Muhammed Emin Yıldırım "Bazı Yöneticiler "Aciz Seyirciler" Oldular"
03 Ekim 2024

Muhammed Emin Yıldırım "Bazı Yöneticiler "Aciz Seyirciler" Oldular"

7 Ekim Aksa Tufanı Harekâtı’nın üzerinden tam bir yıl geçti. İşgal, katliam ve soykırım ile geçen bu bir yılda Müslümanlar, İslâmi kitleler, âlimler, yöneticiler, devletler ve dahası dünya halkları nasıl bir sınav verdiler? Gasıp Yahudi Varlığı “İsrail”in işgali altında olan Gazze ve Filistin’in kurtuluşu için ne yapılmalı? Sorunun nihai çözümü nedir ve bunun için ne tür adımların atılması gerekir?

Köklü Değişim olarak; kanaat önderleri, âlimler, STK temsilcileri ve gazeteci-yazarların katılımı ile 7 Ekim’in yıldönümünde Gazze’de yaşananları bir soruşturma dosyası ile kamuoyunun istifadesine sunduk. Soruşturmaya katılan 8 kıymetli katılımcıya 5 soru sorduk ve cevaplarını sizler için hazırladık. Kıymetli katılımcılara teşekkür ediyoruz, Allah kendilerinden razı olsun.

Soruşturmanın dördüncü katılımcısı, değerli Muhammed Emin Yıldırım hocanın sorularımıza verdiği cevapları istifadenize sunuyoruz:

SORUŞTURMA: 7 EKİM AKSA TUFANI'NIN 1. YILI

Katılımcı: Muhammed Emin Yıldırım

Köklü Değişim: Bir yıl boyunca tüm dünya, Gazzeli bebek, çocuk, kadın ve masumların katledilmesini seyretti. Hiçbir somut adım atılamadı ve hiçbir devlet harekete geçemedi. Özellikle halkı Müslüman olan devletler hamasi birkaç söylem dışında hiçbir etkinlik gösteremedi. Bu durumu siz nasıl izah ediyorsunuz?

M. Emin Yıldırım: Ne yazık ki soruda da söylendiği gibi, durum böyle… Aynen Ebû Ubeyde'nin sürecin başında söylediği gibi; “İnsanlar Aksa Tufanı’nın karşısında iki zümreye ayrıldılar; bir kısmı vicdansız suçlular diğer kısmı ise aciz seyirciler.”

Özellikle ellerinde güç, mülk, iktidar olanlar; İslâm coğrafyalarında insanların başında yönetici olanların büyük bir kısmı, “aciz seyirciler” olarak meselenin tarafı oldular. Hatta bazıları da o vicdansız suçluların “suç ortağı” olmayı seçtiler.

Tabii, bu durumun böyle olmasının birçok sebebi vardır. Mesela; sürecin başında yine hatırlarsanız Netanyahu'nun yaptığı bir açıklamada şöyle bir sözü olmuştu -özellikle Arap liderlerine hitaben-; “Yerinizde durun, sizi biz iktidarda tutuyoruz. Eğer siz farklı bir şey yaparsanız biz de sizi oradan alaşağı ederiz.” Gerçekten de bu, böyle. Bugün İslâm beldelerinin, halkı Müslüman olan ülkelerin yönetimindekilerin çoğu, “küresel güçler” dediğimiz ve “İsrail”in/Siyonizm’in emellerine ve hedeflerine hizmet edenlerden oluşuyor. Onların tek bir gayesi vardır: Kendi iktidarlarını ayakta tutmak ve sadece kendi menfaatlerinin gereğini yerine getirmek. Bunu yapmak için de İslâm coğrafyalarının ve Müslümanların öz kaynaklarını, gelirlerini, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürüyorlar ve bu sömürdükleriyle de kendilerini ve yandaşlarını doyuruyorlar.

Üstelik bunlar, sadece bu son süreçte değil, yıllar yılıdır Müslümanların ve ümmetin zararına hareket ettiler; halklarının hayrına hiçbir şey yapmadılar. Yıllarca onları iktidarda tutan irade ve güç ne idiyse, o güçlere ve o iradeye hizmet ettiler. Dolayısıyla aciz seyirciler olarak hayatlarını devam ettirdiler, hâlen de devam ettiriyorlar. Ve ne yazık ki bazıları vicdansız suçlular oldular.

Bundan dolayı onlardan bu manada bir adım beklememek gerekir. Aslında bir yıllık süreç içerisinde Aksa Tufanı bize birçok ders verdi ama verdiği en önemli derslerden biri de “boşuna bazılarına karşı ümit beslemeyin ve bir beklenti içerisine girmeyin.” oldu. Küresel güçlerin kölesi olan bu iktidar sahiplerinin amaçları ve gayeleri bellidir. Yıllar yılı İslâm'ın ve Müslümanların yararına ne yaptılar ki bu süreçte de ne yapsınlar! Dolayısıyla bu süreçte biz belki de birçok şekilde Gazze’nin, Aksa Tufanı’nın bir ayna olarak bize bazı hakikatleri yansıttığına şahit olduk. Şahit olduğumuz en önemli mesele de bugün İslâm coğrafyalarına, halkı Müslüman olan bu beldelere musallat olan bu yöneticilerin bir kene gibi masumların ve mazlumların kanlarını emip sadece kendi menfaatlerinden başka da bir şey düşünmemeleridir. Bu hakikati bir kez daha acı bir şekilde görmüş olduk.

Köklü Değişim: Boykot noktasında insanlar büyük bir hassasiyet gösterirken yöneticilerin birtakım kısıtlamalar ile birlikte bazı şirketler üzerinden ticarete devam ettiği görüldü. Ayrıca boykot mallarının tüm marketlerde satışına devam edildi. Gerek devam eden ticaret gerekse de boykot hakkında düşünceleriniz nelerdir?

M. Emin Yıldırım: “İsrail”in Filistin topraklarının işgali yeni ortaya çıkmış bir mesele değil... Gazze’deki baskı da sadece son bir yıllık bir mevzu değil, yıllardır devam eden bir zulümdür. Ama özellikle Aksa Tufanı ile birlikte bir şey daha gördük ki, gerçekten bizim halkımız hareket etmeye hazırdır. Yani bu demektir ki: halk ve kitleler iyi yönlendirilirse “İsrail” ile her türlü bağın ve ilişkinin koparılması gerektiği yönünde hemen bir tepki ortaya koyar -ki bunun en önemli yansımalarından biri de boykottur-. Bu noktada yöneticiler tarafından ciddi manada gerekli yönlendirmeler yapılırsa insanlar çok daha farklı adımlar atacaklarını aslında göstermiş oldular. Ama işin başka bir acı tarafını biz bu süreç içerisinde fark ettik; Müslüman idareciler, “İsrail”e ve Siyonizm’e ipleri öyle bir kaptırmışlar ki, meğer “İsrail” ile ne kadar büyük bir ticarî ilişkimiz varmış… Aylar süren bağrışmalar, çağrışmalar, bu konudaki duyarlılık oluşturma çabalarımız, ka-muoyunun tepkisini daha da arttırma noktasındaki girişimlere rağmen bir kısıtlama geldiği yönünde haberler oldu; inşallah da gerçekten bu kısıtlama gelmiştir. Çünkü son aşamada bu tica-retin ne boyutlara geldiğini bilemiyoruz.

Ama acı olan şu hakikati görmüş olduk ki meğer “İsrail”i biz besliyormuşuz. Yani “biz” derken sadece Türkiye'yi kastetmiyorum; Azerbaycan'ı, Ürdün’ü, Suudi Arabistan’ı kast ediyorum. Dört tarafı Müslüman ülkelerle çevrili o “İsrail”i, kalplerimizde bir hançer gibi duran o Siyonist Devlet’i, bugün yine biz Müslümanlar besliyor ve nefes borularını oluşturuyormuşuz. Hâl böyle olunca; ister istemez halk, boykota karşı da istenilen tepkiyi sürekli bir hâle getirmeyebilir.

Siz bir yerde bir deterjan markasını, bir kahve firmasını boykot ederken varil varil onlara pet-rol sattığınızda ya da gemi gemi onlarla ticaret yaptığınız zaman, ister istemez bu ikilem, insanları farklı bir noktada bırakıyor. Bir tarafta bir bütünlük olmayınca bu boykot meselesi de sürdürülebilir olamıyor. Ama ben, buna rağmen şunu söylemek durumundayım ki; her ne olursa olsun, hepimiz fert olarak da toplum olarak da bu meselenin hesabını Rabbimize vereceğiz.

Ben bir Müslüman olarak asla bugün “İsrail”e açıktan ya da gizliden desteğini ortaya koyan ve o Siyonizm’in akıttığı kana bir şekilde meşruiyet kazandırtan ve onlara maddi anlamda kaynak ve destek olan hiçbir firmanın malını ne almalıyım ne satmalıyım. Bu konudaki tavır, kesinlikle böy-le olmalıdır. Dolayısıyla boykot, bir tepki değil aslında; bir Müslüman duruşu, bir insanî duruştur.

Bu duruşun değerini iyi bilmemiz gerekir ki, boykot ederken neyi, ne için yaptığımızı daha iyi anlamış olalım. Tabii bu boykotun sürdürülebilir olabilmesi için alternatiflerin üretilmesi gerekiyor. Bu da bir cihattır ve özellikle inançlı insanların bu noktada alternatifleri üretmesi hem kalite hem fiyat itibarıyla insanımıza hizmet sunma noktasındaki gayreti de önemli bir meseledir. Bununda suiistimal edilmeden yapılması gerekir.

Devletlerin kendi açılarından yapması gereken de bellidir. Hadi, diyelim ki; 14 yıldır Gazze’de ambargo vardı ve 14 yıldır oralar için bir şeyler yapılamıyordu. Siz, niye 14 yıldır hatta daha ötesi, işgalin başladığı yıllardan beri “İsrail” ile ticaret yapıyorsunuz? Yaptınız, bu ana kadar bu alış-verişi götürdünüz, bari bundan sonra, yani bu kadar masum insanın katledildiği, coğrafyanın yerle bir olduğu, binaların yıkıldığı, namusların kirletildiği bir zamanda, hiç değilse insanî ve vicdanî bir sorumluluk üzere bu noktada yapılması gerekenleri yapın. En azından şimdi savaş hâlinde olduğumuz, insanlığın başına bela olmuş virüse yani Siyonizm virüsüne karşı insanî ve İslâmî bir tepki ortaya koyalım. Onun için bu noktadaki duyarlılığımızın devam etmesi gerekiyor. Asla gevşeklik göstermeyerek ister fert olarak ister toplum ister devlet bazında “İsrail” ile her türlü bu manadaki ilişkilerin sıfır noktasına taşınması elzemdir.

Biz belki de bazen maddi anlamda kayıplar yaşasak bile böyle bir tepkiyi inancımızın ve insanlığımızın gereği olarak ortaya koymamız gerekir ki yarın, -dediğimiz gibi- hesaba gittiğimizde, Allah bize sorduğunda, en azından “bunu yapabildik” diye ileri sürebileceğimiz bazı adımlar ortada olması gerekir. Allah Celle Celalehu hepimizin bu noktadaki duyarlılığını arttırmış olsun.

Köklü Değişim: Bu bir yıl içinde; sivil toplum kuruluşu (STK) ve İslâmi kitlelerin, ayrıca âlimler, hocalar ve kanaat önderlerinin söylemleri, talepleri, yaptıkları ve yapmadıkları açısından değerlendirme yapmak gerekirse neler söylersiniz? Sizce İslâmi yapılar ve âlim/kanaat önderleri bu süreçte üzerlerine düşeni yaptılar mı? Nasıl bir sınav verdiler?

M. Emin Yıldırım: Keşke “yapabildik”, diyebilseydik. Yani ben genel anlamda herkesi değerlendirme durumunda değilim ama yapamadığımız ortadadır. Keşke daha güçlü bir ses oluşturabilseydik; cemaatlerimizle, vakıflarımızla, derneklerimizle, hocalarımızla daha iyi bir manzara, fotoğraf ortaya koymuş olsaydık. Daha güçlü eylemler yapmış olsaydık, daha fazla ağırlık oluşturabilecek taleplerimiz olmuş olsaydı. Ama ne yazık, bu olmadı… Bunların olamamasının birçok sebepleri vardır. Ve maalesef gönül rahatlığıyla bu güzel memleketin insanları olarak “bunu yapabildik” diyemiyoruz. Bir yıl oldu ya, bir yıl! **Yani şöyle geriye dönüp baktığınız zaman bile biraz ses getiren birkaç eylemin dışında büyük bir tavır bile ortaya koyamadık. **

Kudüs ve Gazze meseleleri, Müslümanların ortak bir meselesi değil midir? Bir yıl boyunca Gazze’de olup bitenin her saniyesine şahit olduk. Ama bizim tarafımıza baktığımızda, herhangi bir eylemde vakıflar, dernekler, insanlar tabelalarını ve hocalarını öne çıkarmanın kavgasını verdiler. Ne yazık ki birleşmemiz gereken bir konuda yine birbirimize düştük; birileri dedi ki: “falanca varsa ben yokum!” Diğerleri dedi ki: “filanca geldiyse ben gelmem!” Öbürü “o yoksa ben gelirim!” dedi. Bunlara şahit olmuş olmamız çok acı bir durumdur. Mesela; hatırlayın, İsmail Ha-niye'nin şehadetinin arkasındaki eylemleri; vakıf ve dernekler değişik gün ve saatlerde farklı eylemler yaptılar. Oysa ki şehadetinden birkaç gün önce şehit Haniye, insanların hepsini meydanlara çağırmıştı. Yani birleşmek aslında bir şehidin son vasiyetiydi. Gönül isterdi ki ümmet-i Muhammed bambaşka bir manzarayla ortaya çıkmış olsun. Bir şehidin son vasiyeti, Müslümanların meydanlarda güçlü bir ses oluşturması noktasında bir talepti. Ama orada bile parça parça, herkes kendi tabelasını ve kendi yapısını öne çıkaracak şeyler yaptılar. Hâlen de bu bir yıllık süreç içerisinde yapılarımız böyle yapmaya devam etti. İnşallah bundan sonrası için birleşme adına adımlar atılır.

Özellikle burada âlimlerimizin, hocalarımızın ve davetçilerimizin bu meseleyi çok ciddi bir şekilde sorgulamaları gerekir. Ben de kendimi sorguluyorum; istiyorum ki bütün kardeşlerimiz, hocalarımız ve davetçilerimiz de kendilerini sorgulasın. Neden toplumda gerçekten istenilen oranda bizim tesirimiz olmuyor? Taleplerimizde mi bir problem var yoksa biz, bazı şeyleri istenilen oranda mı yapamadık? Niye Filistin ve Kudüs gibi önemli bir meselede bile bizler, toplumun daha da şuurlanmasını, daha da bilinçlenmesini, daha da ortak bir tepki oluşturmalarını sağlayamadık? Bu konuda aslında güç sahiplerine de ayrıca müeyyideler oluşturmak gerekirdi. Yani somut bir şekilde adım attıracak işler niye yaptıramadık? Neyi kaybettik ki bu manada bazı değişiklikler olmadı? Vallahi bu sorular, sorgulanması gereken en önemli meselelerdir. Gazze soykırımı bir senedir devam ediyor ama eğer iyice bunları sorgularsak, belki bazı hâllerin değişmesine vesile olabilir.

Bugün ümmetin derdi sadece Kudüs ve Gazze değil; başka birçok sıkıntılarımız vardır. Belki de bu problemlere daha somut adımlar atma noktasında bir noktaya gelebiliriz. İnşallah akıtılan o pak kanlar, o mazlumların, o muhacirlerin feryatları bizim uyanmamıza ve dirilmemize vesile olsun. Meseleleri nefsî değil, ümmet öncelikli ele alalım ve daha farklı bir şekilde üzerinde kafa yoralım ki neleri ihmal ettiğimiz noktasında kendimizi sorgulayalım. En azından bunu yaparak bu vebalden kendimizi kurtaracak adımlar atmış olalım. Allah hepimize bunu hakkıyla yapabilmeyi nasip eylesin. (Âmin.)

Köklü Değişim: Meydanlarda aylarca “Ordular Aksa’ya!”, “Mehmetçik Gazze’ye!” sloganları atıldı. Dünya Alimler Birliği de bu konuda fetvalar verdi ve orduların harekete geçirilmemesini “ihanet” olarak tanımladı. Sizce işgalci Yahudi varlığına karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerekirdi?

M. Emin Yıldırım: Tabii bu meselede sadece “Ordular Aksa’ya!” deyince bunun olmayacağını bilmek durumundayız. Gerçekten bugün İslâm coğrafyalarındaki yöneticilerin oluşturacağı ordular ne bu sorumluluğu sahiplenecek durumdalar ne de bu işin gerçekten ızdırabını tam anlamıyla çekecek düzeydeler.

Yani bir hakikati burada konuşalım. Mesela; işgal ve terör devleti “İsrail”, öncesi de var ama özellikle 1948'den beridir -bu son bir yıllık süreçte de gördük ki- önemli bir stratejiyle adım adım kendi hedefine doğru yürüyor. “Nil’den Fırat’a vaat edilmiş topraklar” dedikleri o toprakları elde etmek için cepheyi genişletiyor, arkasında onu destekleyen güçlerle bunu daha farklı yerlere yaymaya gayret ediyor. Dünya çapında oluşturduğu lobilerle, diplomasi yoluyla bambaşka bir noktaya getiriyor. Bu, bir yıllık Gazze soykırımı süreci içerisinde dünya kamuoyunu kendilerini haksız görmüş olmalarına rağmen, halk kitleleri nezdinde Siyonizm’in çok büyük bir tehlike arz ettiğinin artık farkında olmalarına rağmen yine de dünyanın yöneticilerinin “şımarık çocuğu” olarak “İsrail”, dur-durak bilmiyor ve hedefleri için yapması gerekeni yapıyor. Bu konuda kendisine verilen tepkileri “Yahudi düşmanlığı” olarak tanımlıyor ve bu kadar zulmü yapmasına rağmen kendini mağdur pozisyonuna koyarak hiçbir şekilde de zalimlikten geri durmuyor.

Böylesi bir şımarıklık ve güç karşısında bizim gönlümüze su serpecek bir hareketimiz yok ve sadece âlimlerimizin “Ordular Aksa’ya!” demesiyle ordular harekete geçmiyor. Çünkü ne âlimleri dinleyecek bir yapı var ne de ortada âlimlerin sözüne itibar edecek yöneticiler, idareciler var. Hatta bunu söylediğiniz zaman “siyasete karışma!” diye birçok tenkitler ve eleştiriler de gelebiliyor. Yani, ne yazık ki İslâm beldelerinin hiçbir yerinde bu işin hakkını verecek bir zemin için hazır değiller.

Potansiyel olarak ümmet-i Muhammed'in gücünde bir problem mi var? İnsan kaynağı olarak da maddi güç olarak da bizim çok ciddi bir noktada olduğumuz muhakkaktır; bugün “İsrail”in gücünün “İsrail”den kaynaklanmadığı da apaçıktır. “İsrail”in karşısında Müslümanlar olarak olması gereken tavrı sergileyemiyoruz ve böylece hakka taraftar olup da hakkın sesi olması gerekenlerin yaşadığı zafiyetlerin aslında bedelini ödüyoruz. Onun için; neden çağrılar ve sözler karşılık bulmuyor, neden bugün ulemanın, âlimlerin tarihte olduğu kadar etkili bir durumları yok, verdikleri cihat fetvalarının karşılığı niye yankı bulmuyor, niye insanlar bu fetvalara göre amel etmiyorlar ya da niye bu fetvalar toplumu harekete geçirmiyor… bunlar, ciddi bir şekilde sorgulanması gereken meselelerdir.

İnşallah tekrardan bir kez daha ilmin ve âlimlerin değer ve kıymetlerini anlarız da ulema ve rabbanî âlimler olarak bu sorumluluğun farkına varırız. Tarihte olduğu gibi gerçekten bu manada bazı adımlar atılır ve o zaman ancak mücadele, başka boyutlarıyla daha farklı bir noktaya gelmiş olur. “Allah Celle Celalehu o günlere bizleri eriştirsin” diye dua edip gayret etmekten başka da elimizden bir şey gelmiyor.

Köklü Değişim: _Gazze’de yaşananlar Müslümanların sahipsizliğini ve iradesizliğini bir kez daha gösterdi. Sizce bu sahipsizlik, acziyet ve iradesizliği ortadan kaldıracak unsur nedir? _

M. Emin Yıldırım: Ümmet-i Muhammed, düzenli cemaat ruhu olan, başında halifesi olup Hilâfet ile hareket eden bir topluluktur ve böyle bir toplum olarak her zaman içinde varlığını devam ettirdi. Biz ne zaman bir olduksa etrafımızdaki düşmanın gücü ne boyutta olursa olsun, o birlikten kaynaklanan bereket ve güç ile o düşmana karşı mücadele verdik. Ümmet-i Muhammed'in düşmanları ile olan imtihanları sadece bugün ortaya çıkmadı. Mesela; düşünün, Hazreti Ebu Bekir döneminde ümmet, “Ridde olayları” gibi bir olayla karşı karşıya kaldı. Ama ne oldu? O dönem ümmet birdi ve o Ridde olaylarını Hazreti Ebu Bekir, 6 ay içerisinde bastırdı. Ümmet’in içinde çıkan karışıklık bambaşka bir noktada sükûnete ve selâmete erişmiş oldu.

Başka örnekler verelim… Abbasîler döneminde “Mihne olayları” oldu. Bu olaylarda ulemanın -özellikle de Ahmed b. Hanbel'in- tavrıyla ümmet-i Muhammed yeniden ayağa kalktı. Moğollar, İslâm coğrafyalarını kasıp kavurdular. Ne oldu? Ümmet yine bir oldu, Aynicâlût'ta özellikle Seyfeddin Kutuz'un, İz b. Abdüsselam'ın ortaya koydukları o güzel kametle/duruşla ümmet yeniden dirildi. Hıttin’de, Haçlıların yerle bir ettiği İslâm coğrafyalarının o süreçlerini hatırlayın. Selâhaddîn Eyyûbî, “Şarkın en sevgili sultanı” olarak ümmeti, ittihad-ı İslâm noktasında ayağa kaldırdı. Ümmete bir ruh verdi ve yeniden bu ruhla ümmet, zamanının Bedir’ini yaşadı.

Dolayısıyla bu Gazze sürecinde de aslında biz, eğer bu birlik meselesini iyice anlayabilirsek, bugün İslâm coğrafyalarının içinde bulunduğu sorunları iyice tespit edersek, kaybettiğimiz değerleri iyice fark edersek, özellikle ümmetin ittihad-ı İslâm noktasındaki bu manada zafiyetlerini giderme adına adımlar atarsak, Müslümanları bir araya getirecek olan yegâne gücün, kuvvetin ne olduğunu iyice kavrar ve bunun gereğini yerine getirirsek vallahi, Allah'ın izniyle zafer yakın olacaktır. Bu, çok da zor bir iş değil çünkü bâtılın gücü, -dediğimiz gibi- bizâtihi kendinden kay-naklanmıyor; Hakka taraftar olanların zafiyetinden kaynaklanıyor.

Bu zafiyetleri giderirsek Allah'ın izniyle istikbâl İslâm'ındır. Allah'ın arzında, Allah'ın dediği olacaktır. Allah'ın arzında Allah'ın dediğinin olması da belli bir yasaya yani Sünnetullah'a bağlıdır. Bizden de istenen, o Sünnetullah'a göre davranmaktır. Biz, Allah'ın dinine yardım edersek Allah da bize yardım edecektir. Dolayısıyla nefislerimizin arzularını, menfaatlerimizi, kendi yapılarımızı, kendi aidiyetlerimizi öne çıkaracak adımları, bunların hepsini elimizin tersiyle iter de şu olan bitenden iyice ders çıkarır, zafiyetlerimizi giderme noktasında gerekli adımları atarsak inşallah Gazze’nin şu hâli, bizim tekrardan dirilişimize vesile olur ve darmadağın olan ümmet-i Muhammed, yeniden dirilir.

Allah, bu dirilişi en yakın zamanda bizlere nasip eylesin, bizi ayağa kaldırsın, zafiyetlerimizi gidersin, kaybettiğimiz değerleri yeniden kazanma noktasında bize yardım etsin, izzetimizi ve heybetimizi arttırsın da düşmanın önünde ve karşısına daha fazla acziyet yaşayanlardan bizleri eylemesin! (Âmin.)