Hislerinin Esiri Olmak
02 Ekim 2021

Hislerinin Esiri Olmak

Güçlü şahsiyetler, fikirlerinde sebatkâr olan şahsiyetlerdir. Fikri için gerektiğinde ölmeyi göze alan ve her türlü fedakârlığı üstlenen bir kişiliktir. Fikri sabit olan, inandığı gerçekleri özümsemiş, söylediklerine ve yaptıklarına kani olmuş olan kişidir. Fikir sahibi olabilmemin en öncelikli şartı ise akletmektir. Örneğin, herhangi bir nesne ile alakalı fikir sahibi olabilmemiz için o nesne ile alakalı akletmemiz gerekmektedir. Burada kastedilen nesneleri idrak etmek yani hissi idrak değildir. Akledebilmek için o nesne ile alakalı önbilgi sahibi olmak gerekir. Aksi takdirde duyu organları ile o nesne hakkında elde edilen bilgiler ilişkilendirilemez. Akledilmiş olunan fikir, zandan arındırılmış ise; mefhum hâline gelmiş olur. Bu da insanı harekete geçiren, sarsıntılar karşısında yıkılmamasına vesile olan bir kişiliği oluşturur. Lakin insanoğlunun akletme özelliği olduğu gibi hissetme özelliğini de unutmamak gerekiyor. Şayet fikirlerin egemen olması gereken bir mevzuda hisler egemen olursa yani fikir-duygu dengesi sağlıklı işletilmezse istenmeyen durumlar söz konusu olabilir.

“Pehlivan, güreşte insanları yenen değildir. Asıl pehlivan, öfke anında kendisine hâkim olandır.” [Müslim, Birr, 107]

“Kadı gazaplı iken hüküm vermez.” [Ahmed b.Hanbel]

Hislere hâkim olmak özellikle öfke anında her yiğidin harcı değildir. Dolayısıyla bir “kadı”nın gazaplı, öfkeli olduğunda sağlıklı bir muhakeme icra etmesi söz konusu olamayacağından hareketle; hislerinin galebe çaldığı bir esnada fikrin devre dışı kalma ihtimalinin çok büyük olduğunu söyleyebiliriz.

Bu soyut girişten sonra somut bir örnek vererek konuyu daha da zenginleştirmeye çalışalım. Batı’nın Müslümanlara bir asırdır uygulamış olduğu baskı ve sömürü neticesinde 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan Arap Baharı, 15 Mart 2011’de Suriye’ye ulaşmış ve Müslüman halkları oldukça umutlandırmıştı. Öyle ki, birçok çevre; “ümmette hayat varmış” deme noktasına gelmişti. Müslümanların kıyama kalkması neticesinde Tunus’u 24 yıl demir yumruk ile yöneten Zeynel Abidin Bin Ali, 14 Ocak 2011 tarihinde ülkeden kaçarak Suudi Arabistan’a sığınmak zorunda kaldı. Suriye ise o gün bugündür büyük bir uluslararası satranç tahtasına dönüştürülmüş durumda. Bilanço; yüzbinlerce Müslümanın öldüğünü ve milyonlarca Müslümanın da mülteci konumuna düştüğünü gösteriyor.

Şimdi bu Tunus veya Suriye vakıasını fikir ve hisler zaviyesinden inceleyecek olursak… Hadiselerin takibi neticesinde sahip oluğumuz malumatlar; Tunus liderinin 24 yıldır ülkeyi demir yumruk ile yönettiği, örneğin; sabah namazına camiye giden kimi Müslümanı “radikal” oldukları bahanesi ile tutuklayarak Müslüman halka ciddi manada zulmettiği şeklindedir. Yine Suriye zalimi Beşar Esed yönetiminin de benzer zulümlere imza atması, örneğin; üç kişinin sokakta bir araya gelmesinin “radikal bir oluşum” kabul edilip bu kişilerin tutuklanmaları ve kimsenin bilmediği bir yerde yıllarca hapsedilerek işkence görmeleri gibi mevzular da bizim Suriye yönetimi konusunda sahip olduğumuz ön bilgilerdir. Ayaklanma olduğu esnada, sosyal medya veya televizyon ekranları üzerinden elde ettiğimiz malumatlar yani insanların sokaklara dökülerek “Allahu ekber” nidaları ile mevcut yöneticilere başkaldırmış olmaları, asker ve polislerin sert müdahalesine rağmen sokaklardan ayrılmamış olmaları da duyu organlarımız ile elde etmiş olduğumuz malumatlardır.

Bir Müslüman bu iki malumatı, ön bilgi ile vakıadan elde etmiş olduğu bilgilerle ilişkilendirdiğinde Arap Baharı hakkında bir fikir sahibi olmuş olur. Lakin burada, dikkat edilmesi gereken ve önemli olan bazı hususlara değinmemiz gerekiyor. Bunlar;

1.) Sahip olduğumuz önbilgilerin sıhhat derecesi yani doğruluğu meselesi.

2.) Vakıadan elde etmiş olduğumuz bilgilerin kaynağı ve vermek istediği bilginin türü. Yani aktaran kişinin konumu, farklı kişilerin aynı mevzudan bahsetmiş olması gibi mevzular.

3.) Ve en önemlisi; kişinin bu mevzu ile alakalı daha önce sahip olduğu ana fikrin ne olduğu. Yani örneğimizdeki Tunus ve Suriye üzerinden kapitalizmin durumu, Müslüman beldelerin işgal edilmiş olması ve bir Müslümanın bu konu ile alakalı ana fikri. Kısacası; –Müslüman için- İslâm akidesinden neşet eden fikir.

Sondan yani kişinin sahip olduğu ana fikirden başlayacak olursak… Bir Müslüman için hayat hakkındaki ana fikir; onun bu hayata bir imtihan için gönderildiği, Kur’an ve Sünnet’e göre hayatına yön vermesi gerektiği üzerine bina edilmiştir. Şayet bu şekilde hayatını nihayete erdirirse biiznillah ebedi cennet nimeti ile mükâfatlandırılacaktır. Rabbimizin rızasını kazanma çabası, onun hayattaki ana gayesini teşkil etmektedir.

Bu hedef doğrultusunda yaşantısına yön veren bir Müslüman’ın, Tunus ve Suriye örneği üzerinden ele aldığımız “ön bilgi ile vakıadan elde etmiş olduğu fikir” mevzuuna gelecek olursak…

Sahih fikre yani İslâm akidesine bina edilmiş daru’l-küfür ve daru’l-İslâm fikri doğrultusunda kişide Tunus ve Suriye ile alakalı önbilginin şu şekilde oluşması gerekir: Tunus ve Suriye Batı’nın güdümünde Batı nizamı ile yönetilen birer devlettir. Yine 2010 ve 2011’de başlayan halk ayaklanması ile alakalı olarak elde etmiş olduğu malumatlar yani halkların özellikle Tunus’ta sistemden daha ziyade yöneticiye yönelik tepki vermiş olması ve sokaktaki insanların söylemlerinin ekonomik sıkıntılar üzerinden yürümesi, bu ayaklanmanın sağlıklı bir kıyam olmadığını bize gösteriyor. Suriye’de durum biraz farklı başladı ve çok kısa zaman sonra Müslümanlar silahlı mücadele vermek durumunda kaldılar. Lakin Suriye’deki ana sorun mücahid gurupların oldukça çok olması ve bulundukları bölgenin, şehrin ötesine geçememiş olmalarıdır. Yine en büyük sorun dış güçlerden ve özellikle bölge ülkelerinden yani Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dan almış oldukları maddi ve lojistik yardımlardır. En önemli sorun ise hiç kuşkusuz bütüncül bir siyasi çözüme sahip olmamalarıdır. İşte bu malumatlar doğrultusunda gerek Tunus’ta gerekse de Suriye’de istenilen köklü bir değişimin olamayacağını fikir sahibi bir Müslüman’ın önceden idrak edebilmesi gerekir. Böyle bir fikre sahip olan Müslüman kesinlikle, ana gayesini de göz önünde bulundurarak, hislerine kapılmaz ve dolayısıyla da hayal kırıklığına uğramaz. Bilakis davasına daha sıkı sarılır ve Rabbimizin rızasını kazanmak için bunu bir fırsat olarak görür.

Şimdi bu tarif edilen usulden bağımsız bir şekilde -özellikle Suriye kıyamını- daha çok hislerinin bir esiri olarak; “mutlak zafer olması gerekiyor” şeklinde görmek isteyen bir Müslüman, tabii ki huzursuz ve mutsuz olacaktır. Onun hayal etmiş olduğu bina, Suriye kıyamının zevale uğramasıyla yıkılacaktır.

Dolayısıyla hislerimizin esiri olarak inancımıza aykırı hareket etmekten Allah’a sığınmak lazım. Böyle bir değerlendirmeyi, 20 yıl sonra Afganistan’dan apar topar kaçmak zorunda kalan ABD karşısındaki Taliban için de yapabiliriz. Benzer sorunları maalesef Afganistan için de görüyoruz.

Lakin şunu da unutmayalım: Rasulullah da, tüm önde gelen sahabesi ile beraber Mekke, Taif ve bölge ahalisi ile yıllarca mücadele etti lakin belki de hiç ummadığı bir yerde; Mekke’den takriben 500 km kuzeyde bulunan Medine’de, Sa’d bin Muaz’ın Müslüman olması ilk devletini kurmuş oldu. İnşallah günümüzün Sa’d bin Muaz’ları da çok yakında Rabbimizin izni ile çıkacak ve ikinci Râşidî Hilâfet Devleti’miz kurulacak!