Ümmetin Evi Yanıyor; Birilerinin Işıkları Yanıyor!
20 Ekim 2020

Ümmetin Evi Yanıyor; Birilerinin Işıkları Yanıyor!

Hem evrensel ölçekte ve hem de yerelde laisizm krizdedir. ABD’den Avrupa ülkelerine, Çin’e Rusya’ya Krizler bir birini kollamaktadır. Hilâfet’in ilgasıyla laisizmin sirayet ettiği bütün İslâm ülkelerinde de siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki krizlerin ardı arkası kesilmemektedir. Kriz hâli kanıksanarak adeta normal karşılanmaktadır. Türkiye’de art arda yaşanan ve zaman zaman darbeyle sonuçlanan siyasi, sosyal, ekonomik ve yargısal krizler dizisi bunun bir yansımasıdır.

Nitekim makalemizin konusu olan yargı krizi, bazen siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin tetikçisi, bazen de sonucu olarak sair krizlere eşlik etmiştir. 18 yıllık AK Parti iktidarında laik sistem Amerikan tipi başkanlık sistemine evirilmesi yargının konumunu değiştirmemiştir. Doğu Perinçek “Hukuk siyasetin köpeğidir!” dediğinde laik rejimlerdeki fiilî durumu ifade etmiştir. “Kuvvetler ayrılığı” ilkesi gereği birbirlerinden bağımsızlaşması öngörülen siyaset ve yargının, gerçek manada hiçbir zaman birbirinden ayrı olamadığı bir gerçektir.[1] Zira siyasi gücün tahammülsüzlüğü kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir yalandan ibaret kaldığını defalarca ispatlamıştır. Siyaset ve yargı arasındaki sorun demokrasi icat edilirken de gündeme gelmiştir. Bunun önüne geçilemeyeceği kanısında olan bazı düşünürler, işi devlet kurumunu inkâr etmeye vardırmışlardır. “Yargı siyasetin köpeğidir!” deyimi bu bağlamda ilk kez Rus düşünür Mihail Bakunin tarafında siyaset literatürüne sokulmuştur.

Nitekim laik düşüncede doğrunun temel ölçüsü fayda/maslahat olması ve maslahatın sürekli adres değiştirmesi anayasa ve yasaları siyasal iktidarın elinde bir oyuncak hâline getirmiştir. “Halkın iradesi” yalanı bir tarafa bırakılırsa gerçekte anayasa ve yasaların değiştirilmesi konusunda diktatör rejimler ile demokratik rejimler arasında bir fark yoktur. Yargının konum ve yetkileri de bu düzenlemelerden payına düşeni almıştır. Dahası yargı işbaşında iken de siyasi iktidarın tasallutundan asla kurtulmamıştır. Konuyu irdelediğimizde, Fransız yazar Montesquieu’nün tasnif ettiği şekliyle[2] devletin temel fonksiyonları olan yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişki açısından da diktatör rejimler ile demokratik rejimler arasında bir fark olmadığını görmekteyiz. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, sanıldığının aksine pratikte yetkilerin kötüye kullanılmasını önlemeye yönelik denetleyici ve dengeleyici bir fonksiyon icra etmemiştir. Bu bakımdan diktatör ve demokratik rejimlerin teoride farklı olsalar da pratikte aynı şekilde hareket ettiklerine şahit olmaktayız. Bu, her iki rejimin en temel vasfının laiklik olmasından kaynaklanmaktadır.

Gerçek şu ki rejim ve yargı krizleri bağlamında en mümbit ve çarpıcı yönetimlerden biri de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cebren ve hile ile Hilâfet’in ilgası ve ardından cumhuriyetin ilanı ile Anadolu’ya ithal edilen demokrasinin serüveni, laik rejimin bütün karakteristik özelliklerini taşımaktadır. Ecnebi ithal rejim, teorik olarak üzerine kurulu olduğu hiçbir temel ilkesine riayet etmeden Anadolu topraklarını istila etmiştir. Ardından devreye sokulan İstiklal Mahkemeleri, Mihail Bakunin’in yakıştırmasıyla rejimin itaatkâr köpeği gibi hareket etmiş etmiştir. Rejime karşı düşünsel itirazlar şöyle dursun, en ufak bir icraatına itaat etmeyenler darağacında sallandırılmıştır.[3] Hatta “Önce idamına, bilahare yargılanmasına…” diye kararlar çıkarılmıştır. Yaşı küçük olan kurbanlar, yaşı büyütülerek idama mahkûm edilmişlerdir. “Köpektir zevk alan sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten!”[4] mısraı bir bakıma siyasetin güdümüne giren yargıyı ifade etmektedir.

Siyaset erki ile yargı gücü arasındaki bu gayrimeşru ilişki cumhuriyet rejimi boyunca devam etmiştir. 1957 seçimlerine “Yeter söz milletindir!” sloganıyla seçime giren DP, aslında bugüne kadar yapılan bütün inkılapların millete rağmen yapıldığını ilan etmekteydi. Ne ki bu çıkış bile gerçekte milleti aldatmaya yönelik sarf edilmiş bir cümleden ibaretti. Zira DP’nin bütün çabası halkın sisteme entegre edilmesine endekslenmiştir.

Diğer taraftan cumhuriyetin “tapınak şövalyeleri” çoktan derin devlet karakterine bürünmüştür. DP ezici bir çoğunlukla seçimi kazanıp yasal hükumet kurmuş olsa da bürokrasi ve yargı hâlâ tapınak şövalyelerin elindeydi. DP, rejimin kök salması adına ezanın aslına çevrilmesi gibi halkın sabırsızlıkla beklediği sembolik birkaç icraat gerçekleştiredursun, rejimin kurucu partisi demokrasiden sapıldığı kanısına varmıştır. Nihayet 27 Mayıs 1960’ta derin güçler demokrasi adına askerî darbeyle kurdukları rejime yine darbeyle ayar vermekte bir beis görmemişlerdir.

1961 Anayasasının temel felsefesi siyasi iktidarın denetlenmesi gerektiği düşüncesine dayanıyordu. Bundan hareketle 25 Nisan 1962 tarihinde yürürlüğe girmek üzere Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Nitekim bundan böyle siyasi iktidar yargı ile ilişkisini çoğunlukla bu kurum üzerinden sürdürecektir.

Kapitalizmin yönetim biçimi olan demokratik rejimi, siyasi iktidarlardan ve özellikle halktan korumak için kurulan Anayasa Mahkemesi, günümüze değin hukukun siyasallaşmasına mani olamamıştır. Anayasa Mahkemesi, dengeleyici bir unsuru almak yerine, halkın her talebini karşılama tehlikesi karşısında siyasi iktidarın uyarıcısı olmuştur. Gerçek şu ki; siyaset yargıya istikamet verirken de, yargı siyaseti dizayn ederken de asıl hedef, halkın kadim amentüsü olan İslâm ile siyasi bir bağ kurmasını engellemek olmuştur.

Günümüze gelindiğinde Anayasa Mahkemesi daha önce OHAL’de çıkarılan KHK’leri kısmen de olsa yargı denetimine tâbi tuttuğu hâlde, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hâl döneminde bu görüşünden vazgeçerek OHAL’in KHK’larını denetlemekten tümden vazgeçmiştir. Bu ve benzeri içtihat değişikliği boyutunu aşan birbirine aykırı tutum ve kararlar siyasetin yargı üzerindeki baskısını dışa vurmuştur. 16.04.2020’de çıkan af yasasının iktidarın isteği doğrultusunda AYM tarafından genelleştirilmemesi de bir tutum değişikliğine karşılık gelmekteydi. Bütün bunlar bile siyasi iktidarın memnun olmasına yetmemiştir. Nihayet AYM’nin verdiği hak ihlali kararlarının tam olarak uygulanmamasına dair örnekler, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile siyasetin yargıyı etkilemesi meselesini gündemin üst sıralarına taşımıştır.

Örneğin; Yılmaz Çelik, 12.08.2014 tarih ve 2014/13117 başvuru numarasıyla Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. 19.07.2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi derece mahkemelerine ders verir nitelikte uzun değerlendirmelerden sonra Yılmaz Çelik hakkında hak ihlali kararı vermiştir. Değerlendirmenin 62. paragrafında şöyle denilmektedir:

“Sonuç olarak somut olayda başvurucu tarafından ileri sürülen ve yargılamanın sonucunu değiştirme ihtimali bulunan iddiaların dikkate alınmaması ve gereği gibi değerlendirilmemesi nedeniyle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir.”[5] Ardından bu yönde karar açıklanmıştır.

Buna rağmen yerel mahkemeler Anayasa Mahkemesi’ne karşı direnmiştir. Aylar sonra ancak yerel mahkemeler kısmen durumu kabullenmiştir. Türkiye’nin birçok ilinde yeniden yargılanan Hizb-ut Tahrir üyeleri berat etmiştir. Ancak bazı illerdeki derece mahkemeleri, AYM’nin hukuken bağlayıcı olan bu hak ihlali kararını kaale almayarak yargı içindeki kargaşayı görünür kılmıştır. Artı makalemizin konusu olan siyaset ve yargı ilişkisi bağlamında sürüp giden tuhaflığı gözler önüne sermiştir.

Nitekim Bursa 2. Ağır Ceza, Konya 4. Ağır Ceza ve İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemeleri bir buçuk yıldan fazla bir süredir AYM’nin Hizb-ut Tahrir hakkındaki hak ihlali kararını tanımamıştır. Bu hukuksuzluk Bekir Kurtuluş, Nihat Kurtaran, İsmail Özcan, İbrahim Er, Mehmet Sena Erat, Nurettin Kurtuluş Göksugüzel Murat Savaş, Hacı Ahmet Savaş, Ali Rıza Türkdemir ve Ömer Gök olmak üzere 10 kardeşlerimizin mağduriyetlerinin sürmesine neden olmuştur.

Yeniden yargılanan Hizb-ut Tahrir üyeleri berat ederken, Antalya 2. Sulh Ceza Hâkimliği geçtiğimiz günlerde 29.09.2020 tarihinde gözaltına alınan 14 Hizb-ut Tahrir mensubu kardeşimizden 11’i hakkında tutuklama kararı vererek Hizb-ut Tahrir’e yönelik yargı zulmünü açıkça devam ettirmiştir.

AK Parti bu zulümden sorumlu olduğu hâlde sessizliğini korurken, CHP işin ucu kendisine dokunmayana kadar bir tek cümle etmemiştir. Ancak CHP Milletvekili Enis Berberoğlu hakkında AYM’nin verdiği hak ihlali karının derece mahkemelerince reddedilmesi üzerine CHP yağıp gürlemeye başlamıştır.

AYM üyeliğine seçilen Basri Bağcı’nın yemin töreninde konuşan AYM Başkanı Arslan, verdikleri ihlal kararlarının yarıdan fazlasının adil yargılanma hakkına ilişkin olduğunu ifade etmiştir.

Yukarıda kısmen zikrettiğimiz hükumetin elini rahatlatan onca AYM kararına rağmen bireysel başvurularda hukuka uygun olarak verdiği hak ihlalleri kararları hükumeti rahatsız etmiştir. Derece mahkemelerin tamamen hükumetin kontrolünde olduğu ve fakat AYM’nin zaman zaman bu uyumu bozduğu izlenimi vermiştir. Dahası İçişleri Bakanı S. Soylu’nun AYM’ye yönelik kullandığı dil ve üslup gerginliğe tuz-biber ekmiştir.

Adalet Bakanı A. Gül’ün “Anayasa Mahkemesi, önemli bir iç hukuk yoludur. Vermiş olduğu kararlar Anayasa’ya göre de bağlayıcıdır.” demesine rağmen yerel mahkemelerin direnmesi, zihinlere iktidarın ortağı MHP’yi getirmektedir. Yerel mahkemeler üzerinden bir güç devşirme yoluna gitmiş olabileceğini ve bunun siyaset ve yargı ilişkisini zehirlediğini düşündürmektedir. Devlet Bahçeli’nin “Anayasa Mahkemesi’nin son dönemde verdiği bazı kararlar sakattır. Anayasa Mahkemesi yeni hükümet sistemi doğasına uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır. ‘Hak ihlali’ adı altında verilen kararlar telafisi imkânsız zararlar vermektedir.” şeklindeki çıkışı yargının bağımsızlığının bir temenniden ibaret olduğunun ifadesi olmuştur.

Ardından AYM Başkanvekili Engin Yıldırım’ın Twitter’da, “ışıklar yanıyor” ifadesiyle AYM'nin fotoğrafını paylaşması üzerine İçişleri Bakanı S. Soylu’nun Bakanlık hesabından, “Işıklarımız hiç sönmüyor” açıklamasıyla Bakanlığın fotoğrafını paylaşması, işi çığırından çıkarmıştır.

AYM’nin hak ihlali kararları kamuoyu tarafından olumlu karşılanır ve İçişleri Bakanı S. Soylu’nun tavrı yadırganırken Başkanvekili Engin Yıldırım’ın söz konusu tweet’i atması iyi niyetli bir yaklaşımı hak etmemektedir. Zira her hâlükârda hükumetin işine yaramıştır. Hükumetin AYM’nin yapısını yeniden dizayn etme konusunda elini güçlendirmiştir.

Hükumetin yapacağı bu düzenleme ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Tam da bu yüzden demokrasinin en temel ayaklarından biri olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin aslında bir temenniden öteye geçmediği inkâr edilemez. Gerçekte ne bağımsız bir yasamadan, ne bağımsız bir yürütmeden ve ne de bağımsız bir yargıdan söz edilebilir. Demokrasinin bu toprakları istila ettiği günden beri söz konusu üç kuvvetin bağımsız olduğu tek merci vardır o da halktır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin her zaman emrinde hareket ettikleri odak, İslâm ve ümmet düşmanı güç odakları olmuştur.

Bu ümmetin kurtuluşu, yasamasını âlemlerin Rabbinin yaptığı, yürütmesini ümmetten biat alan raşid halifelerin üstlendiği ve Allah’tan başka hiçbir merciden korkmayan adil hâkimlerin yargıyı temsil ettiği bir düzen ile olacaktır. O da nübüvvet metodu üzerine kurulacak olan II. Râşidî Hilâfet Devleti’dir.

Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın!


[1] Mustafa Uluçakar, Mehmet Fatih Çınar, “Türkiye’de Yargı ile Siyaset İlişkisinin Kuvvetler Ayrılığı Perspektifinden Analizi”, İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 7 (1), Nisan 2020, ss. 126-14 1

[2] Devlet Teorisinde Kuvvetler Ayrılığının Doğuşu: Locke ve Montesquieu, Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Özkan Duvan

[3] İstiklal Mahkemeleri; TDV

[4] Namık Kemal; Hürriyet Kasidesi

[5] Türkiye Cumhuriyet Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu / Karar: Yılmaz ÇELİK Başvurusu / (Başvuru Numarası: 2014/13117)

___

#YargıZulmüneDurDe