Dera Sokaklarından Küresel Hesaplaşmaya Suriye Devrimi
21 Mart 2023

Dera Sokaklarından Küresel Hesaplaşmaya Suriye Devrimi

Köklü Değişim Medya

Hazırlayan: Muhammed Emin Yıldırım

Dera şehrinde çocukların okul duvarına yazı yazması ile başlayan Suriye devrimi kısa süre içerisinde İslam ile küfür taraftarları arasında küresel bir hesaplaşmaya dönüştü. Bu dosyamızda 12. yıl dönümüne giren Suriye devrimini yaşanan siyasi gelişmeler ışığında dünü ve bugünü ile birlikte özetlemeye çalıştık.

Arap Baharı ve Suriye

Müslümanlar 2010 yılı sonunda başlayan; Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’deki uyanış ve halk ayaklanmaları ile yüz yıldır aradıkları cesaret adımlarını atarak kendinden emin bir şekilde yürümeye başladılar. Diktatör rejimlerin oluşturduğu korku duvarları tek tek yıkıldı. Domino etkisi oluşturan bu devrim ruhu, diğer Müslüman beldelerin halklarına da ilham kaynağı oldu. Hiçbir stratejistin, hiçbir uzman ve liderin ve hatta hiçbir devletin tahmin edemediği şey, böyle bir kıvılcımın Suriye’ye de sıçrayarak büyük bir devrim ateşine dönüşecek olmasıydı. Bu sıcak devrim rüzgârı Suriye’ye ulaştı ve bu rüzgâr karşısında 50 yıldır Suriye’yi adeta istihbarat ağı ile örüp muhaberat ülkesi haline getiren Baas rejimi ile Esad ailesi çaresiz kaldı ve devrimi kanlı bir şekilde bastırma yoluna gitti.

Suriye’nin Ortadoğu’daki stratejik öneminden dolayı burada devrim; Tunus, Mısır ve Libya’da olduğu gibi hızlı akamete uğratılamadı. Çünkü Batılı ülkeler, diğer üç ülkede başarabildikleri gibi devrimi yönlendirme ve çalma girişiminin Suriye’de kolay olamayacağını biliyorlardı. Bu sebeple Suriye Devrimi boyunca dünya kamuoyu iki farklı siyaset ile yönlendirildi.

Bu iki siyasetin birincisi; Suriye Devrimi’ne destek verdiğini söyleyen ve Baas rejiminin özellikle de Beşşar Esad’ın yönetimi terk etmesini dillendiren Amerikan ve Avrupa siyasetidir. İkincisi ise; devrime karşı olduğunu söyleyip Beşşar Esad ile beraber olduğunu ve rejime her türlü açık desteği sağlayacağını açıklayan Rusya, Çin ve İran siyasetidir.

Zaman içerisinde iyice açığa çıktı ki, aslında bu iki siyasetin ortak, tek bir yönü vardı. O da Suriye’de Beşşar Esad yönetiminden sonra kontrolsüz bir yönetimin işbaşına gelmesinin önlenmesidir. Hiç şüphe yok ki “kontrolsüz yönetim”den kastedilen, Müslümanların Hilâfet çatısı altında birleşmesini hedefleyen İslâmi yönetimdir. 3 Ekim 2011 yılında Amerika’nın girişimleriyle Türkiye’de kurulan Suriye Ulusal Koalisyonunun ilk başkanı Burhan Galyon el-Cezire televizyonuna yaptığı açıklamada “Suriye’de asıl sorun, halkın İslâmi bir yönetimden başkasına razı olmaması.” sözleriyle bu gerçeği ifade ediyordu.

Suriye dera duvar yazısı.jpg

Amerika Esad’ın devrilmesindense, Suriye halkının devrilmesini tercih etti!

Suriye Devrimi, 15 Mart 2011 tarihinde Dera’da, çocukların duvarlara yazdıkları “Sıra sende doktor” sloganına, Suriye muhaberatının sert karşılık vermesi sonucu barışçıl protesto gösterileri ile başladı. Çocukların işkence görmüş cesetleri ailelerine teslim edilirken, Dera’da başlayan gösteriler tüm ülkeye yayıldı.

Muhaliflerin ilerleyişi ve sahada meydana gelen gelişmeler, özel olarak Amerika’yı, genel olarak Batı’yı derinden endişelendirdi. Suriye’de Müslümanlar ve silahlı tugaylar tarafından yürütülen ayaklanma, yükselen sloganlar ve beyan edilen amaçlar, bu devrimin açıkça İslâmi bir karaktere sahip olduğunu ortaya koyuyordu. Güneydeki Dera’dan Başkent Şam’a, batıdaki Humus’tan kuzeydeki Halep ve İdlib’e ve doğudaki Rakka’ya kadar Suriye genelinde düzenlenen çok sayıda protesto gösterisinde, Hilâfet’in yeniden kurulması çağrıları yankılanmaktaydı.

suriye halkı protesto.jpg

İslâmi sloganlar eşliğinde Suriye’deki gösterilerin tüm ülke sathına yayılmasıyla İslâmi devrim gerçeğini iyiden iyiye hisseden Amerika, Suriye rejimini korumak için hemen harekete geçti. 1971 yılında Hafız Esad’ın cumhurbaşkanı olmasını sağlayarak Suriye rejimi üzerinde güçlü bir nüfuz elde eden Amerika, küresel ve bölgesel tüm aktörleri ikna ederek kendi politikasına entegre etti. Zira Suriye, -zorba Esad’ın deyimiyle- Ortadoğu’nun fay hattıydı ve kırıldığı takdirde Fas’tan Endonezya’ya uzanan yeni İslâmi bir jeopolitik ortaya çıkacaktı. Amerika, devrimle savaşması için önce İran ve ona bağlı Şii milislerin Suriye’ye girmesine yeşil ışık yaktı. Diğer yandan Türkiye’ye Esad’a reform çağrıları yaptırarak rejime, ayaklanmaları bastırması için zaman kazandırdı. Yine eş zamanlı olarak yurtdışında yaşayan seküler Suriyeli muhalif isimleri Türkiye liderliğinde organize ederek Esad rejiminin alternatifini hazırlamaya çalıştı. Aynı zamanda Kürt kartını da kullanarak, PKK’nın Suriye kolu PYD’yi, Suriye’nin kuzeyine yerleştirip askerî ve siyasi olarak destekledi. Böylece Kürtlerin İslâmi devrim safına katılmasına engel oldu. Ancak tüm bunlar, devrimin bitirilmesi için yeterli olmayınca -Arap Birliği gözlemcisi olarak Suriye’ye giden ve yapılan çalışmaların Esad rejimine zaman kazandırmaktan başka amacının olmadığını anladıktan sonra görevinden istifa eden Enver Malik’in ifade ettiği üzere- Amerika, Irak ve İran arasında yapılan bir güvenlik anlaşmasının neticesinde tekfirci grupların Irak’taki Ebu Gureyb cezaevinden çıkartılarak Suriye’ye girmeleri sağlandı. [İŞİD-İran İlişkisi-Frankeştayn Yaratmak, Abdurrahim Şen]

2013 yılında Esad rejimi düşmek üzereyken Suriye’ye giren bu gruplar, “Irak Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ)” ismi altında, Ebubekir Bağdadi liderliğinde birleştiler. DAEŞ örgütü, Suriyeli muhaliflerin ellerindeki bölgelere saldırarak savaşın seyrinin değişmesine neden oldu. Muhalifler Esad rejimiyle savaşırken Bağdadi örgütüne karşı da kendilerini korumak zorunda kaldılar. Böylece Esad rejimi rahatladı. 2014 yılında ise DAEŞ örgütü Musul’u ele geçirdi. Ve ardından -sözde- “Hilâfet” ilan etti. Bu sırada Irak ordusu hiçbir direniş göstermeden bir orduya yetecek kadar silah ve cephanelerini de geride bırakarak Musul’dan çekildi. DAEŞ bu sayede Suriye’deki ihtiyaçlarını Amerikan güdümlü Irak ordusunun bıraktığı silahlardan ve Musul merkez bankasındaki altınlardan karşılamaya başladı. En önemlisi de DAEŞ, adam kaçırma, infaz ve insanlar üzerinde uyguladığı vahşi cürümleri medyaya servis ederek dünya halklarını Hilâfet’ten nefret ettirmeye vesile oldu.

Bu süreçte Amerika, Esad rejiminin kurucusu ve kollayıcısı olduğu için başka bir devletin Suriye’ye nüfuz etmesine izin vermedi. Amerika bu özgüven ve kontrol sayesinde Suriye’nin tek hâkimi olarak politikaların belirleyicisi oldu. İstediği ülkeyi meseleye dâhil ederken istediği ülkeyi dışarıda tuttu. Örneğin; krizi fırsat bilerek yeni Suriye’den pay kapma hesabı yapan Avrupa’yı meselenin dışında tuttu. Onu sadece DAEŞ ile mücadele eden küresel koalisyona dâhil ederek Avrupa’dan askerî ve ekonomik olarak faydalandı. Avrupa Amerika’nın siyasetine parazit çıkarmaya çalıştığında ise mülteci kartını kullanarak onları korkuttu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Avrupa’ya yönelik “kapıları açarım!” tehdidi, Amerika’nın bu siyaseti bağlamında anlaşılmalıdır. Amerika’nın muhaliflere askerî yardımda bulunarak onları kazanmaya çalışan İngiltere yörüngesinde hareket eden Katar rejimine uyguladığı abluka da bu minvaldedir.

2015 yılı ise Suriye devriminde bir dönüm noktası oldu. Zira Esad rejimi artık ayakta duramayacak hale gelmişken Amerika, 2015 yılında Rusya ile görüşerek onu Suriye devrimine karşı savaşmaya teşvik etti. Rusya bu teklifi kabul etmekte gecikmedi. Çünkü Arap Baharı Suriye’de bitirilmez ise diğer zorba rejimlerin hâkim olduğu Orta Asya’ya sıçrama ihtimali kaçınılmazdı. Devrimin Orta Asya’ya sıçraması ise Rusya’nın bahçesinin yanması anlamına gelecek ve 20 milyon Müslüman nüfusa sahip Rusya’nın bekasını tehlikeye sokacaktı. Nitekim Rus yetkililer defaatle Rusya’nın Suriye’ye girmemesi durumunda rejimin bir hafta içinde düşeceğini ve İslâmi devrimin Rusya topraklarına dayanacağını söylediler. Bu bağlamda Rusya, İran ve DAEŞ, Amerika’nın ön savunma hattı olarak Suriyeli Müslümanlarla savaşırken PYD de -daha sonra Esad rejimine teslim etmek amacıyla- Suriye’nin kuzeyini kontrol altında tutuyordu.

Obama ile Putin.jpg

Türkiye’nin Suriye Politikası

Suriye’ye yönelik bağımsız bir politika geliştiremeyen Türkiye, devrimin ilk günlerinden itibaren ABD politikasına angaje oldu. Suriye ordusundan kopmalar başlayınca Türkiye, Amerika’nın telkinleri ile muhalif subaylara, Suriyeli muhacirlere ve silahlı gruplara kucak açtı. 2012 Ağustos ayında Amerika ile Türkiye arasında operasyonel mekanizma anlaşması yapıldı. Diyarbakır Hava Üssü, merkez olarak seçildi.

Bu mekanizmanın görevleri şöyle açıklandı:

1- Suriye muhalefetine destek verilmesi

2- Kimyasal silahların etkisiz hale getirilmesi

3- PKK ve el-Kaide’nin yuvalanmasının önüne geçilmesi

4- Esad sonrası yönetim boşluğunun oluşmaması.

Anlaşmada yer alan maddelerin sahadaki yansıması üzerinde dikkatle düşünüldüğünde, amaçlanan şeyin, muhaliflerin “ılımlı” ve “aşırı” şeklinde ayrılarak birbirine düşürülmesi ve Suriye’deki kimyasal silahların Esad sonrası kurulması muhtemel İslâm Devleti’nin eline geçmesinin önlenmesi olduğu görülmektedir. Nitekim Amerika, Esad rejiminin 2013 yılının Ağustos ayında Doğu Guta’da kimyasal silah kullanarak yüzlerce Müslümanı vahşi bir şekilde öldürmesine izin verdikten sonra silahların imha edilmesi için fırsat buldu. Katliam sonrası ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, kimyasal silah imha sürecinin başlamasından dolayı “Beşşar Esad övgüyü hak ediyor” ifadelerini kullanıyordu. [BBC Türkçe]

Joe Biden- Beşşar Esad.webp

Operasyonel mekanizma anlaşmasından iki yıl sonra Türkiye ile ABD arasında bu kez Suudi Arabistan ve Katar’ın katılımıyla 2014 yılında “eğit-donat projesi” hayata geçirildi. Suriyeli muhaliflerin DAEŞ ve Nusra gibi örgütlere karşı kullanılması amaçlandı. Ancak Suriyeli muhalifler ABD ile çalışmak istemediği için proje başarısız oldu. Burada da dikkat çeken şey, Türkiye muhaliflerin rejimle savaşmasını değil birbirleriyle veya terörle savaşmasını istemesidir ki bu tam olarak rejimin istediği şeydir. Zira rejim, Suriye halkını sistematik olarak katletme politikasını dünyaya “terörle savaş” olarak sunuyordu. Sonra bu proje YPG üzerinden devam ettirildi ve 8 binden fazla YPG militanı eğitildi. Suriye devrimine karşı İslâmi grupları savaştırma çabası başarısız olunca Amerika bu görevi YPG’ye tevdi etti. YPG/PYD ise kuruluş amacını şöyle açıklıyordu: “Rejim ile ÖSO arasındaki savaşın Kürt bölgelerine yayılmasının engellenmesi.” Yani Suriyeli Müslüman Kürtlerin İslâmi devrime destek vermesinin önüne geçilmesi. Böylece Esad rejimi, ABD’nin emriyle Kürt bölgelerini devrim bittikten sonra teslim almak üzere YPG’ye bıraktı. O sıralarda Ankara’ya ziyaretler düzenleyen Salih Müslim, 2015 yılında Rudaw televizyona yaptığı açıklamada; “Devrim bittikten sonra YPG’yi Suriye ordusuna bağlayacağız.” sözleriyle PYD’nin Suriye’deki varlık amacını açıklıyordu. [Rudaw.net]

Özetle denilebilir ki: Türkiye Amerika’nın arka savunma hattı olarak muhaliflere maddi, insani ve askerî yardım yaparak onları “demokratik Suriye” fikrine hazırlıyordu. Böylece muhaliflerin kalplerindeki İslâmi devrim fikri körelecek ve “barış” adı altında Amerika’nın siyasi çözümüne sürüklenerek yeniden rejimin boyunduruğu altına girilecekti. Nitekim Türkiye, muhalifleri aldatmasının ilk meyvesini -sözde DAEŞ’e karşı- Suriye’nin kuzeyine düzenlediği Fırat Kalkanı Harekâtı ile aldı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu harekâtı başından beri ABD ile birlikte planladıklarını itiraf etti. [Milliyet]

Bu harekât neticesinde, uzun süredir muhaliflerin elinde olan Suriye’nin ikinci büyük şehri Halep, savaşçıların mevzilerini terk edip Fırat Kalkanı operasyonuna katılmaları sebebiyle Esad rejiminin eline geçti. Sonra bu harekâtları, “Zeytin Dalı” ve “Barış Pınarı” gibi başka harekâtlar izledi. Böylece tıpkı Halep gibi muhaliflerin kontrolünde olan şehirler birer birer Esad’a teslim edildi. Nihayetinde Türkiye’nin siyasi etkisi altına giren muhalifler önce isimlerini, sonra bayraklarını, sonra da hedeflerini değiştirerek İdlib’e sıkışıp kalmaya razı oldular. Bu basiretsizlik nedeniyle Suriye devrimi artık sadece “İdlib meselesi” olarak anılmaya başladı. Türkiye’nin bu operasyonları, her ne kadar DAEŞ ve PKK’ya karşı yapılıyor gibi görünse de kazanan hep Esad rejimi olmuştur. Terör örgütleri ise kamuoyunu ikna etmek için var edilen bahaneler olarak göze çarpmaktadır.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2019 yılında yaptığı açıklama, Türkiye’nin Suriye’deki rolünü özetler niteliktedir. “Suriye’de niye varız? Rejim teröriste karşı ayakta duramıyor.” [TC. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı]

Şimdi Suriye’de Amerika’nın 30 Haziran 2012’de Cenevre konferansı ile başlattığı ve 2015 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde onaylatarak uluslararası hale getirdiği 2254 sayılı karar kapsamında Suriye’de laik çözümü tesis etmek için Astana formatında Türkiye, Rusya ve İran üçlü görüşmeleri belirli periyodlarla devam ediyor. Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Rejim ile uzlaşılmadan Suriye’de barış olmaz.” açıklamasından sonra Suriye rejimi ile de müzakere kapısı aralandı. Ayrıca rejim ve sözde muhalefet temsilcilerinin Cenevre’deki Anayasa komitesi görüşmeleri de devam ediyor. Netice olarak; Türkiye’nin Suriye politikasının temelinde Amerika’yı hoşnut etmek olduğu birçok noktada açığa çıkmış bulunmaktadır. Bu hakikat, Fahrettin Altun’un 2019 yılında Washington Post gazetesine yazdığı makaledeki “ABD’nin kazanımlarını korumak Türkiye’nin çıkarınadır.” cümleleri ile de itiraf edilmiştir. [Gazete Manifesto]

Astana Üçlüsü.jpg

Hizb-ut Tahrir’in Suriye devrimindeki rolü

Suriye Devriminin en önemli aktörlerinden biri de hiç kuşkusuz Hizb-ut Tahrir’dir. 1953 yılında Filistin’de kurulduktan sonra birçok İslâm beldesi ile birlikte Suriye’de de fikrî ve siyasi çalışma yapan Hizb-ut Tahrir’in devriminin öncüleri arasında yer aldığı bilinmektedir. Hatta bu gerçek; Suriye devlet televizyonu SANA tarafından da bir haber olarak yayımlandı. Suriye rejimi bu ayaklanmaların arkasında Hizb-ut Tahrir mensuplarının olduğunu haber yapıyor ve halkı Hizb-ut Tahrir’e karşı dikkatli olmaya(!) çağırıyordu. Aynı zamanda 11 Mart 2011’de Hizb-ut Tahrir Merkezî Medya Bürosu Müdürü Osman Bahaş, Pres TV’de katıldığı bir programda; Hizb-ut Tahrir olarak 15 Mart gününü ayaklanma ve uyanış günü olarak ilan ettikleri duyuruyordu.

Hizb-ut Tahrir, hem Arap Baharı sürecinde hem de Suriye Devrimi sürecindeki ayaklanmaları, İslâmî duyarlılık ile diktatör sistemlere ve Batılı sömürgecilere karşı ümmetin kendi iradesi ile başlattığı ayaklanma ve uyanış hareketleri olarak tanımlıyor ve ümmetin gücüne olan imanını tazeliyordu. “Tunus, Mısır, Yemen ve Libya devrimlerinin İslâmî neticeye ulaşmadan Batılılar tarafından çalındığını” söyleyen Hizb-ut Tahrir, Suriye Devrimi’nde ümmetin bu hataya düşmemesi için tüm gücü ile Suriye içinde siyasi faaliyetlerde bulundu. Silahlı bir hareket metodunu benimsemediği için Suriye içinde hem direniş grupları hem de halk üzerinde devrimi İslâmî Devlet ve Hilâfet ile neticelendirmek için davet çalışmaları yaptı. İlk dönemler Suriye halkı meydan amelleri ve Cuma gösterilerinde sadece “Özgür Suriye” bayrağını taşıyordu. Zira halk, kelime-i Tevhid bayraklarını taşımaya korkuyor, direniş grupları ise ilk dönemlerde ÖSO çatısı altında hareket ettikleri için Tevhid bayrakları taşıyanlara tepki veriyorlardı. Ancak sonraki dönemde Suriye meydanlarının hem devrim atmosferi hem de rengi değişti. Cuma namazı sonrası neredeyse Suriye’nin tüm şehirlerinde yapılan gösterilerde kelime-i Tevhid bayrakları (liva, raye) çok yoğun bir şekilde dalgalandırılmaya, sloganlarda ise “Hilâfet” net bir şekilde talep edilmeye başlandı.

Koeklue_Degisim_Hizb_ut_Tahrir_Suriye_Devrimin_12_Yildoenuemuende_Goesteriler_Duezenledi_2_afaf7430f9.jpg Hizb Suriye gösteri.jpg

İşte devrimin bu İslâmî ruh ve atmosfere kavuşmasında Hizb-ut Tahrir’in etkin bir rolü oldu. Öyle ki Hizb-ut Tahrir’in 60 yıldır davet ettiği ve inşa edilmesi için çalıştığı Hilâfet projesi, Suriye’de ümmetin ortak projesi haline geldi. Neredeyse tüm muhlis direniş gruplarının lider kadrosunda Hilâfet projesi somutlaştı.

Hizb-ut Tahrir, Suriye Devrimi sürecinde kâfirlerin devrimi çalmak için planlayıp uygulamaya koydukları girişimleri, direniş grupları ve Suriye halkı nezdinde ifşa etti. Bu girişimlerin kâfirlerin hile ve tuzakları olduğuna dair direniş gruplarını inandırmak için var gücü ile çalıştı. Suriye içinde yaptığı çalışmalara destek olarak Suriye’ye komşu olan Ürdün, Lübnan ve özellikle Türkiye’de yüzlerce konferans, panel ve basın açıklamaları yaptı. İlaveten Suriye’deki direniş gruplarını Hilâfet’in ikamesi için birlikte çalışmaya ve Hilâfet Misakı’nı kabul ederek ona bağlı kalmaya teşvik etti.

Hizb-ut Tahrir, bugün gelinen noktada aynı çalışmaları yapmaya, Suriye devrimini yeniden canlandırma çabalarına devam ediyor. Devrimin 12. yıldönümü münasebetiyle Suriye halkı ile birlikte sokaklarda yürüyüşler düzenlemeye “İrademizi geri alacağız”, “Devrimcilerin talebi İslâm’ın hakimiyeti” sloganları altında İblib’teki silahlı grupları “normalleşme” tuzağına karşı uyarmaya ve küllerinden yeniden doğmaya davet diyor.

Sonuç

Küresel hesaplaşmanın merkezindeki Suriye devrimi 12. yıldönümünde çok önemli kazanımlarını kaybetmiş olsa da henüz bitirilebilmiş değil. Artık 1 milyondan fazla kişiyi öldüren, 13 milyon insanı mülteci konumuna düşüren, ülkeyi harabeye çeviren Esad rejiminin suçlarını konuşmak yerine Suriye’nin toprak bütünlüğü ve mültecilerin nasıl geri döneceği konuşuluyor. Amerikan liderliğinde Cenevre’de başlayan siyasi çözüm planının Cenevre’de noktalanması için müzakereler yapılıyor. Bundan sonraki sürecin; tamamen dışa bağımlı hâle gelen ve rejimi devirme hedefinden uzaklaşan İdlib’teki savaşçıların asimile veya tasfiye seçeneğine zorlanacağı, Rusya, İran ve Türkiye’nin kullanılıp atıldıktan sonra geri dönüş ganimetiyle veyahut bir takım ticari kırıntılarla yetinmek zorunda kalacağı, PYD’nin rolünün sona erip Kuzey Suriye’yi rejime teslim edeceği, -daha somut bir ifade ile- “evlinin evine, köylünün köyüne” döneceği bir merhaleye evrilmesi bekleniyor.

Suriye devriminin bu kirli kumpaslardan kurtulmasının tek yolu; başta Türkiye olmak üzere dış ülkelerle bağlantıların tamamen koparılması, cephelerin yeninden açılması, -en önemlisi de;- siyasi uyanıklığa sahip bir liderliğin altında Şam’ı, ikinci Râşidî Hilâfet’in merkezi yapmak için devrimin misak ve sabitelerine geri dönülmesidir. Zira Allah’ın izniyle burada tekrardan kurulacak olan bir Hilâfet Devleti, dünyanın yeniden şekillenmesinin habercisi olacaktır. İşte Batı, bunun için bütün gücü ile Suriye’ye yönelmekte ve bu bölgeyi önemsemektedir. Çünkü bu topraklar kutlu bir doğuma gebedir ve er ya da geç bu kutlu doğum gerçekleşecektir. Velev ki zalimler bunu engellemek için tüm güçlerini harcasalar da!


#SuriyeDevrimi