İnsan, davranışları ve tuhaf tuhaf halleri, üzerinde düşünülmesi gereken unsurlardır. Nedir bu insan, nerden gelmiştir, nereye gidecektir, ne işi var buralarda? Ortaya koyduğu enteresan davranış ve tutumların arkasında ne tür tuhaf düşünce ve güdüler var?
Bu soruların cevabı icmali/bir bütün olarak kolay olsa, kolayca verilebilse de tek tek insan davranışları ele alındığı zaman daha bir komplike hale geliyor sorular. Mesela, çok sinirli olduğunu düşündüğünüz kimselerin normal, basit şeyler için dünyayı ayağa kaldırmasına ancak çok daha mühim meseleler karşısındaki sükûnetini/sekinetini ne ile açıklayabiliriz? Yine mesela, kendinize dönüp şöyle bir bakın; neler görüyorsunuz? Her şey normal mi? Gücünüzün yettiğini düşündüğünüz kimselere rahatlıkla sinirlenebilirken, elinizin varamayacağını düşündüğünüz kimselere karşı sakinsiniz değil mi? Hakaret ettiği halde amirinize çıtınızı çıkarmadan arkanızı dönüp gittiniz ancak arkadaşınızın siz gülün diye yaptığı kibar esprilere dahi, sırf o an hoşunuza gitmediği için kızdınız değil mi? Eşinizden esirgediğiniz iki çift güzel sözü dışarda hunharca kullandığınız anlar oldu değil mi? Bir şeylere öfkelenip hemen harekete geçmeden önce durup 5 saniye düşünebilseydiniz her şey çok daha farklı olurdu değil mi? Bilmediğiniz bir şeyi itiraf edip “bilmiyorum” diyemediğiniz için çok falsolarınız oldu; yetmedi, hep konuşmaktan hiçbir şeyi işitemez oldunuz değil mi? Yapsanız her şey daha güzel olacağı ve yüceleceğiniz halde şeytan o şeyi yaparsanız alçalacağınızı fısıldadı ve onu dinlediniz değil mi? Kendinizi dahi unuttuğunuz anlar oldu değil mi? Ya Allah yokmuş gibi yaşadığınız/düşündüğünüz anlara ne demeli? Ağzınızdan basit bir şekilde çıkan sözlerin karşı tarafta meydana getirdiği infiale ne demeli peki… İşiyle, aşıyla, eşiyle dostuyla hayat bir bütün olduğu halde birine odaklanıp diğerlerini ihmal ettiğiniz zamanlar da oldu-oluyor değil mi? Akidenden uzaklaştığında boş şeyler içinde bocalayıp durduğun da oldu değil mi? İçten olmayınca koca koca lafların tenine bile dokunmadığı ama içten olunca tek bir kelimenin dahi içine işlediği de oldu eminim… En göz önünde olan gerçeklerden –mesela, ölüm gibi- gafil olunca çok büyüttün dünya ve dünyaya ait işleri değil mi?
Bu yazıyı yazarken değerli bir abimizin ölüm haberini aldım. Aklına hemen hasta olduğu, trafik kazası geçirdiği falan gelmesin, ölüm nedeni basit bir kalp krizi. Yani ecelinin dolması… Bu dünyada sayılı olan soluklarının sonuna gelmiş olması kısacası. Senin ve benim de soluklarımız sayılı. Aldığımız her soluk bizi eskitiyor bil. Bil de Allah’tan başka çaremiz olmadığını anla; O’na kulluk için yaratılmış olduğunu unutma. O’na kul olmanın dışında başka şeylere kul olma.
İnna lillah ve inna ileyhi raciun. Şüphesiz hepimiz âlemlerin rabbi olan Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.
Başlığa dönecek olursak; evet, çok ama çok unutuyoruz. Unutmasa idik neredeyse melekler ile musafahalaşacaktık. Unutmanın mutlak anlamda dermanı yok ancak minimize etmenin yolları var. Unutmaya engel olmanın en güçlü yolu Allah’ı bolca anıp O’nun bize inzal buyurduğu hakikatler ile gereğince hemhal olmak. Yani bunları hayatımızın merkezine yerleştirmek. Çünkü insan kendisini parçası hissettiği ya da kendi parçası haline gelen şeyleri çok zor unutur. Mesela, iş/çalışma, genel olarak bütün insanların bir parçası haline geldiği için “Bugün işe gitmeyi unuttum.” diyen bir insana neredeyse hiç rastlayamazsınız. “Uykuya daldım”, “hastalandım”, “hastam vardı o yüzden gidemedim” diyeni görebilirsiniz ancak “işe gitmeyi unuttum” diyeni neredeyse hiç bulamazsınız. Neden? Çünkü iş mühim bir şeydir! O bizden, biz de ondanız değil mi?
Başta sıraladığım şeyler hepimizin yaptığı, yapabileceği şeyler. Bunları kökten söküp atmak pek mümkün değil belki de ama minimize edebiliriz. Bunun da en pratik yolu, Allah ile beraber olmak ve değerli-değersiz şeyler hususunda öz bilincimizi ve öz denetimimizi arttırmaktan geçiyor. Rabbimiz bizleri bir an bile nefsimiz ile baş başa bırakmasın, sırat-ı müstakim üzere ayaklarımızı sabit kılsın.
Makalemi, başlığı kendisinden esinlenerek koyduğum şu olay ile bitirmek istiyorum. Unutmadan da söyleyeyim: konu içerisinde “münafık olduğunu” söyleyen Sahabenin bunu söyleme sebebi, yukarıda saydığım şeylerden çok daha basit şeylerdi. Bu ince ayrıntıyı da hatırda tutarak, buyurun; hep beraber kıssadan hisse çıkaralım inşaAllah…
“Ya RasulAllah! Hanzala Münafık Oldu!”
Hanzala ibni Rebî RadiyAllahu Anh anlatıyor:
“Rasûl-i Ekrem SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanındaydık, bize öğüt verdi, cehennemden söz etti. Sonra eve geldim, çocuklarla güldüm eşimle eğlendim. Daha sonra evden çıktım. Yolda ağlayarak giderken Ebû Bekir’e rastladım.
“Neyin var, Hanzala?” diye sordu.
“Hanzala münafık oldu!” dedim.
“Fesübhânallah! Sen ne diyorsun?”
“Öyle ya, Rasûl-i Ekrem SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in yanında bulunuyoruz. Bize cennet ve cehennemden bahsediyor; onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, çok şeyi unutuyoruz.”
Ebû Bekir RadiyAllahu Anh:
“Vallahi biz de aynı durumdayız. Yürü Rasûl-i Ekrem’e gidelim.”
Birlikte yola düştük ve Hz. Peygamberin huzuruna girdik.
Ben, “Ya RasulAllah! Hanzala münafık oldu.” dedim.
“Bu ne demek?” buyurdu.
“Ey Allah’ın Rasulü! Yanında bulunduğumuzda bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; biz de onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, bunların çoğunu unutuyoruz.”
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
“Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz benim yanımda bulunduğunuz hâli devam ettirseydiniz, melekler, yattığınız yataklarda, yürüdüğünüz yollarda sizinle tokalaşırdı. Fakat ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir saatinizi dünya işlerine ayırınız.”
Rasul-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı.” [Müslim, Tirmizi]