Türkiye'nin de dahil olduğu, İslam beldelerinin yöneticileri işgalci Yahudi varlığı ile bir “normalleşme” furyasına kapılmış gidiyordu. Ta ki Gazzeli Müslümanların işgalci varlığa karşı başlattıkları "Aksa Tufanı" harekâtına kadar. Görüldü ki bu tufandan neredeyse en az Yahudi varlığı kadar onunla normalleşme yarışına girmiş devletler de endişeli. "Normalleşme" sadece Yahudi varlığı ile sınırlı olmasa da, Türkiye'nin Suud Krallığı, Mısır, BAE ve Suriye ile normalleşmesi, Suudi Krallığı'nın İran'la bir araya gelmesi gibi bölge devletleri arasındaki bir dizi "normalleşme" adımlarının işgalci varlığın güvenliği ve meşruiyetine hizmet ettiği de göze çarpıyor. "Aksa Tufanı" harekâtı öncesi Suud Krallığı ve Yahudi varlığı arasındaki yakınlaşmanın, "normalleşme"den de öte "entegrasyon" veya "bütünleşme" boyutuna ulaşma çabası olduğu açıkça anlaşılıyordu.
Aksa Tufanı harekâtı ile sömürgeci ABD'nin yönlendirmesiyle planlanan ve işletilen Yahudi varlığı ile "normalleşme" görünüşe göre bir süreliğine askıya alınmış oldu. Bunu ilk açıklayan Suud Krallığı oldu. Sürecin askıya alındığını duyurdu. Sömürgeci ABD'nin "iki devletli çözüm planı" istediği gibi işlemeye başlayıncaya kadar "normalleşme" ağza alınmayacak gibi görünüyor. Aksi halde ABD açısından, söz konusu ülkelerin halkları tarafından bu yönetimlerin alaşağı edilme riski mevcut. ABD, "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olma" riskinden korkuyor. Yani Yahudi varlığını korumak isterken, bu necis varlığı korumak için iş tuttuğu rejimlerden de olabilir.
1967'de Yahudi varlığına "üç orduyu 6 günde hezimete uğratan güç" payesini hediye eden Mısır, Ürdün ve Suriye yine Yahudi varlığını korumak için çaba harcıyor. Yine 6 günde hezimete uğrayan bu üç ülkenin gerçek yüzü, mücahitlerin, kıt imkanlarla yaptıkları 10 günü aşan operasyonla ifşa olduğu gibi, İslami ümmete Yahudi varlığının “yenilmezliği” hakkında uydurulan efsaneler de yerle bir oldu. Ürdün, sınıra kardeşlerinin imdadına koşan Müslümanları engelliyor, Suriye kasabı Beşar, "Bana ilişmeyin ben buradaki Müslümanları katletmekle meşgulüm" dercesine Yahudi varlığına "Dikkat et, çatışma bize de sıçramasın!" mesajı veriyor. Mısır, Suud ve Türkiye, arabuluculuk rolüne talip oluyor. Yine Mısır, Gazze'den tek çıkış olan Refah Sınır Kapısını kapatıyor ki, Yahudi varlığının güneye sürmeye çalıştığı Müslümanlar için hayati önemi daha çok hissedilsin ve Yahudilerle uzlaşmaya razı olsunlar. ABD ve İngiltere savaş gemilerini gönderirken, Türkiye askerî uçakla Mısır üzerinden Müslümanların eline ulaşması şüpheli "insani yardım" gönderiyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, başından beri "taraflara" itidal çağrısı yapıyor. "Taraflar"? Erdoğan, meseleyi sömürgeci ABD'nin ve Yahudi varlığının dünya kamuoyunu "Hamas-‘İsrail’ Savaşı" şeklinde manipüle ettiği gibi görmeye ve göstermeye çalışarak, bu savaşı İslam-Küfür Savaşı gerçeğinden uzak tutup Hamas ve Yahudi varlığını “taraf” olarak kabul ediyor. Yani Gasıp Yahudi varlığına meşru bir "devlet" itibarı veriyor. Hatta şöyle dedi: "İsrail devlet gibi değil, örgüt gibi davranırsa, sonunda örgüt gibi muamele görmeye başlayacağını unutmamalıdır". Yani "Sen devletsin, muhatabın da bir örgüt, biz seni meşru bir devlet olarak kabul ediyoruz, devlet ağırlığına sahip ol." diyor. Halbuki 75 yıldır işgal altında açık hava hapishanesine dönüştürülmüş mübarek Mescid-i Aksa topraklarının asıl sahibi Müslümanlar -ki bu sadece orada yaşayan Müslümanlarla sınırlı değil, bilakis o mübarek topraklar tüm İslam ümmetinindir- karşısında, Gayrimeşru bir varlık olan işgalci "İsrail" nasıl taraf kabul edilebilir? Gasıp bir varlık, kendisine ait olmayan topraklar üzerinde nasıl hak iddia edebilir? Erdoğan'ın "adil çözüm"den anladığı bu mu? "Adil çözüm", Yahudi varlığı "İsrail"in Mescid-i Aksa topraklarından temizlenmesidir. Bu savaş, İslam ümmeti ile başta sömürgeci ABD ve İngiltere olmak üzere, yine bunların hizmetindeki uşak rejimlerle korumaya çalıştığı -ve Müslümanlardan oluşan ordularla bir gün içinde halledilebilecek bir sorun olan-, Yahudi varlığı arasındaki bir savaştır.
Başka açıdan da değerlendirecek olursak; Cumhurbaşkanı Erdoğan da dahil, tüm demokratik parti liderleri seçim sonuçlarına "Milli iradenin tecellisi" olarak itibar ederler. Yöneticiler de "milli irade" adına yetkilerini kullanırlar. Milli iradeden yetki alındıktan sonra da diledikleri gibi hareket ederler. "Milli irade" dedikleri halk kitlesinin ne istediğinin bir önemi kalmadığı gibi, yöneticilerin her yaptığının milli iradenin talepleri yönünde olmadığı da aşikâr. Ancak yöneticilere icraatları konusunda karşı çıkıldığında "Milli iradeye muhalefet" denilerek halk susturulur. Bugün milli irade, Erdoğan'ı kendilerinden bilen, O'nun Kur'an okumasına, ezan okumasına, namaz kılmasına, eşinin başörtülü olmasına, çeşitli zamanlarda "Ey Amerika! Ey Avrupa!" demesine hayran olan Müslümanlardan oluşuyor. Onlar da her seferinde "Dik dur, eğilme, bu millet seninle" diyerek Erdoğan'a sahip çıkarken, Erdoğan bu sözü de değiştirip -nasıl olacaksa- "Dikleşmeden dik duracağız!" diye karşılık veriyor. Dikleşmeden yani eğik durumdan doğrulup dikleşmedikçe dik durulamaz halbuki. Erdoğan’ın "Dikleşmeden dik duracağız!" cümlesindeki dikleşmekten kastı, eğer ki öylesine “karşı çıkmak, horozlanmak”sa bunu da çok iyi yapıyor, kendisi… Hamasi söylemler, “One minute” tarzı sert çıkışlar, Cumhurbaşkanı’nın mahir olduğu bir alan. Ama icraat, genelde bu söylemlerin tam tersi bir mahiyet arz ediyor maalesef…
Dolayısıyla artık İslam ve Müslümanların düşmanı kafir ABD ve Batı’nın hayati çıkarlarına -ki Yahudi varlığı öyledir- karşı, öyle yalandan meydan okur gibi değil de esastan harekete geçilmedikçe yani dikleşmedikçe, meydan okuyan fiilî hamleler yapmadıkça, "milli irade" deyip sırtını yasladığı milyonlar, Erdoğan'ın sözlerine itibar etmeyecektir. "Biz söze değil, icraata bakarız" sözünü zikreden de Erdoğan'ın bizzat kendisidir.
İşte o milyonlar bugün, Blinken'ın Yahudi varlığının başı Netanyahu ile yaptığı basın açıklamasının ardından sarfettiği "İsrail"e dışişleri bakanı sıfatıyla değil, bir Yahudi sıfatıyla yaklaşıyorum." sözüne karşılık, Erdoğan'ın da, "Ben de bölgeye bir Müslüman sıfatıyla yaklaşıyorum." diyerek, Mehmetçiği Yahudi varlığına karşı seferber etmesini istiyor. Erdoğan'ın "Bu orduyla mı?" gibi bir mazereti de olamaz. Çünkü iktidara gelmesi ile birlikte, "askerî vesayetle mücadele" adımları atmış, en son YAŞ kararlarıyla, "askerî vesayet"in tüm teamüllerini bertaraf etmiştir. Dolayısıyla, orduyu tamamen kendi emri altına almıştır. O halde Erdoğan, lafı, sözü ve arabuluculuk gibi sömürgeci ABD'nin biçtiği rolü bırakıp İslam ümmetinin tümünü arkasına alacak, Mehmetçik'le "Ümmet Harekâtı"nı başlatmalıdır. Aksi halde Erdoğan'ın "milli İrade" taleplerine muhalif hareket etmesi, "irade gaspı" sayılacaktır.
“İrade gaspı” demişken… Son günlerde Filistin’e destek eylemlerinde halkın iradesini ve haklı talebini yansıtan; “Ordular Aksa’ya!”, “Mehmetçik Gazze’ye!” haykırışlarının sadece bir slogan olmadığını da burada ifade etmek gerekiyor. Zira kimi zevat, halkın bu iradesini, talebini görmezden gelmeyi, yok saymayı hatta inkâr etmeyi üzerlerine vazife edinmiş durumda. Çünkü onlar biliyor ki, bu söylemler, bir bakış açısının, yaşam tarzının, nizam inşasının işaret fişeği mahiyetindeki sloganlardır. Bu özel bakış açısı, yaşam tarzı ve nizamın adı, İslam ve Hilâfet’tir. İşte halkın korktukları ve gasp ettikleri iradesi, böyle bir geleceği inşa edecek iradedir.