Kirli ve Haince Yapılan Siyaset
07 Ocak 2019

Kirli ve Haince Yapılan Siyaset

Siyasi kirliliğin zirve olmuş olduğu son yıllarda, anlamak ve görmek isteyenler için ihanet artık aşikâr olmuştur. Lakin kirli siyaseti anlamayan ve göremeyen bazı insanların aklı ve eylemleri o kadar karışmış ki, artık onlar, neyin kirli neyin temiz olduğunu görmekten, anlamaktan aciz bir haldeler.

İslâm’ın ve kutsallarının ulaşılamaz olduğu, bunun aksini ifade etmenin dahi mümkün olmadığı bir İslâm anlayışı hayata uyarlanmaya çalışılmaktadır. Kişilerin bireysel inanç dünyası ile toplumsal bir İslâm anlayışının farklı bir şekilde takdim edildiği; kişilerin diledikleri dine mensup olmalarında bir sakınca görmeyen, inanç temelli bir toplumsal yapıyı talep etmeyen liberal, laik İslâm anlayışının, devlet erkânı, din adamı kisvesindeki hocaları ve akil(!) insanlar zümresi marifetiyle empoze edildiği bir süreçle karşı karşıyayız. Yine zaman zaman “kükreyen” lakin aynı anda kükrediği kişi ve kuruluşlara “stratejik ortak”, “dost” ve “örnek devlet” olarak bakan bir sisli siyasi üslup ile karşı karşıyayız. İşte tüm bu kirli ve haince izlenen siyasi hamleler artık körleşmemiş, akleden Müslümanlar için elle tutulur, gözle görülür birer ihanet nişaneleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Özellikle Afganistan, Irak, Yemen ve Suriye üzerinden izlenilen kirli siyaset o kadar bariz ki, görmemek için kör olmak gerekiyor. 2001 yılında Afganistan, 2003 yılında Irak, 2011 yılında Suriye ve son olarak ise 2015 yılında Yemen’de başlayan işgal ve iç savaş girişimleri esnasında tüm dünyanın gözü önünde yüz binlerce sivil halk katledildi, milyonlarca insan evini, malı mülkünü terk ederek mülteci konumuna düştü. Yine ırzları kirletilen ve canilerin akıl almaz işkenceleri altında inim inim inleyen zindanlarda yatan Müslümanlar. Evet, bu coğrafyanın çektiği bu ıstırabın birinci müsebbibi kesinlikle Müslümanlar ve başlarında bulunan zelil, hain yöneticilerdir. Yaşamış olduğumuz ülke açısından Türkiye’nin mezkur bahsetmiş olduğum dört ülkenin durumu ile alakalı takındığı tavırları sizlere kısaca tekrardan hatırlatmak istiyorum. Bu şekilde kirli siyasetin iç yüzünü tekrar görmüş olacağız.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ağustos 2018 tarihinde The New York Times gazetesi için kaleme aldığı makalesinde şunları itiraf etmişti:

“ABD'deki ikiz kulelere 11 Eylül 2001 günü yapılan saldırıların ardından askerî birliklerimizin, buradaki NATO misyonunu başarıya kavuşturmak için Afganistan'a gönderildiği…”

Erdoğan’ın itiraf etmiş olduğu bu misyon hala devam etmektedir. Bu konu ile alakalı 25 Aralık 2018 tarihinde Meclis’ten geçen Afganistan Tezkeresi medyada şu şekilde haberleştirildi:

TBMM Genel Kurulunda, Türk Silahlı Kuvvetlerinin, NATO’nun Afganistan'da icra edeceği kararlı destek misyonu için yurt dışına gönderilmesi konusunda Hükümete verilen izin süresinin, 6 Ocak 2019 tarihinden itibaren iki yıl daha uzatılmasına ilişkin Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi kabul edildi. (ahaber.com.tr, 25.12.18)

ABD’nin bir çok NATO askeri ile -ki buna Türkiye ordusu da dahil- başlatmış olduğu işgal harekatının “kararlı destek” olarak nitelendirilmiş olması aslında malumun ilamından başka bir şey değildir.

ABD’nin 2003 yılında Irak’a gerçekleştirmiş olduğu işgal operasyonuna yine onun müttefiki ve ortağı olan Türkiye ve onun lideri Erdoğan sonuna kadar destek olmuştu. Bu konuda o meşhur 1 Mart (2003) Tezkeresini hatırlatmak isterim. Tezkere öncesinde yani ABD’nin Irak’ı işgal harekâtı için Kuzey Irak’tan girebilmesi için Türkiye’nin onayı ve izni gerekiyordu. 2003 yılında mecliste iki parti vardı: AK Parti (sandalye sayısı 361), CHP (sandalye sayısı 178). Oylamaya 533 milletvekili katıldı. Yapılan oylamada; AK Parti’nin (aralarında İngiltere (AB) yanlısı bir gurup nedeni ile) 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı ve 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere reddedildi. Tezkere’de geçen yardım ise şu şekilde kayıtlara geçti:

“TBMM'den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117'inci maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclise karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak'ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasına, Anayasanın 92'inci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istendi. Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de bulunması öngörülüyordu. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacaktı.” (haberturk.com, 12.02.2013)

Yine 2011 yılında Arap Baharı’nın en şiddetli çatışmalarının olduğu ülke hiç kuşkusuz Suriye oldu. Suriye’de on yıllardır Müslümanlara yapılan baskılar neticesinde halk evvela sokaklara döküldü ve ardından rejime karşı silahlı mücadeleye başladı. Rejime karşı yapılan kıyamı durdurulabilmek ve Esad’ın hayatta kalabilmesi için ABD ile beraber 20’ye yakın ülke ve bu ülkelerin en başında Türkiye, adeta gecesini gündüzüne katarak mücadele etti. Bu mücadeleyi kısaca özetleyecek olursak…

Erdoğan Suriye iç savaşının ilk yıllarından itibaren Esad karşıtlarına ve özellikle Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’na açıkça destek verdi. Hatta Suriye dışında yaşayan Suriyeli aktivistlerin oluşturduğu muhaliflerin defaatle Türkiye’nin değişik şehirlerinde hatta İstanbul’da buluşmalarına imkân verdi. Daha sonra ABD’nin Ankara ile ortak projesi olan eğit-donatta ÖSO, muhlis muhaliflere karşı kullanılmak istendi. Lakin bu proje ilk etapta başarılı olmadı.

Ardından 2013 yılında oluşan hatta daha doğru bir ifade ile oluşturulan İŞİD’i bahane ederek ABD, YPG’yi adım adım Fırat nehrinin doğusuna yerleştirdi ve böylece Suriye’nin üçte birini teşkil eden kuzey doğusunu YPG’ye teslim etti. Daha sonra 2015 yılında Rusya devreye girdi ve İran milisleri ile beraber Esed’in adeta can simidi oldular. Birçok şehir acımasızca bombalanarak, aç bırakılarak ele geçirildi. Bunların en önemlisi ve çok zor ele geçirilen şehir ise Halep oldu. Bu konuda çok sinsi bir hamle ile Türkiye devreye girdi ve “Fırat Kalkanı Operasyonu” adında ABD operasyonunu gerçekleştirdi. Halep’i savunan kimi muhalif güçlerin bu operasyona destek vermek üzere savunmasını zayıflatmalarının ardından Rusya’nın ağır bombardımanı ile Halep düştü.

Bundan sonra bir takım güçlerin oyununa rağmen yani 24 Kasım 2015’te Suriye sınırında Türkiye hava sahasına giren Rus uçağının düşürülmesi ve Aralık 2016’da suikast sonucu öldürülen Rus büyükelçi Andrey Karlov’a rağmen, Rusya ile Türkiye ilişkileri -göstermelik bir kaç aylık küslük hariç- Suriye konusunda hiçbir şekilde sekteye uğramadı.

Moskova’ya gönderilen cenaze ile beraber üç ülke Rusya, Türkiye ve İran Suriye konusunda ortak bir deklarasyonu kabul ettiler ve Rusya ve Türkiye garantörlüğünde Suriye’nin genelinde ateşkes ilan edildi. Ancak bu ateşkes kısa süre sonra bozuldu. Ardından bu üç ülke, Ocak 2017 yılından itibaren birçok kez Astana’da buluştular. Yine Soçi, İstanbul ve Tahran’da da buluşmaya devam ettiler.

İşte bu ihanet siyaseti böyle devam etti. Afrin operasyonu, Mümbiç rezaleti ve son olarak ise Fırat’ın doğusu yalanı… Bu tür oyalama ve yalan dolu hamlelerle Erdoğan ve ekibi halkı kandırmaya çalışmaktadır. Fakat gören gözler için bu yalanlar ve oyalama hamleleri ifşa olmuş durumdadır.

Son olarak da ABD’nin Yemen saldırısı ve katliamı… Malumunuz olduğu üzere Yemen uzun yıllar İngiliz güdümünde olan önemli bir ülkedir. Özellikle Süveyş Kanalı’nın okyanusa açılan kapısı olan Bab-ul Mendep gibi çok önemli bir stratejik noktaya sahip. Bab-ul Mendep ise Kızıldeniz'i Aden Körfezi'ne bağlayan boğazın adıdır. Boğaz aynı zamanda Afrika ile Arap Yarımadası'nı birbirinden ayırır. Kuzeydoğu kıyısında Yemen, güneybatı kıyısında ise Cibuti yer alır. Bu ülkenin ele geçirilebilmesi için ABD, İran destekli Husileri göstermelik olarak Suudi Arabistan ile çatıştırmaktadır. Neticede ülke içinde güvenilir ve saygı duyulan bir gurup olması istenmektedir. Aksi halde Güney Yemen’de güçlü olan İngiliz güdümlü Yemenli guruplar ve siyasetçiler ülkenin yönetimini teslim etmek istemiyorlar. Bu konuda Türkiye de Suudi Arabistan gibi adeta rol oynarcasına İran güdümlü Husi karşıtı bir tavır takınmaya devam etmektedir. Lakin perde arakasında ABD’nin bölgedeki sinsi oyunlarını hayata geçirmek için çok çaba sarf etmektir.

Evet, bu tür kirli siyaseti takip eden Türkiye ve onun lideri Erdoğan’ın bunu daha ne zamana kadar sürdürebileceği gerçekten de merak konusu. Rabbim Müslümanlara basiret ve feraset versin. Rabbim tez zamanda bizlere uyanma ve Rabbimizin hükmünü hayata hâkim kılma gücü nasip etsin. (Âmin)