Halis Bayancuk: "Ümmetin Koruyucu Kalkanı Yok"
02 Ekim 2024

Halis Bayancuk: "Ümmetin Koruyucu Kalkanı Yok"

7 Ekim Aksa Tufanı Harekâtı’nın üzerinden tam bir yıl geçti. İşgal, katliam ve soykırım ile geçen bu bir yılda Müslümanlar, İslami kitleler, âlimler, yöneticiler, devletler ve dahası dünya halkları nasıl bir sınav verdiler. Gasıp Yahudi Varlığı “İsrail”in işgali altında olan Gazze ve Filistin’in kurtuluşu için ne yapılmalı? Sorunun nihai çözümü nedir ve bunun için ne tür adımların atılması gerekir?

Köklü Değişim olarak; kanaat önderleri, âlimler, STK temsilcileri ve gazeteci yazarların katılımı ile 7 Ekim’in yıldönümünde Gazze’de yaşananları bir soruşturma dosyası ile kamuoyunun istifadesine sunduk. Soruşturmaya katılan 8 kıymetli katılımcıya 5 soru sorduk ve cevaplarını sizler için hazırladık. Kıymetli katılımcılara teşekkür ediyoruz Allah kendilerinden razı olsun.

Soruşturmanın üçüncü katılımcısı değerli Halis Bayancuk hocanın sorularımıza verdiği cevapları istifadenize sunuyoruz:

SORUŞTURMA: 7 EKİM AKSA TUFANI'NIN 1. YILI

Katılımcı: Halis BAYANCUK

Köklü Değişim: Bir yıl boyunca tüm dünya, Gazzeli bebek, çocuk, kadın ve masumların katledilmesini seyretti. Hiçbir somut adım atılamadı ve hiçbir devlet harekete geçemedi. Özellikle halkı Müslüman olan devletler hamasi birkaç söylem dışında hiçbir etkinlik gösteremedi. Bu durumu siz nasıl izah ediyorsunuz?

Halis Bayancuk: Bismillahirrahmanirrahim. Allah’a hamd, Rasulü’ne salat ve selam olsun. Bugün ki mevcut devletlerin hiçbiri, meşruiyetini İslâm’dan almaz. Haliyle bölge devletlerinin siyasi, askerî ve insani tutumlarını belirleyen, İslâmi hassasiyetler değildir. Bölge devletlerinin tamamı, birer ulus-devlettir. Batılıların dayattığı sınırlar ve o sınırlar içinde yaşayan vatandaşlarına yönelik bir tehdit algılamadıkları sürece harekete geçmezler. En iyi olanı, kuru bir kınama yayınlamakla yetinir. Ne dinî nede kültürel olarak tarihimizde yeri olmayan ulus-devlet anlayışı sonlanmadığı sürece, bölge ülkelerinden İslâmi veya insani bir hassasiyet beklemek yanlış olacaktır.

Köklü Değişim: Boykot noktasında insanlar büyük bir hassasiyet gösterirken yöneticilerin birtakım kısıtlamalar ile birlikte bazı şirketler üzerinden ticarete devam ettiği görüldü. Ayrıca boykot mallarının tüm marketlerde satışına devam edildi. Gerek devam eden ticaret gerekse de boykot hakkında düşünceleriniz nelerdir?

Halis Bayancuk: Ümmet anlayışını yok etmek ve İslâm toplumlarını dağıtmak için dayatılan ulus-devlet anlayışına ek olarak, elbisemize bulaşan bir diğer cahiliye kiri, kapitalizmdir. Şöyle ki: İslâm’da bir “değerler hiyerarşisi” olduğu gibi kapitalizmde de değerler hiyerarşisi vardır. İslâm, -bir devletin ekonomisini çökertecek olsa bile- müslimden ve mazlumdan yana tavır almayı; müstekbir, tağut ve zalimlerden berî olmayı emreder. Dahası, bu uğurda yaşanacak ekonomik sıkıntıları imtihan sayar; sabredenleri ve kardeşlerini öz nefislerine tercih edenleri övüp müjdeler [Bakara 155, Haşr 9]. Kapitalizmde ise ekonomik çıkarlar “en üst değeri” temsil eder. Ekonomi, kapitalizmin kutsalı olduğundan her türlü değer, onun uğruna feda edilebilir. Bugün dünya ekonomisine kapitalistler hükmetmekte ve kapitalistler “İsrail”e hamilik yapmaktadır. Filistin için gösterilecek her gerçekçi tavır, Küresel sermaye tarafından cezalandırılacaktır. Bölge ülkeleri, Allah’a iman edip O Celle Celalehu’ya teslim olmadıklarından bu imtihanı göze alamazlar. Dolayısıyla yüce Allah’ın müjdesi ve övgüsü onlar için bir anlam ifade etmez. Haliyle Filistin veya dünyadaki herhangi bir mazlum halk için fedakârlık yapmazlar.

Köklü Değişim: Bu bir yıl içinde; sivil toplum kuruluşu (STK) ve İslâmi kitlelerin, ayrıca âlimler, hocalar ve kanaat önderlerinin söylemleri, talepleri, yaptıkları ve yapmadıkları açısından değerlendirme yapmak gerekirse neler söylersiniz? Sizce İslâmi yapılar ve âlim/kanaat önderleri bu süreçte üzerlerine düşeni yaptılar mı? Nasıl bir sınav verdiler?

Halis Bayancuk: Her sınavda olduğu gibi bu sınavın da kazananları ve kaybedenleri olacak elbet. Rabbim bizi kazananlardan kılsın. Özelde Filistin genelde tüm zulümler karşısında verilen tepkilerin İslâmi ilkelere uymadığı, dolayısıyla istenen sonucu vermediği kanaatindeyim. İslâm’da zulme verilen tepki, imanidir. Zulme, zulüm olduğu için tepki verilir, mazlumun kimliğine bakılmaz ve zulme tepki için kimseden onay alınmaz.

Bu ilkeden yola çıkarak şunları söyleyebilirim: Dünyada zulüm yalnızca Filistin’de yok! Neredeyse İslâm yurdunun tamamında şöyle veya böyle, kimi yerde Filistin’den geri kalmayacak şekilde süregelen bir zulüm var. Allah’ın rahmet ettiği azınlık hariç, zulme tepki gösteren çoğu camia ve kanaat önderinin bir gözü iktidara bakıyor. Şayet iktidardan açık veya ima yollu bir “olur” almışlarsa tepki gösteriyor, aksi halde ölü taklidi yapıyorlar. Mesela; “İsrail”e karşı savaşan Filistinliler “kahraman”sa Afganistan ve Irak’ta “İsrail”in ağababalarına karşı savaşanlar niye “terörist”? İsmail Haniye’ye suikast yapılınca çıkan ses, Suriye’de suikasta uğrayan bir başka lider için niye çıkmıyor? İktidar veya öncesinde Gülen cemaati, bazı İslâmi yapılara açıktan zulmederken nerde bu kanaat önderleri? Kemalizm, Kürt halkını yok sayıp zulmün her türlüsünü reva gördüğünde, “ümmet” hassasiyeti neden kayboluyor? Bizim mahalleden olmayan Osman Kavala, Can Dündar, Ömer Faruk Gergerlioğlu’na zulmedilirken, Filistin için eylem yapan solcu gençler ters kelepçeyle göz altına alınırken neden izleyici durumundayız? “İsrail”e karşı İslâm ümmetinin önündeki en büyük engel yönetimlerken, neden iktidarları değil de halkı suçluyoruz? İslâmi camia ne zaman zulme sırf “zulüm” olduğu mazluma da sırf “mazlum” olduğu için destek verir, o zaman bu tepkilerin vakıada bir karşılığı olur. İktidar onaylı ve asıl suçluları ıskalayan tepkiler, -en basit ifadeyle- iki yüzlü, samimiyetsiz tepkilerdir ve günü kurtarmaktan öteye geçmez. Allah Celle Celalehu’nun bizden istediği; yakınlarımıza veya buğz ettiğimiz düşmanlarımıza fark etmeksizin, adil şahitlikte bulunmaktır [Nisa 135; Maide 8]. Allah’a hamd olsun; az da olsa bunu yapan camialar var. Rabbim sayılarını çoğaltsın.

Köklü Değişim: Meydanlarda aylarca “Ordular Aksa’ya!”, “Mehmetçik Gazze’ye!” sloganları atıldı. Dünya Alimler Birliği de bu konuda fetvalar verdi ve orduların harekete geçirilmemesini “ihanet” olarak tanımladı. Sizce işgalci Yahudi varlığına karşı nasıl bir mücadele verilmesi gerekirdi?

Halis Bayancuk: Bu çağrıları iki kısma ayırıyorum: şirk, tuğyan ve zulüm üzere kurulu bu sistemlerin “ordularını harekete geçireceğine inanma”nın, İslâm’la batıl arasındaki kavgayı anlamamak olduğu kanaatindeyim. Zira bölge devletleri birer ulus-devlettir. İtikadi olarak laik, ahlak olarak kapitalisttir. Bu orduların varlık amacı; İslâm’ı baskılamak, olası İslâmi uyanışları en sert yöntemlerle yok etmektir. Böylesi devletlerin İslâm veya insanlık adına harekete geçeceğine inanmak, büyük bir hata olur. Şayet bu çağrıda bulunanlar; halkın uyanmasını amaçlıyor, çocuklarını teslim ettikleri sistemlerin onların dertlerine ve İslâm’ın meselelerine duyarsız olduğunu göstermek istiyor veya bu ordularda bulunan vicdan sahiplerini harekete geçirme umudu taşıyorlarsa bu, bir davet metodudur. Toplumun uyanışına vesile olmak için kullanılan her meşru yöntem gibi, faydalı olup sonuç vermesini niyaz ederim.

Nasıl bir mücadele metodu izlenmesi gerektiğine dair fıkraya, bir sonraki soruda cevap vermiş olacağım.

Köklü Değişim: Gazze’de yaşananlar Müslümanların sahipsizliğini ve iradesizliğini bir kez daha gösterdi. Sizce bu sahipsizlik, acziyet ve iradesizliği ortadan kaldıracak unsur nedir?

Halis Bayancuk: Her birimizi Müslümanlığımızdan ve insanlığımızdan utandıran “Aksa Tufanı” süreci gösterdi ki; miting düzenlemek, ateşli konuşmalar yapmak ve boykot hassasiyeti güzel, ancak yetersizdir. Zira yaşadığımız zulüm ne Filistin’e özgüdür ne de son bir yılın meselesidir. Asırlara yayılan, son bir asırdır iyice belirginleşen bir mustazaflık halimiz vardır. Bizi bu duruma düşüren sorunları öncelikle tespit etmeli, sonra kabul etmeli, sonra çözüm için yollar aramalıyız. Aksi halde önceki süreçlerde yaşanan şey aynen tekrar edecektir. Zulme uğrayan Filistinliler ile zalim “İsrail” ateşkes yapacak, bizler evlerimize dönecek ve hayatımıza kaldığı yerden devam edeceğiz. Bir sonraki “görünür” zulme kadar sessizliğimizi koruyacak, zaten var olan bir zulüm görünür olduğunda meydanlara çıkacağız.

Mustazaflık halimizin en önemli iki nedenini zikretmek istiyorum:

•Yahudileşmek!

“Yahudileşmek”, Allah Rasulü’nün getirdiği katışıksız/halis dini tahrif etmek; itikadi, siyasi ve ahlaki olarak yozlaşmaktır. Kur’an’da buna dair verilen ilk ve en geniş örnek, Musa peygamberin ümmeti, İsrail oğullarıdır. İsrail oğulları, Musa peygamberin mesajını tahrif edip Yahudileşince, Allah Celle Celalehu onları, türlü cezalarla cezalandırmıştır. Bu cezalardan biri de onların üzerine vurulan “zillet ve meskenet” damgasıdır [Al-i İmran 112]. Allah Celle Celalehu bu kıssaları; ibret alalım, onların düştüğü manevi tuzaklara düşmeyelim ve onların akıbetinden korunalım diye anlatmıştır.

İslâm ümmetinin vakıasına bakan biri; neredeyse dünyanın her yerinde ümmetin zulme uğradığını ve beldelerinin işgal edildiğini görecektir. Acaba bir asırdır ümmete vurulan bu zillet ve meskenetin nedeni, ümmetin Yahudileşmiş olması olabilir mi? Kur’an ve Sünnet bu soruya apaçık bir cevap verir:

“Onlardan sonra bir topluluk geldi, namazı zayi/ihmal edip şehvetlere uydular. Onlar ‘ğayy’ (özel bir azap çeşidi) ile karşılaşacaklardır.” [Meryem Suresi 59]

“Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ‘Muhakkak, sizden önceki ümmetlerin yoluna karış karış, arşın arşın uyacaksınız. Hatta onlar bir kelerin deliğine girseler, sizler de onları takip edeceksiniz.’ buyurdu. Bizler, ‘Ey Allah’ın Rasulü! Bu ümmetler, Yahudiler ve Hıristiyanlar mıdır?’ diye sorduk. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, ‘Başka kim olacak?’ dedi.” [Buhari, 7320; Müslim, 2669]

Sonradan gelen bizlerin; şehvetlere uyup namazı zayi edeceğimiz (-ki namaz, yalnızca ameli değil itikadı da simgeler-), adım adım Yahudi ve Hıristiyanlara uyacağımız, onların en olmadık işlerinde bile (dinle devleti ayırmak gibi) onların izinden gideceğimiz açıktır. Öncelikli sorumuz şu olmalıdır: Biz hangi alanlarda Yahudileştik? Bu Yahudilikten nasıl tövbe edeceğiz ve bozduğumuz itikadi, siyasi ve ahlaki halimizi nasıl ıslah edeceğiz? Şayet başımıza gelenler, ellerimizle kazandığımızın karşılığıysa ve kazandıklarımızın en münkeri de Yahudileşmekse, bu sorunu çözmeden sorunun sebep olduğu mustazaflık ve zilleti sonlandırmak mümkün değildir.

•İslâm’ın dinî ve siyasi otoriteden yoksunluğu: Halifesizlik!

Yukarda sorduğunuz soruların tamamı, dinî ve siyasi otorite olan İmam’ın/Halife’nin sorumluluğudur. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dediği gibi: “İmam kalkandır; onunla (tüm kötülüklerden) korunulur ve onun ardında savaşılır.” [Buhari, 2957] Bugün ümmetin kalkanı, yani koruması yoktur. Müstekbir, tağut ve zalimleri ümmet karşısında bu denli tamahkar kılan tam da budur; halifesizlik! Onlar biliyorlar ki; ne yaparlarsa yapsınlar, tepkiler bireysel veya grup bazında olacak, hiçbir zaman bir bütün olarak Batı medeniyeti karşısında İslâm medeniyetinin tepkisine dönüşmeyecektir. İmamsızlık öyle büyük bir musibettir ki; zulüm karşısında verdiğimiz tepkiler bile, günün sonunda bizleri karşı karşıya getirmekte, zalimlere bir zarar veremeden kendi aramızda bölünme yaşayabilmekteyiz. Şöyle ki: var olan zulümlerden hangisini öncelememiz gerektiği ve öncelediğimiz zulme nasıl karşılık vereceğimiz (elle mi, dille mi, kalple mi) İslâmi yapılar arasında tartışmaya neden olmakta; taraflar birbirini “korkaklık” veya “maceracılık”la suçlayabilmektedir! Haliyle en öncelikli meselelerden biri; bu sorunu gündemleştirmek, bir kavram olarak ümmetin bilincine nakşetmektir.

Şayet Aksa Tufanı, içinde bulunduğumuz mustazaflık halinin asıl sebeplerini görmemize vesile olursa gerçek bir hayra vesile olur. Zulme tepki olarak yaptığımız boykot ve gösteriler zulme tepki olmanın ötesine geçer, uyanışa vesile olur.

Allah ’a Celle Celalehu’ya hamd olsun.