Kriz
27 Ekim 2020

Kriz

İslâmcı radikalizmle -bu tamlama aslında bir perdelemedir bu ve benzer tamlamalar gördüğünüzde İslâm olarak algılamalısınız-, (öyle okuyalım) “İslâm” ile mücadeleye dair ulusa sesleniş konuşması yapan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İslâm’ın ‘pozisyonundaki aşırı katılık ve sertlik nedeniyle bugün bir kriz içinde olduğunu’ söyledi. Macron’un bu çıkışının -ister iç politik bir hamle olsun isterse başka bir niyet olsun- gösterdiği bir hakikat var ki o da Batı’nın İslâm ile olan mücadelesinin yüksek perdeden dile getirilmesidir.

Yaşadığımız son yüzyılda bir kriz var, evet! Fakat bu kriz, İslâm’ın krizi değil… Batı düşün dünyasının çıkmazları, ortaya koyduğu ve oluşturmaya çalıştığı tanrı-insan hedefinin çökmesi ve sayabileceğimiz diğer birçok neden ve bunun sonucunda tüm dünyayı sürüklediği bir kriz… Şöyle tanımlamak da mümkün, İslâm’ın fikrî ve siyasi vizyonunu alıp insanlığa bir alternatif olarak ortaya koyamayan Müslümanların krizi… Bu iki durumun bir biriyle büyük bir etkileşim içinde olduğunu da söylemek gerekir.

Bu çağ, birçok değişim ve dönüşüme şahitlik etmiştir. Kendinden öncekileri geride bırakacak şekilde yeni değişimlere de açık olduğu aşikâr. İslâm düşüncesi, hadarat ve medeniyet inşa etme pozisyonunu kaybettiğinden beri Batı, kapitalist düşünce sistemini “modernleşme ve sekülerleşme” kavramları altında Avrupa dışındaki toplumlara fikrî, kültürel ve siyasi olarak yerleştirdi. Bu arada belirtmek gerekir ki “Batı” dediğimiz zaman bir yönden veya bir coğrafyadan bahsetmiyoruz; bir düşünce sistematiği ve pratiğinden yani ideolojik bir düşünceden bahsediyoruz.

Yaşadığımız çağı, modernleşmenin çeşitli biçim ve formları ile radikalleştiği bir çağ olarak tanımlamak hatalı olmaz sanırım. Bugün devletlerarası ve kültürlerarası karmaşık bir düzende ortaya çıkan bir birincil unsur, ne sınıflar arası bir çatışma ne de liberalizmin insanlığa sunduğu mutlu(!) bir sonun yaşandığı bir durumdur. Tam aksine yaşadığımız sürecin, hadaratlararası bir mücadele olduğunu tespit etmek için dünyadaki gerilim ve mücadele alanlarına bakıldığında, bu alanların İslâm beldeleri olduğu ve taraflarının da -az önce ifade ettiğim manası ile- Batı ve Müslümanlar olduğunu görülür. Batı, dünyanın modernleşmesiyle yani değerler düzleminde Batı hegemonyasına girmesiyle direnç alanlarının ortadan kaybolacağını varsaymıştı. Batı tarzı modernleşme sürecine paralel olarak akidevi-kültürel direnç alanlarının ortadan kaybolacağını öngörmüştü. Bunu yaparken Batı’nın kendisini “üstünler” statüsünde tanımladığını belirtmekte fayda var. Süreç, Batı’nın planlarına uygun ilerlemedi. Devletlerarası düzlemde ortaya çıkan durum ise Batı hadaratının radikalleşerek kendisini dayattığı ve karşısında da İslâm hadaratını ve Müslümanları bulduğu bir hesaplaşma/hesap görme arenasına dönüştü. Kuşkusuz burada, Batı değerlerinin bir devletler bloğu tarafından temsil edildiği fakat İslâm hadaratı ve Müslümanlar açısından böyle bir temsiliyetin olmadığı yani İslâm hadaratını ve Müslümanları mobilize eden bir devlet mekanizmasından yoksun olduğu bir dengeden bahsediyoruz.

Bu mücadele sürecinin temeline inerek devam edelim…

İnsan kalkınmak için, fikir ve eğilimlerini dayandırdığı, diğer insanlardan farklı ve özgün bir yaşayış oluşturduğu entelektüel/fikrî bir temel edinmelidir. Çünkü insan, organik veya içgüdüsel bir açlığını doyurmak istediğinde, onun davranışlarına yön veren, eğilimlerini şekillendiren sahip olduğu mefhumlarıdır. İşte Batı hadaratının/kapitalizmin işgal ettiği ve bir forma sokma çabasına giriştiği yer, tam da bu noktadır. Kapitalizm, insanların mefhumlarını zehirlemiştir. İnsanlar, Huntington’ın “Batılı olmayanların yönetim, ekonomi, eğitim ile ilgili tüm işlerinde ve tüm kurumlarında önceki tüm değerlerini terk etmeleri ve Batılı kavramları benimsemeleri gerekiyor” ifadesinin uygulanmasıyla zehirlenmişlerdir. İşte mücadelenin kritik noktası burasıdır. Oryantalist bir algı ile yapı bozumuna uğratmaya çalıştığı alan işte bu mefhumları inşa etme gücünü elinde bulunduran İslâm’dır. Kapitalizm, yaratıcının insanların işlerini yürütmekle hiçbir ilgisi olmadığını iddia ediyor. Ve bunu, insanı -özellikle de Batılı, liberal, kapitalist ve demokrat insanı-, “tanrıinsan” konumuna çıkararak yapmaya çalışıyor. Aslında böyle yapmakla insanı ihmal eden, onu sadece bir sayı olarak gören, parayı artırmaya ve çeşitlendirmeye, zenginle fakir arasındaki uçurumu genişletmeye odaklanan ve yağmayı farklı isimler altında kodlayan bir anlayış bu temel fikirden ortaya çıktı. İşte dünyanın yaşadığı tüm bu ifsat, bütün fikir ve kurumlarıyla kapitalizmin doğal bir sonucudur. Bu ifsadı da ihyaya dönüştürecek sadece İslâm’dır.

Evet, Batı’nın taşıyıcılığını yaptığı kapitalist anlayışın, kendisini kültürel anlamda Batı’nın sınırları içinde tanımlayan toplum ve devletlerarasında sınıfsal ve ekonomik bir mücadele olduğu doğrudur. Zaten bu kapitalizmin doğası gereğidir. Fakat bu sınıfsal ve ekonomik mücadelenin, Batı ve onun değerlerine karşı bir meydan okuma olmadığı da büyük bir hakikattir. Meydan okumanın ve direnç alanlarının oluştuğu hatlar ise hadaratlar düzleminde gerçekleşmektedir. Bu direnç alanlarının tarafları ise Batı ve Müslümanlardır, İslâm ve kapitalizmdir.

Spengler’in ortaya attığı bir medeniyet kültür ilişki değerlendirmesi vardır; “Medeniyet kültürün önlenemez kaderidir.” der ve medeniyeti de “gelişmiş insanlık türünün varabileceği en dış ve suni durum” olarak açıklamaya çalışır. Bu değerlendirme üzerinden Batı’nın gelişmiş insanının varabileceği ve Batı kültürünün kaçınılmaz bir şekilde ulaşabileceği son durum olan kapitalizmin oluşturduğu fotoğrafı görmek istersek Orta Doğu’ya, Latin Amerika’ya, Asya’ya, Uzak Doğu’ya, Balkanlara, Kafkasya’ya, Afrika’ya kısacası dünyayı sürüklediği kargaşa ortamına bakmanız yeterli olacaktır. Sadece savaş ve çatışma alanlarına değil, ekonomik anlamda oluşturduğu uçuruma, sağlık alanında oluşturduğu sürdürülebilir hastalık politikasına vs. her alanda insanlığı getirdiği uçuruma bakmamız yeterli olacaktır.

Evet, kriz var. Ama bu kriz İslâm’ın değil Batı’nın krizidir.

Noah Feldman tarafından The Fall and Rise of The İslâmic State (İslâm Devleti’nin Yıkılışı ve Yükselişi) adlı kitabında ifade ettiği “sembolik ve pratik açıdan İslâm Devleti 1924 yılında öldü. Fakat bugün İslâm devleti yeniden canlanıyor. Trend onlardan yana. Coğrafi aralığı Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan Müslüman ülkelerde dikkate değer çoğunluklar şeriatın ülkeleri için hukuk kaynağı olması gerektiğini savunuyorlar.”

“Vakti Gelen Fikir” başlığındaki makalesinde Patrick Buchanan; Bugün milyonlarca Müslüman daha saf İslâm’a, kendi köklerine dönüyor. Gerçekten İslâm inancının uzun ömürlülüğü şaşırtıcıdır. İslâm, Osmanlı Devleti’nin 200 yıl süren yenilgilerine ve hafife alınmasına, Hilâfet’in Atatürk tarafından kaldırılmasına rağmen dayandı. Batı’nın egemenliğine nesiller boyu dayandı. Mısır, Irak, Etiyopya, İran ve Libya’daki batı yanlısı monarşileri geride bıraktı. İslâm, Komünizme kolayca karşı koydu. 1967 de Nasırcılık çizgisine dayandı ve Arafat ve Saddam’ın milliyetçiliğinden daha dayanıklı olduğunu kanıtladı. Şimdi ise dünyanın son süper gücüne direniyor*.”*

Bu değerlendirme ve tespitlerin de gösterdiği hakikat; kapitalizmin çöküşünün İslâm’ın da yükselişinin bir ifadesi niteliğindedir.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un yaptığı açıklama özelde kendisinin fakat genel olarak tüm Batı’nın yaşadığı yenilgi psikolojisinin dışa vurumudur. Böyle okunmalıdır.

Elimizde geleceği görebildiğimiz bir küre yok! Küreye ihtiyacımız da yok. Çünkü artık asa kırıldı…

Son söz… Tekrar ediyorum: Evet, kriz var. Ama bu kriz, İslâm’ın değil Batı’nın krizidir.

اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ اَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَۜ وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اِلٰى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَۙ

“Gerçek şu ki, inkâr edenler, (insanları) Allah’ın yolundan engellemek için mallarını harcarlar; bundan böyle de harcayacaklar. Sonra bu, onlara yürek acısı olacaktır, sonra bozguna uğratılacaklardır.” [Enfal 36]

___

#KapitalizmÇöktüÇözümİslam

#DemokrasiYalanÇözümİslam