir yörede yükselen nebevi mesaj, o devirde hemen hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği en büyük devrim ve en güzel toplumsal değişimi çok kısa bir zamanda gerçekleştirmedi mi?

Örneği direkt konumuzla ilgili verelim: 1900’lerin başında halifeliğin kaldırılıp yeni bir dirilişe kadar tümüyle tarihe terk edileceğini kaç kişi hayal edip dillendirebiliyordu dersiniz? Okullarda okutulan tarihe bakarsanız, Yavuz’un Mısır’a gidip Müslümanlarla savaşarak kılıç zoruyla hilâfeti Osmanlılara getirmesi de, bir Osmanlı paşasının eline fırsat geçtiği ilk anda, meclisten kanun çıkartarak “dünya Müslümanlarının sosyal ve siyasal liderliği”ni, böylesi önemli bir gücü tarihe gömmesi de zafer olarak anlatılır. Her ikisi de devrimdir. Her ikisi de yavuzluktur. Peki, “yavuz hırsız” kimdir, resmî tarih anlayışına göre, orası meçhul.

Hilâfet bir hayal değil, Kur’ânî bir gerçekliktir. Kur’an bizim yeryüzünün halifesi olmak için yaratıldığımızı vurgular.[2] Allah’ın takdir ve dilemesi, yeryüzünde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunup, onları önderler yapmak, vârisler kılmaktır.[3] İman edip sâlih ameller işleyenleri, tüm yeryüzünde güç ve iktidar sahibi olarak etkin şekilde halife yapmak, Allah’ın vaadidir.[4] Hilâfetin gerçekleşeceğine, Dünya İslâm Devletine inanmamak, belki de Allah’ın vaadine inanmamakla eş tutulabilir. Liyakat kesbedenlere bir meyvedir hilâfet. Mekke’de çalışıp gayret eden ve şirkin her çeşidini terk edip sadece Allah’a kulluk edenlere Medine’de devlet kapısının kendiliğinden (Allah’ın lütfu ve meyvesi olarak) açılıverdiği gibi. Daha beş-on sene önce Yâsirlere, Sümeyyelere sorsanız hayal bile edilecek şey değildi bu. Hedefler, önce hayal edilir, sonra ideal, daha sonra da gerçek olur; eğer gerekli çaba gösterilirse...

Global/küresel sömürüye, çağdaş Haçlı Seferlerine, yönlendirilen Bir“leş”miş Milletlere, tek devlet haline gelen Avrupa Birliğine ve organize ittifaklara karşı, Müslümanların ayrı ayrı küçük ulusal devletler halinde (özellikle onlara hayran, kukla yöneticiler de başlarındayken) dayanmaları, şimdiki sınırlı özgürlüklerini bile korumaları mümkün gözükmüyor. Örnek aramaya gerek var mı? Bosna, Çeçenistan, Afganistan, Irak. Sırada bekleyen Suriye, İran… İslâm âlemi için, özellikle yarınki birleşmiş küfür cephesine karşı, hilâfetten başka bir çözüm söz konusu değildir; tabii onların içinde eriyip yok olmayı, onlardan birine dönüşmeyi çözüm görmüyorsak. Bu gerekçelerle Avrupa Birliğine katılmaya ve onların içinde erimeye karşı çıkan kaç Müslüman kaldı, orası da ayrı bir problem.

Batı’nın kanlı makasıyla lime lime doğranıp 46 parçaya ayrılmış güzelim kumaşın hiç kesilmemiş gibi birleştirilmesinin kolay olmadığının elbet farkındayız. Ama ihtiyar ninelerimiz, yaşlı annelerimiz yaklaşık bu sayıdaki kumaş parçalarını birleştirerek nasıl güzel seccade oluştururdu. Yeter ki kumaş sağlam olsun, terzi ustaysa, o parçaları birleştirmesini becerir. İş, terzilerin yetişmesinde. Kendi önündeki kesik parçaları, kullanışlı güzel elbiseye çevirmesini bilen terziler, içlerinden birini terzibaşı olarak seçecekler, çok da zor değil hani. Üç tane sıfırın önüne geçen 1’in o sıfırları “bin” yapması gibi bir bereket görülecektir, önünde “imam”ı olan toplumlarda. İnleyen nağmeler coşan şarkılara dönüşecek, işinin ehli orkestra şefinin yönetiminde. Söndürülüp seksen senedir yakılmayan lambanın düğmesini açmak gibi bir şey. Karanlıkta düğmenin yerini bulmaktır önemli olan. Bunun için de kafa gözüyle birlikte gönül gözü de açık olanlara iş düşecektir.

•İslâm dünyasında özellikle son yüzyılda Müslümanların, İslâmi hareketlerin ve özellikle siyasi partilerin edindiği olumsuz tecrübeleri ve başarısızlığını nasıl değerlendiriyorsunuz, nedenleri hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Müslümanlar, özellikle son yüzyılda acı tecrübeler yaşadılar ve özellikle siyasî alanda çok darbeler yiyip mağlûp oldularsa, bunun sorumlusu İslâm değil; tam aksine İslâm’ın yerine insanların hayatına müdahalede bulunan ideolojilerdir. İslâm yönetimde yoktu ki, onu sorumlu tutalım. Daha önce dünyada mevcut olan fitne, zulüm ve katliamların toplamından çok daha fazla problemlerin yaşandığı son yüzyıldaki insanlık dışı tavırlardan direkt olarak mevcut Batı tarzı siyasal anlayışın sorumlu olduğunu söyleyebiliriz.

Bu mağlûbiyetin sebebi, Kur’an’a dayalı İslâm anlayışı olmadığı, “İslâmî hareket” diye tabir edilen çalışmaların da Kur’an ve onun hayata geçirilişi demek olan Sünnet merkezli olmayışıdır.

•19. yüzyıl başlarında İslâm dünyasında ortaya çıkan “İslâmcılık” akımı o günden bugüne Müslüman dünyaya ne sundu?

“İslâmcılık” kavramı, aynen “dincilik” gibi, sonradan çıkan yapay bir ifadedir. Kendisine “dinci” denilmesini kabul etmeyen nice insan, kendisini “İslâmcı” olarak takdim edebilmektedir. Bu ciddi bir çelişkidir. İsimlerin sonuna getirilen “-cı/-ci” eki, genellikle kullanıldığı kelimedeki varlığı satan kimseyi belirtmiş olur. “Elma” bir meyve adı iken “elmacı” “elma satan kimse” demektir. “Dinci” din satan, “İslâmcı” da İslâm satan anlamına gelir. Siyasi bir kavram olarak Müslümanların düşmanları tarafından siyasi anlamda kullanıldı. Tarihsel süreçteki ıslah ve ihya çabalarında da, İbn Teymiye’den Muvahhidler hareketinin önderi İbn Tümert’e, Osmanlı’daki Kadızadeler hareketinden Hicaz’daki Muhammed Abdulvahhab’a, Hindistan’daki Şah Veliyullah Dehlevi’den Muhammed Abduh’a kadar “İslâmcılık” kavramının kullanıldığına rastlanmamıştır. “İslâmcılık” kavramı çok yeni dönemde üretilmiş uydurma, bid’at bir kavramdır.

“Müslüman” kelimesinin tek başına gücünü, anlamını, bütünleştirici özelliğini kırmak için, büyük Müslüman milletini parçalara ayırmak için, önce mezhepleri kullandılar, şimdi de “İslâmcı, radikal İslâmcı, selefi, cihadist” gibi kavramları kullanıyorlar.

“Müslüman” ismi hiçbir sıfatı yanına kabul etmez.

“Müslüman” isminin hâricinde hiçbir tanım kabul edilemez.

“Müslüman” kelimesi içinde, ahlâkı, adâleti, hikmeti, hoşgörüyü, barışı barındırır.

“İslâmcı” kelimesi ise ideolojik bir algı oluşturmak için üretildi.

“İslâmcı” tabirinin doğru ve güzel olmadığı kanaatini taşıdığım için, bu siyasi kavram yerine “Mü’min” ve “Müslim (Müslüman)” kelimelerinin kullanılmasını ısrarla tercih ve tavsiye ediyorum. İslâmcılık bir ideoloji olarak, insanlığa bol bol tartışmalar, modern din anlayışı ve İslâm’a müsteşrik bakış açısı getirmiştir. İslâmcı partilerden, İslâmcı terör ve İslâmcı teröristlerden bahsediliyor.

Rabbimiz Kur’an’da bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de “İslâm” olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul ve doğru değildir. Her şeyden önce “İslâmcılık” Kur’ani olmayan bidat bir kavramdır. Bu kavram çağımızın muvahhitlerini, Müslümanlarını, bugünün Kur’an neslini tanımlayacaksa, vahiyle konulan adımıza aykırı, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bu kavramı kullanmayı neden zorluyoruz ki? Kur’an’da “Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size ‘Müslüman’ ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevlânız O’dur. O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır!”[5] hükmü yer almaktadır. Rabbimiz bu ayetiyle, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem bize şahit olsun biz de diğer insanlara şahit olalım diye bize geçmiş kitaplarda olduğu gibi bu son kitapta da “Müslüman” ismini verdiğini bildirmektedir. Bir başka ayette Allah katında din olarak sadece İslâm’ın kabul edileceği açıkça ifade edilmektedir. Allah bize “İslâmcı” ismini değil “Müslüman” ismini, din olarak da “İslâmcılığı” değil; tevhid dini olan İslâm’ı seçmiştir ve vahyin ilk muhataplarıyla sonraki ihya ve ıslah çizgisinin, tevhidî geleneğin müntesipleri de kendilerini sadece bu kavramlarla tanımlamışlardır.

Rabbimiz, “Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve : ‘Ben gerçekten Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”[6] muhtevalı bir soru tevcih ederek, iman amel bütünlüğünü kapsayan İslâm ve Müslümanlık kavramlarıyla kendilerini tanımlayıp tevhidî davet ve şahitlik görevini yerine getirerek “ben Müslümanlardanım” diyenlerden daha güzel sözlü hiç kimsenin bulunmadığını açıkça ifade etmiştir. Peygamberlere “Bana müminlerden olmam emredilmiştir.”[7] dedirtilmiş ve davet de mümin olmaya çağrı şeklinde gerçekleştirilmiştir. İşte bu uyarı, teşvik ve yönlendirmeler üzerinde düşünmeliyiz ve “İslâmcıyız” yerine onurlu ve ilkeli bir biçimde ısrarla “müminiz”, “Müslümanız” demeyi tercih etmeliyiz.

•Müslümanlar son yüzyılda kalkınma yolunda metot ve yöntem tartışmaları yaptılar. Fikir ve metot olarak İslâm nasıl bir siyaset ve yönetim modeli ortaya koymuştur?

İslâm, yönetim sahasında mükemmel bir sistem getirmiştir. Bu, İslâm’ın her zamana ve her yere uygun olduğunu, evrensellik ve kapsamlılığını bize gösterir. Bu düzen ebedîdir ve kıyamete kadar da tatbiki mümkündür. Fikir olarak bir İslâm devleti esastır. Bir nizamın İslâm Devleti olması için bazı şartlar vardır. Yine bu yönetim modelinin başka yerdeki ve başka zamandaki uygulaması değil; Medine’de, Peygamberimiz ve râşit halifeler dönemindeki uygulama şekli bizim örneğimizdir.

Hilâfete dayalı sistemde 3 ana esas dikkate alınmalıdır. Bunlar; “bey’at” denilen İslâm’a has özel seçim sistemi, “adâlet” denilen Allah’ın indirdiğiyle hükmetme[8] ve zerre kadar haksızlık yapmama gayreti, “istişâre” denilen emin ve ehil kimselerle, işinin uzmanı ve dinini yaşayan takvâ sahibi güvenilir kişilerle danışarak onların öneri, eleştiri ve tavsiyelerini dikkate alma şeklindeki uygulamadır.

İslâm hukuk sistemi ve yönetim tarzı, geçmişte ve bugün uygulanan beşerî sistemlerin tümünden farklı özelliklere sahiptir. Güttüğü amaç, gayeye götüren araçlar, vesileler, hedefler, dayandığı kaynak/referans, ulaşmak istediği hedef… yönünden sayılamayacak farkı vardır. O, beşerî düzenlerden çok ayrı bir sistemdir. Onunla beşerî hüküm, rejim ve kanunları kıyaslamak mümkün değildir.

Bütün bunlarla birlikte hilâfet vesiledir; gaye değildir. Gaye, Allah’a ibadet/kulluk yaparak O’nun rızasını kazanmaktır. Halifelik, ümmetin hayır ve adâlet üzere kalmasını, hakkın hak, bâtılın da bâtıl olarak kabul edilip bunun geçerli kılınmasını sağlamaya bir vesiledir. O ümmet ki, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanır; O’nun indirdikleriyle hükmetmek için Kur’an’a uygun düzenin oluşması için gayret eder. Kendisinin ve toplumunun, İslâmî değişim ve dönüşümü için tüm gayretlerini seferber eder; bu gayretlerini de, beşerî metotlara göre değil; Allah’ın çizdiği hududa ve Rabbani usule göre ortaya koyar.

İmametin hedeflerinin en önemlisi, dini korumak, dünyayı da din ile yönetmektir. Bu ise, imamın boynuna takılan görevlerin en önemlisidir. Zira din ile siyaseti/yönetimi ayıran ve dünyayı bu dinin dışında yöneten mümin olamaz.[9] Dini siyasetten ayırıp “din başka, devlet başka” deyince; devlet dinsiz, din de devletsiz/güçsüz kalacaktır.

İzzet, şeref ve İslâm ümmetinin ayakta kalışı, ancak Allah’ın kitabı ve Rasulü’nün sünnetinin hükmüne dönmekle mümkündür. Dini koruyup Müslümanlara izzet ve şereflerini iade etmek, İslâmî hilâfeti oluşturup onun uygulanmasına çalışmakla gerçekleşebilir.

İmamete geliş usulü, Kur’an ve Sünnet ilkeleri çiğnenmemek şartıyla ümmete bırakılmıştır. Râşid halifelerin iş başına geliş şekilleri ve bey’atın yapılış tarzı örnek alınmalı ve bu örnekler çağa uyarlanabilmelidir.

İmamı seçme yetkisine sahip olanlar, “ehl-i hal ve’l-akd” diye isimlendirilen ümmetin en âlim ve seçkinleridir. Demokrasilerde olduğu gibi seçime bütün insanlar direkt olarak katılamaz. Şûra’ya da bundan dolayı, müminler arasından en uygun ve en güvenilir, muttaki ve akıllı olanlar seçilir. Çağdaş demokrasilerde olduğu gibi milletvekili olabilmek için insanları ikna etmeye (kandırmaya) ve bu uğurda boş yere ve çokça para harcamaya ve propaganda yapmaya da gidilmez.

Halifelik, veraset yoluyla (babadan oğula) intikal etmez. İslâm, bir ırka, bir soy ve kabileye ayrıcalık verme anlayışını kabul etmez. Krallıkla imametin bir farkı da; birinde soy, diğerinde ehliyet/yetenek ve en uygun olanı belirlemenin öne çıkmasıdır.

Bey’at, imamete lâyık bir imamın bulunduğu vakit Müslümanın boynuna borçtur. Aksine bir tavır, kişinin câhiliyye ölümü ile ölmesini sonuçlandırabilir. Keyfî ve indî gerekçelerle bey’atı bozmak da, meşru imamın meşru her emrine en küçük bir itaatsizlik de haramdır.

Devrim yoluyla ve zorla imamete geçmek, şer’î bir yol değildir. Hilâfet, ümmetin bey’ati olmaksızın gerçekleşmez.

İmam adayının o makama ehil olabilmesi için halifeliğe ait şartları taşıması gerekir.


[1] Bkz. 5/Mâide, 45

[2] 6/En’âm, 165

[3] 28/Kasas, 5

[4] 24/Nûr, 55

[5] 22/Hacc, 78

[6] 41/Fussilet, 33

[7] 10/Yunus, 104

[8] 5/Mâide, 45

[9] 5/Mâide, 44