Soruşturma: İslâm ve Siyaset - 5
14 Kasım 2019

Soruşturma: İslâm ve Siyaset - 5

Köklü Değişim Medya

Köklü Değişim Medya

Köklü Değişim Medya olarak, “İslâm Siyaset Düşüncesi” kapsamında yaptığımız “İslâm ve Siyaset” başlıklı soruşturmamızın bir diğer katılımcısı da M. Hanefi Yağmur oldu.

M. Hanefi Yağmur’un sorularımıza verdiği cevapları istifadenize sunuyoruz.

~~~

•SORUŞTURMA

Konu: İSLÂM ve SİYASET

Katılımcı: M. Hanefi YAĞMUR

•Batılı siyaset sadece kendini değil tüm dünyayı bir çok alanda çıkmaza, kaos ve felakete sürükledi. İslâm Siyaset Düşüncesi 21. yüzyıl ve sonrasında dünyaya liderlik edebilir mi?

“İslâm siyasi düşüncesi yeniden dünyaya liderlik edebilir mi?” sorusu, Allah’a ve Rasulü’ne samimi bir şekilde iman eden her Müslümanın tereddüt etmeden “evet” diyebileceği bir cevaptır.

Çünkü bu din, Allah’ın dinidir.

Çünkü bu mesele, doğrudan iman ile alakalı bir meseledir.

Çünkü bu, kadir-i mutlak olan Allah Azze ve Celle’nin vaadidir.

Çünkü Allah’ın vaadi haktır.

وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَد۪يثًا۟

Söz bakımından Allah’tan daha doğru kim vardır?”[1]

وَعَدَ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْناًۜ يَعْبُدُونَن۪ي لَا يُشْرِكُونَ ب۪ي شَيْـٔاًۜ وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

Allah, içinizden, iman edip de salih ameller işleyenlere, kendilerinden önce geçenleri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. Onlar Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[2]

Allah Azze ve Celle bu dini, İslâm dışı her türlü siyasi düşünceye üstün olarak indirmiştir.

هُوَ الَّـذ۪ٓي اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدٰى وَد۪ينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدّ۪ينِ كُلِّه۪ۙ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

O, Allah’a ortak koşanlar hoşlanmasalar bile dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderendir.”[3]

Samimi ve ihlaslı bir şekilde Allah’a ve Rasulü Muhammed Aleyhi’s Selam’a iman eden kimseler için bu soruya verilecek cevap şüphesiz ki “evet”tir.

Çünkü Allah’ın vaadi olarak İslâm’ın bu siyasi düşüncesinin, on üç asırdan daha uzun bir süre yeryüzünde hâkim olduğu gibi bundan sonra da hâkim olacağında şüphe yoktur. Müslümanlar olarak bizler bundan hiçbir surette şüphe etmiyoruz.

Geçmişi her yönüyle karanlıklarla, cehaletle, vahşetle, zulümle, katliamlarla ve sayılamayacak kadar kötülüklerle, hayvanlardan daha aşağı bir hayatla, siyaset ve siyasi düşüncesi ile kaim olan Batı dünyasının kendine has ve hâkim bir siyasi düşüncesi varken her şeyi bilen Rabbimizin indirmiş olduğu bu şeriatın siyasi düşüncesinin olmaması mümkün mü? Elbette ki mümkün değil! İslâm’ın kendisine has siyasi düşüncesi mutlak surette var olduğu gibi bu siyasi düşünce Allah’ın izniyle yeniden dünyaya da hâkim olacaktır.

Geçmişte İslâm siyasi düşüncesi kıtaları aşan hâkimiyetiyle yönetimi altında bulunan her ırktan ve dinden insanlara huzuru ve mutluluğu takdim ederken aynı dönemde Batı dünyası barbarca yöntemlerle halklarına cehennemî bir hayat yaşatıyordu. Batı siyasi düşüncesi tarafından sergilenen bu barbarlık günümüzde de dünyanın değişik ülkelerinde farklı yönleriyle kimi zaman daha şiddetli bir şekilde kendisini göstermektedir.

Geçmişte Batı’nın sergilediği karanlık ve baskıcı felsefeye başkaldırı olarak ortaya çıkan hürriyet düşkünü ve her türlü dinî söylem ve uygulamayı reddeden seküler (kapitalist) hayat görüşü de insanlığa mutluluk ve huzur getirememiş, hatta onu fiilen köleleştirebilmeyi başarmıştır. “Hürriyet” ve “demokrasi” kavramlarının ardına saklanan yeni dünya düzeni ile Batı eşi görülmemiş bir hızla yerküreyi sömürmüştür. Batı’nın yakın tarihindeki bu yeni sömürgeci dünya düzenine yaklaşık 50 milyon insan kurban gitmiştir. Kurdukları bu kirli sömürü tezgâhına pazar ve hammadde taşımak için çıkardıkları 1. ve 2. Dünya savaşlarında da bir o kadar insan ölmüş, şehirler harap olmuş, etkisi hâlâ devam eden kitle imha silahları denenmiştir.

Ortaçağ Avrupası’nın elitlerini oluşturan kilise ve krallık, lüks ve şatafat içinde bir hayat sürmek için halklarını sömürmüşlerdir. Aydınlanma döneminden sonra ortaya çıkan yeni Batı düşüncesinde yer alan “Laiklik, demokrasi ve kapitalizm” fikri çerçevesinde ise sermaye sahipleri yani kapitalistler ve yöneticiler de halklarını sömürmüşlerdir. Her iki dönem içinde de yönetilenlerin büyük bir kısmı yoksulluk ve fakirlik içerisinde bir hayat yaşamaya mahkûm edilmiştir.

İslâm siyasi düşüncesi ise ilk günden itibaren insanın, huzurlu ve mutlu bir hayat yaşamasını, insan kaynaklı sorunların tümünün dengeli bir şekilde çözüme kavuşturulmasını esas almıştır. İslâm siyasi düşüncesinin temelinde toplum bireylerinin renklerine, dillerine, dinlerine ve toplum içinde sahip oldukları statülerine göre ayrıma tâbi tutmak söz konusu değildir. Toplumu ve insanları tabakalara, kastlara ayırıp değerlendirmez. Bu yaklaşımı ile yönetici ile yönetilen, zengin ile yoksul, Müslüman ile gayrimüslim arasında ayırım yapmaz. Her şeyden önce tüm insanlara, “doyurulması gereken ihtiyaçları olan insan” olarak bakar.

İslâm düşüncesinden inkişaf eden siyasi fikir ise insanı insan olma özelliği ile ele alıp onun fıtratına uygun çözümler üretmiş, âli mefkûreleri gerçekleştirme yolunda insanı fedakârlık yapma ve ihsanda bulunma hususunda teşvik etmiştir. Düşünsenize, “bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle, güç yetiremezseniz dilinizle düzeltin! Ona da güç yetiremezseniz ona buğzedin (karşısında konumlanın, kabul etmeyin, onaylamayın)” diyen ve zalim sultanın (yöneticinin) karşısında hakkı savunanın övüldüğü bir düşüncenin siyasete yön verdiğini… Kapitalist düşüncenin şahsi menfaat merkezli “bana dokunmayan bin yaşasın” düsturunun yön verdiği Batılı sefih hayat tarzını bugün hepimizin müşahede ediyoruz…

İslâm tarihine mercek tutan bir araştırmacı, İslâm’ın siyaset fikrinin pratikteki yansımalarına dair örnekleri fevkalade görebilir. İslâm siyaset fikrinin, liderlik ettiği toplumları nasıl dönüştürdüğüne en bariz örnek, cahil ve haddi aşan Mekke toplumunu kısa sürede bölgesel bazda lider ve örnek toplum hâline getirmesi, içerisinde barındırdığı insana uygun çözümlerle diğer kavim ve toplumların dinamiklerini kökünden değiştirerek benzeri görülmemiş bir hızla kendini çevreleyen ülkeleri etkisi ve hâkimiyeti altına almasıdır.

Rasullullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam vefat ettiğinde İslâm Devleti’nin toprakları Arap Yarımadasının yarısından fazlasını kaplıyordu. Hicri 1. asrın sonlarında batıda Belh, Merv ve Nişabur, doğuda ise bugünkü Kahire’yi içine alan bir hat üzere uzanıyordu. 2. asrın sonlarında ise batıda Fas, Marakeş ve çevresi, doğuda ise Buhara, Taşkent, Semerkand ve çevresi İslâm’a kucaklarını açıyordu. Doğuda at sürecek kara parçası kalmamış engin deniz kendini göstermişti. Devletin sınırları bu şekilde hızla genişlerken de Batılı devletlerin yaptığı gibi barbarca ve cani uygulamalar benimsememiştir. Hâkimiyeti altına aldığı toprakları ve halkları ihya etmiş, her daim zalim ve ceberrut rejim ve uygulamaların karşısında, mazlum ve muhtaçların yanında olmuş, ticari, sınai, sanatsal, kültürel, teknolojik ve devlet yönetimi sahalarında bugün dahi takdir ve hayret edilen büyük bir birikim bırakmıştır.

Bu vesile ile diyebiliriz ki; İslâm’ın siyaset fikri hem nazari sahadaki tutarlı, ölçülü, insanı merkeze alan hayat görüşü itibariyle hem de amelî sahada asırlar boyu milyonlarca kilometrekare toprakta milyarlarca insanın tecrübe ettiği bir uygulama olması yönüyle sadece 21. yüzyıl için değil gelecek asırlar için de insanlığa liderlik edecek çapta ve güçteki yegâne sahih fikirdir.

Son söz olarak, sorunun cevabını efendimiz Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hadisi ile noktalayabiliriz. Ahmed b. Hanbel’in tahric ettiği hadiste şöyle buyuruyor:

تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ

“Nübüvvet aranızda Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra Allah onu kaldırmayı dilediği zaman kaldıracaktır. Sonra nübüvvet üzere hilâfet olacak ve Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra Allah dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı melikler olacak ve Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Sonra zalim yöneticiler gelecek ve onlar da Allah’ın dilediği kadar kalacaktır. Bunların ardından ise yine Nübüvvet metodu üzere hilâfet olacaktır. Sonra sustu.”[4]

•19. Yüzyıl başlarında İslâm dünyasında ortaya çıkan “İslâmcılık” akımı o günden bugüne Müslüman dünyaya ne sundu?

Bu soruyu cevaplandırmadan önce kısaca “İslâmcılık” kavramının ne anlama geldiğini, bununla neyin kastedildiğini anlatmakta fayda var. Zira günümüz dünyasında hem Müslümanlar arasında hem de İslâm dışı düşünceye sahip olan kimseler arasında bu kavram yoğun bir şekilde kullanılmaktadır.

Bu lafızdan kastedilen mana batılıların isimlendirmesiyle siyasi İslâm’dır yani siyasi fıkıhtır. Özel bir ifade ile “hilâfet” ve bunun gerektirdikleridir. Bu anlayış veya İslâm’ın bu parçası ya da bu hükümler ve bununla alakalı düşünceler, ameller ve yönelişler hakkında “İslâmizm” kelimesini kullanıyorlar. Daha sonra onlar İslâmizm veya İslâm hakkında araştırmaya koyulduklarında, araştırmalarında karşılaştırma veya kapsam babından siyasi olmayan İslâmi yönelimleri de eklemliyorlar.

“İslâmcılık” kavramı ile onların kasıtları gerçekte budur. Ancak çoğunlukla Batı dünyası bu kavrama siyasi İslâm düşüncesinin yanında insanlar tarafından çok kötü bir şekilde algılanacak algıyı da beraberinde katıyorlar ve insanların nefret etmelerini istiyorlar. Çünkü siyasi bir sistem olarak İslâm’ın hayattan uzaklaştırılmasının ardından İslâm dünyasında Müslümanlar İslâmi hayattan vazgeçmediler. Tam tersine İslâmi hükümlerin yeniden hayata hâkim olması için çok sayıda çalışmayı harekete geçirdiler. Bu çalışmaların bir kısmı doğrudan İslâmi devlet anlayışını içermemekle birlikte bir kısmında ise İslâmi devlet anlayışı hakim oldu.

İslâm’ın yeniden hayata hâkim olmasını isteyen İslâmi hareketlerin faaliyetleri toplumda kendisini daha açık ve net bir şekilde hissettirdi. Hatta bu iş, demokratik bir yapının parçası olan 1970’li yılların başlarında Erbakan’ın kurduğu Milli Selamet Partisi’nin söylemlerinde, sloganlarında da yer alan “Şeriat gelecek vahşet bitecek” gibi ifadelerde çok açık ve net bir şekilde kendisini gösterdi.

Pakistan’daki Mevdûdî hareketinden, Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketine ve Hizb-ut Tahrir’e varıncaya kadar tüm İslâmi hareketler tarafından dile getirilen siyasi fikirler, İngilizler başta olmak üzere tüm küfür dünyasında tehlike çanlarının çalmasına neden oldu. Özellikle Hilâfet’in yeniden hayata hâkim olması ile ilgili düşünceler, Batı dünyasını çılgına çevirdi, endişelerini fazlasıyla artırdı. Müslümanların başındaki yöneticilerin Batı’ya uşaklık etmeleri, özellikle de mübarek topraklarda Yahudilerin varlık bulmasına izin vermeleri, ellerini dahi kıpırdatmadan efendilerinin taleplerini yerine getirmeleri Müslümanlar arasında Hilâfet fikrinin daha hızlı bir şekilde kabul görmesine neden oldu.

Özetle; İslâm dünyasında siyasi bir yapının gerekliliği hususunda Müslümanlar arasında hızla yayılan düşünceler, kâfirleri endişelendirdi. Bu nedenle bu siyasi fikre karşı bir savaş başlattılar. Bu amaçla “siyasi İslâm, İslâmcılık, İslâmizim, radikalizm, köktendincilik” gibi kavramları türettiler. Onların bu kavramları kullanmaktaki gerçek hedefleri, Müslümanların ortaya koymuş oldukları çalışmaları nitelendirmekten daha ziyade İslâm’ı karalamaktı.

Batılılar bir taraftan Müslümanların yürüttükleri siyasi çalışmalardan endişe duyarken diğer taraftan da buna engel olmanın yollarını araştırdılar. Özellikle bu temel düşünceyi esas alan çok sayıda İslâmi hareket ve liderleri, sahip oldukları fikirler ve takip ettikleri metotlar bakımından İslâm’ın hükümlerini tam ve doğru bir şekilde tespit edemediler. Başlangıçta samimi niyetlerle ortaya çıkmış olsalar da İslâm’ın yeniden hayata hâkim kılınması için İslâmi nasslara dayalı fikirleri ve yöntemi ortaya koyamadılar. Kimi zaman kısa ömürlü oldular, kimi zaman da yanlış olmakla birlikte edindikleri taraftarlarına bağlı olarak uzun süre hayatlarını devam ettirdiler. Tüm bu zamanlar içerisinde İslâmi açıdan doğru olmayan, şer’î hükümlere ters düşen fikir ve faaliyetleri yaptılar. Bu hareketlerin bir kısmı tekfir düşüncesini benimsedikleri gibi bir kısmı da doğrudan silahlı eylemlere giriştiler. İslâm düşmanları da kafaları bulandırmak, samimi insanları yanlış yollara sürüklemek için kendi adamları aracılığıyla da bu türden fikirler hakkında çalışmalar yaptılar, bu çalışmaları ve ifsat edici fikirlerini teşvik ettiler. Tüm insanlar arasında İslâm’ı karalama kampanyalarına katkı sağlaması için birtakım Müslümanlar tarafından sergilenen yanlış tavırları ve fikirleri medyatikleştirdiler. Bu faaliyetleri farklı kelimelerle tüm insanlar nezdinde kötü bir şekilde algılanabilecek kavramlarla ifade ettiler. Böylelikle İslâm’ı ve Müslümanları karaladılar.

İslâmcılık kavramı ile ilgili olarak kısa bir şekilde yaptığımız bu açıklamalardan sonra 19. yüzyıldan bu yana ortaya çıkan “İslâmcılık” akımının İslâm’a ve Müslümanlara neler kazandırdığını maddeler hâlinde şöyle özetlememiz mümkündür:

1- Küfür dünyası İslâmcılık ve benzeri kavramlarla İslâm’ı ve Müslümanları karalamak isteseler de “İslâmcılık” kavramıyla onlar gerçekte İslâm Hilâfetini ve bunun hayata hâkim kılınması için faaliyet gösteren, sağlam bir metoda ve fikre dayanan İslâmi yapıyı kastetmektedirler. Dolayısıyla her ne kadar bu türden kavramlar karalama amacıyla üretilmiş kavramlar olsalar da İslâm dünyasında var olan bir hakikatin, İslâm’ın yeniden hayata hâkim olmasının bir hayal olmaktan öte bir hakikat olduğunun en net göstergelerinden birisidir. Kâfirler istemeseler de İslâm’ın yeniden hayata hâkim olması kaçınılmazdır. Tüm dünyanın her yönden huzursuzluklar içerisinde yaşadığı bir dönmede insanlar huzura İslâm’ın nuruna son derece muhtaç bir hâldedirler ve sadece bunun için net bir ışık görmek istiyorlar. Kâfirler ve işbirlikçileri ise var olan ve her geçen gün de etkisi daha da belirginleştiren bu nuru karartmaya üstünü örtmeye çalışıyorlar.

2- Küfür dünyası İslâmcılık kavramı çerçevesinde siyasi İslâm’a karşı açmış oldukları savaşta Müslümanları, hak dava taşıyıcılarını doğru yoldan saptırmak için çeşitli yöntemleri ve üslupları denediler. Uşakları olan yöneticiler üzerinden Müslümanlara baskı uyguladılar. Üniversitelerde, medyada ve siyasi alandaki adamları aracılığıyla kafaları karıştırıcı, bulanık fikirleri ve düşünceleri yaymaya çalıştılar. Samimi olarak yola çıkan davetçileri yanlış yollara sevk ettiler. Kimi zaman doğrudan, çoğunlukla da dolaylı olarak İslâmi hareketlerin başındaki liderlerin bizzat kendilerinde bu sapma hareketleri görüldü. İslâmcılık adına ortaya çıkan hareketlerin büyük bir kısmı değişik nedenlere bağlı olarak başarısız oldular. Bu başarısızlıklar ise Müslümanlar nezdinde birtakım olumsuz sonuçlara neden oldu. Bu olumsuz sonuçlar şunlardır:

3- Onlar tarafından sergilenen bu başarısızlıklar samimi niyetlerle İslâmi hareketlere dâhil olan Müslümanlarda ümitsizliğe, hayal kırıklığına neden oldu.

4- Ümitsizliğe kapılan bu Müslümanlar içerisinde yaşamakta oldukları küfür sisteminin uyguladığı her türlü İslâm dışılık karşısında kendilerini bir kenara çekip dünyalıklara daldılar.

5- Bu Müslümanların bir kısmı ise İslâm’ın yeniden hayata hâkim olmasının mümkün olmadığı vehmine kapıldılar.

6- Bir başka grup Müslümanlar ise saptırıcı fikir sahiplerinin doğrudan etkisi altında kalarak, İslâm’ın kendisine ait bir yönetim sisteminin bulunmadığını, İslâm’ın sadece birtakım ilkelere sahip olup zaman ve şartlara göre Müslümanların bu ilkeler doğrultusunda hareket edebileceklerini iddia ettiler.

7- Yine Müslümanlardan bazıları toplumun ancak ahlak ile kalkınabileceğini, değişimin aileden başlayıp halka halka yayılacağını, herkesin kendisinden ve ailesinden sorumlu olduğu düşüncesinin doğru olduğunu sandılar.

8- İslâm ümmeti içerisinde bulunan entelektüel, kültürlü ve akademik sahada yer alan kimseler ise ümitsizlik, çaresizlik ve zihniyet bozukluğu bakımından ne yazık ki sıradan insanların çok çok ötesine geçtiler. İnsanların kafalarını bulandırmakta, insanların toplumun içinde kaybolarak etraflarında olup bitenlere tümüyle bigâne kalmalarında önderlik ettiler.

9- Bütün bunların yanında en acı olanlardan birisi de İslâm ümmetinin âlimlerinin ne yazık ki bu ümmetin en korkak kesimi olmalarıdır. Hakkın yılmaz savunucuları, bekçileri ve hak davayı taşımada önderler olmaları gerekirken az bir bedel karşılığında dünyalarını ahirete tercih ettiler.

Netice olarak; her ne kadar İslâmcılık hareketleri İslâm toplumunda birçok yönden olumsuz sonuçlara neden olmuşlarsa da; ta işin başlangıcından itibaren sağlam bir esas (fikrî kaide) üzerine kurulu olan, vakıayı düşüncelerinin kaynağı olarak almak yerine sahip oldukları fikirleriyle vakıayı değiştirmeyi esas alıp İslâmi nasslara sımsıkı sarılan dava adamları, tüm zorlama, baskı ve saptırma girişimlerine rağmen değişmediler. Kâfirlere inat daha da gelişip büyüdüler. Bir zamanlar birçok insan tarafından “ütopya”, “hayal” olarak varsayılan İslâm siyasi düşüncesinin simgesi olarak Hilâfet’in, Hilâfet nizamının artık bir hakikat olduğunu İslâm ümmetine kabul ettirebildiler.

İslâm ümmeti içerisinde var olan bu samimi dava adamları ve onların taşımakta oldukları sahih fikirler nedeniyle İslâm düşmanlarının gözlerine uyku girmemektedir. Râşidî Hilâfet’in Allah’ın izniyle yeniden hayata hâkim olmasıyla onların tüm çabaları içlerinde bir hasret olarak kalacak ve öfkelerinden gebereceklerdir!

•İslâm Dünyasında özellikle son 100 yılda Müslümanların, İslâmi hareketlerin ve özellikle siyasi partilerin edindiği olumsuz tecrübeleri ve başarısızlığı nasıl değerlendiriyorsunuz, nedenleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sorunun tahlil alanını doğru tespit etmek ve isabetli tespitler yapmak adına 19. asrın son çeyreğini de ilave ederek son yüzyılda İslâm coğrafyasının içinde bulunduğu durumu incelemek gerekmektedir. Zira 19. asrın son çeyreği ve devam eden asrın ilk çeyreği gelecek yüzyıla bırakacağı fikrî sahadaki enkaz ve buhranlar son yüzyıldaki İslâmi hareket ve siyasi partileri birçok yönden etkilemiştir. Dolayısı ile bu iki zaman diliminde İslâm coğrafyasında cereyan eden fikrî ve siyasi hareketleri aşağıdaki gibi ikiye ayırabiliriz:

1.) 19. asrın son çeyreğindeki fikrî ve siyasi hareketler

2.) 20. asrın ikinci çeyreğinden itibaren cereyan eden fikrî ve siyasi hareketler

Bu hareketleri birbirinden ayıran elbette ki farklı zaman dilimlerinde meydana gelmiş olmaları değil, ilkinin İslâm’ın siyasi otoritesi konumundaki Osmanlı Hilâfet Devleti’nin tarih sahnesinden ayrılmasına ve İslâm coğrafyasında fiilî, ahlaki işgalin başlamasına sebep olan fikrî ve siyasi hareketler olması, ikincisinin ise bu fiilî ve ahlaki işgali bertaraf etmek için ortaya atılan fikrî ve siyasi hareketler olmasıdır.

Bahsi geçen zaman diliminde (1875 ve sonrası) Batı’da fikrî ve ilmî sahada meydana gelen inkişaf İslâm coğrafyasına damgasını vurmuş, İslâm coğrafyasının lideri konumundaki Osmanlı Devleti’nin merkezi (İstanbul) ve onu temsil eden adamlar (siyasetçi, asker, bürokrat, yazar) ekseri olarak istikametini Batı’ya çevirmiş ve her yönüyle Batı’da meydana gelen inkişafın benzerini kendi devletlerinde var etme ya da ithal etme gayreti içerisine girmişlerdir. Çünkü devletin içinde bulunduğu problemli durumun çözümünü Batı’dakine benzer bir fikrî gelişmede görmekteydiler. Zira yüzyıllardır devlete ve topluma liderlik eden İslâm fikri zihinlerde donmuş, insanlarda bu fikre karşı var olan güven azalmış, olaylara ve hayata bakışın yeni nirengi noktası dünyayı kasıp kavuran hürriyet ve cumhuriyet olmuştu. Hâlbuki devlet yönetiminde ortaya çıkan siyasi ve askerî zaafların sebebiyet verdiği durgunluk ve problemli durumlar, yüzyıllardır sahip olunan ve devleti ayakta tutan temel dinamik olan İslâm ideolojisinin ulema ve vüzeranın zihinlerinde tekrar ihyası ile çözülecek problemler idi. Devletin ve toplumun ihtiyacı olan bu fikrin ihyası için bozuk zihinlerin tedavi ve ıslah edilmesiydi. Beklenen ve ihtiyaç duyulan tedavi ve ıslah olmasına rağmen, bu çeyrekte ortaya çıkan hareketler çözümü inkılabi dönüşümde yani İslâm’ın devlete ve insana hayat veren yönünün devlet ve hayattan koparılarak Batı mamulü hürriyet ve demokrasi ile dönüştürülmesinde gördüler ve bu hususta da başarılı oldular. Ne yazık ki bu dönemde zihinleri ıslah edecek bir lider ya da hareketin varlığına da şahit olamıyoruz.

20. asrın ilk çeyreğinde inkilabi dönüşüm İslâm coğrafyasının tüm sathına yayılmış ve tek bir devletten onlarca ulus devlet çıkarılmıştı. Devam eden bir çeyrek asır neredeyse tüm bu ulus devletler “zoraki (halka rağmen) dönüşümün” gereği olarak baskıcı ve zorba yönetim tarzı izlediler. İkinci başlıkta incelediğimiz hareketlerin başlangıcı bu döneme denk gelmektedir.

Yakın tarihi incelediğimizde görürüz ki İslâm ülkelerinde İslâmi hareketler gizli ve açık biçimde şekillenme hâlindedirler. Bunun sebeplerini aşağıda detaylarıyla vermiş olmamıza rağmen diyebiliriz ki bu hareketlenmenin temel sebebi, Müslümanların bir çöküntü ve fikrî çözülme döneminden sonra, kapitalist Batı ve sosyalist Doğu’ya karşı bu defa kendi İslâmi hüviyet arayışları ve bu hüviyetlere hayat verme çabalarıdır.

Bu arayışı tetikleyen ve ihsas oluşmasına sebep olan faktörleri bir bütünde İslâm ülkelerindeki aşağıdaki hâl ve gidişata bağlayabiliriz.

- Hürriyetlerin kısıtlandığı istibdadi rejimler,

- Siyasi, iktisadi ve kültürel sömürü nüfuzunun yayılması,

- Dinin (İslâm) siyaset ve gündelik hayat sahnesinden uzaklaştırılması,

- İslâmî esasların doğrudan ya da dolaylı olarak çiğnenmesi ve bunun neticesi olarak fesadın yaygınlaşması,

- Kâfir ülkelerle yakın ve sıcak ilişkiler kurulması

- Filistin’in işgali (“İsrail’in” kuruluşu)…

Bugünden geçmişe bakarak bu hareketleri sonuçları itibari ile değerlendirdiğimizde benimsedikleri hedef, mahiyet, metotları sonuna dek uygulamış olmalarına rağmen herhangi birinin yukarıda sıralanan şartları değiştirme konusunda başarılı olduklarını söyleyemeyiz. Zira günümüz İslâm ülkelerinin neredeyse tamamında yukarıda sıralanan şartların varlığı ve devamlılığı hususunda kimse aksi bir durum iddia etmiyor.

Çıkış noktaları itibariyle aynı şartlardan ve kaynaklardan besleniyor olsalar ve yine ortak hedefleri bu şartları İslâm ile değiştirmek olsa dahi bu hareketler aşağıdaki sebeplerden dolayı başarısız olmuşlardır.

- Hareketlerinin nihai hedeflerini net ve sınırlı bir şekilde ortaya koyamamış olmaları.

Bu maddeye, Müslüman halkın omuzlarında yükselmesi ve devrim sürecinin iktidarı ele geçirmeye kadar ki kısmının nebevi metoda benzerliği itibari ile değerli olan ve lakin iktidar sonrası benimsenen doktrin ve pratik sahadaki yansımaları itibari ile Müslümanları birleştirmek yerine ihtilafları derinleştiren bir halk hareketi olması hasebiyle “İran İslâm Devrimi”ni örnek vermek doğru olacaktır. Devrimin önemli isimlerinden olan İranlı âlim Murataza Mutahhari “Son Yüzyılda İslâmi Hareketler” kitabının “İran İslâm Hareketi” başlığı altında hareketin hedefini aşağıdaki şekilde ifade etmiştir:

“Bu hareket hangi hedefi takip ediyor ve ne istiyor? Demokrasi mi istiyor? Sömürünün bu ülkedeki kolunu mu kesmek istiyor? Bugün insan hakları olarak adlandırılan şeyleri savunmak için mi ayağa kalkmış? Ayrıcalıkları ve eşitsizlikleri mi yok etmek istiyor? Zulmün kökünü mü ka­zımak istiyor? Materyalizmi mi yok etmek istiyor? …

Bu soruların cevabını, hem hareketin mahiyeti ve kökenleri konusunda açıkladıklarımızdan, hem de hareketin liderlerinin açıklama ve bildirilerinden elde etmek müm­kündür. Burada, bu sorulara verilebilecek kısa cevaplar şudur: Evet ve hayır.

Evet, yani bütün bu hedefler hareketin hedeflerinin bir parçasıdır. Hayır, yani onların hiç birisi ile sınırlı değildir İslâmi bir hareket, hedef bakımından sınırlı olamaz. Zira İslâm kendi şahsında ‘parçalanma kabul etmez bir bütün’dür, o hedeflerden hiç birisinin elde edilmesiyle sona ermez.”

Mutahhari’nin özellikle son cümlede hareketin hedefini tanımlarken kullandığı “evet” ve “hayır” kelimelerinin manaya kattığı müphemlik ve kapalılığı açıklamaya gerek yok sanırım. İslâm’ın zaman ve mekânı kuşatan çözümler üretmiş olması yönüyle bir İslâmi hareketin hedefinin sınırlarının ne olacağının birbirine karıştırılmış olması, harekete belli bir hedef ve rota tayin edilememesi, -bu örnekte müşahhaslaşmış olmasına rağmen- bu durum ekseri İslâmi hareketlerde de ortak özelliklerdendir.

- Hareketlerinin çalışma metotlarını ve izleyecekleri yolu tayin edememiş/yanlış tayin etmiş olmaları

Her ne kadar hedef belirleme konusundaki eksiklikleri görmezden gelinemeyecek bir yön olsa da Müslüman kitlelerin İslâmi hareketlere yüklediği veyahut bu hareketlerin Müslüman kitlelerde şüyu bulduğu yönün, “İslâmi hayatı yeniden inşa etmek” olduğu hususu bilinen bir gerçektir. Fakat bu zoraki, iyimser taraflı bakış dahi, İslâmi hareketlerin çalışma metotlarını/sahalarını ve izleyecekleri yolu tayin edememelerinden veyahut yanlış tayin etmelerinden mütevellit düştükleri hatayı telefi edecek boyutta değildir. Buna örnek olarak Hasan El Benna’nın, Müslüman Kardeşleri tarif ederken kullandığı aşağıdaki ifade dikkat çekicidir:

“Gerçek şu ki, Müslüman Kardeşler Selefî bir davet, Sünni bir tarikat, sufi bir hakikat, siyasi bir heyet, spora önem veren bir cemaat, ilmi ve kültürel bir irtibat, ekonomik bir şirket ve sosyal bir düşüncedir.”

Varılmak istenen hedefe giderken izlenecek yol ve benimsenecek metot konusundaki bu kafa karışıklığı/müphemlik günün sonunda adeta, iki doğru parçasının aynı noktadan hareketle aralarında sayısal değeri önemsenmeyecek kadar küçük bir açı farkıyla farklı istikametlere doğru yol almasına benzer. Kâğıt üzerinde çok küçük boyutlardaki açı farkı büyüteçle dahi görülemezken iki doğru parçası arasındaki açı farkı ancak uzun mesafeler sonra ortaya çıkar ki bu artık kapanması mümkün olmayan bir boyut kazanmıştır. Günümüz İslâmi hareketleri ya da Müslümanların teveccüh ettiği siyasi partilerde de buna benzer bir sapma göze çarpmaktadır. Zira Müslümanlar, “İslâm’ı dava ve dert edinen” diye şüyu bulmuş hareket ya da partilerin; demokrasi, insan hakları, temel özgürlükler, milliyetçilik vb. gibi İslâm esaslarıyla bağdaşmayan yabancı fikir ve yöntemleri benimseyerek İslâm’ı getireceklerine dair vehimlere kapılmaktadırlar.

- İnkilabi değil ıslah hareketi olarak ortaya çıkmaları

İnsan, toplum ve devlet kavram ve ilişkilerinin yanlış ve eksik tarifi sonucu, asrın ihtiyaç duyduğu temel dinamiğin, “insan yetiştirmek” ya da “toplumu (onlara göre kitleleri çünkü “Kitle=Toplum” derler) ıslah etmek” olduğunu ve bu ikisinin gerçekleşmesiyle de devletin ıslah olacağını düşünerek insanı ve toplumu ıslaha çalışmaları.

Belki de tarihin bir cilvesi olarak zamanında (19. asrın son çeyreği) yapılması gereken ıslah ameliyesi o zaman terk edilmiş, inkilabi dönüşümün beklendiği ve ihtiyaç duyulduğu bugün ise ıslah hareketi benimsenir olmuştur.

Islah hareketleri ise bireyleri istisna olarak ve geçici süre ile dönüştürebilmiş, yönetici-yönetilen ilişkisini belirli zaman aralıklarındaki seçimlerle (yönetim değişikliği) sınırlandırmış, yönetim esnasında ise ferde ya da topluma herhangi bir muhasebe vazifesi tayin edilmemiştir.

Oysaki İslâm tebaaya sürekli ve gerekli olarak yöneticileri Allah rızası için muhasebe etmeyi emretmiştir. Bu hususta dersi, Hz. Ali RadiyAllahu anh şöyle veriyor:

Muhtemelen ashap huzura gelip onu övüyorlardı, bazı unvan ve lakaplarla anıyorlardı. İşlerde gözlerine bir noksanlık çar­parsa bunu söylemekten sakınıyorlardı. Hz. Ali RadiyAllahu anh onların bu metotlarını şiddetle yasaklıyordu, reddediyordu. Onların bu durumunu bir nevi “mesania” (taviz) sayıyordu. Diyordu ki: “Benimle mesania (taviz) yöntemiyle konuşmayın, benim­le cebbarlar ve zalimlerle konuşulan bir tarzda konu­şun.” Yani dalkavukça konuşmayın, yaldızlı, tantanalı, haşmetli lakaplarla konuşmayın. Açıkça; benimle karşı karşıya geldikleri zaman halkın sıkılma ve övgüler ye­rine, gözlerine çarpan eksikliklerimi, ayıplarımı tam bir açıklıkla söylemelerini seviyorum, diyordu.

Buraya kadar yapılan değerlendirmeleri, İslâmi hareket ve siyasi partilerin tarihî vakıaları ve sonuçları açısından değerlendirecek olursak;

- Benimsediği ve uygulayarak sonuna ulaştığını iddia ettiği (hatta iktidara taşıdığı) fikrin, Müslümanların içinde bulunduğu fasit vakıayı değiştirdiğine şahit olduğumuz bir hareket ya da İslâmi parti örneği bulunmamaktadır. Yıllarca iktidarda kalmış olsalar dahi…

- Yukarıda tarif edilen eksik ve kusurlu yönleriyle İslâmi hareket ve siyasi partiler, Müslüman kitlelerin haklı emel ve taleplerini boşa çıkarmaktan öte geçememişlerdir.

•Müslümanlar son yüzyılda kalkınma yolunda metot ve yöntem tartışmaları yaptılar. Fikir ve metot olarak İslâm nasıl bir siyaset ve yönetim modeli ortaya koymuştur?

Allah Azze ve Celle’nin Rasulü Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e indirmiş olduğu bu İslâm dini, insan hayatının her alanını düzenleyecek çözümleri de beraberinde getirmiştir. Bu hususlarla ilgili olarak Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ

Biz Kur’an’ı her şeyi açıklayıcı olarak indirdik![5]

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الْإِسْلَامَ دِينًا

Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’dan razı oldum.”[6]

Gerek bu ayetlerde ve gerekse daha birçok ayet ve hadiste bu hususu teyit eden ifadeler yer almaktadır. Zira din, insanın bu dünya hayatındaki her türlü meselesine ilahi bir kaynaktan gelen çözümleri içeren düşünceler bütünüdür. Zira bir başka ayette اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَۜ “Yaratıcı hiç bilmez mi?”[7] buyurulmaktadır. Yani yaratıcı, insanı ilgilendiren her hususu bildiği gibi bu hususların tümüne ait çözümleri de indirmiştir. Dolayısıyla bizim tüm meselelere yaklaşımımızda bu esası dikkate almamız gerekmektedir.

Özellikle son yüz yıllık süre içerisinde yani Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasından bu yana Müslümanlar çok sayıda kalkınma hareket ve düşüncelerine sahip oldular. Sahip oldukları fikirler üzerinden ümmeti kalkındırmayı, yeni bir hayatı gerçekleştirmeyi arzu ettiler. Ancak bu girişimlerin büyük bir çoğunluğunda bekledikleri neticeleri alamadılar.

Burada, İslâm’ın siyasi olarak nasıl bir düşünce yöntemi ortaya koyduğunu aşağıda olduğu gibi açıklayabiliriz.

1- İslâm’ın getirdiği tüm emir ve yasaklar “düşünce-metot” bütünlüğü içerisinde gelmiştir. İslâm, insanlara herhangi bir şeyi yapmalarını emretmekle yetinmemiş aynı zamanda bu emirlerin nasıl yerine getirileceğini de açıklamış ve göstermiştir. Yine herhangi bir hususu haram kıldığı zaman bunun uygulanma keyfiyetini de ortaya koymuştur. Örneğin, hırsızlık yapmayı haram kılarken hırsızlık yapılmasının önüne geçecek uygulamaların keyfiyetine ait şu detayları da beraberinde getirmiştir:

a- Gelirin adil dağılımına ait mekanizmaları kurmuş ve buna ait çözümleri getirmiştir. Yoksulluk meselesinde ülkenin yoksulluğunu değil tek tek her bir ferdin yoksulluğunu dikkate almış ve bireysel anlamda yoksulluğu giderecek çözümler ortaya koymuştur. Paranın toplum içerisinde belli kesimlerin elinde toplanmasına engel olacak çözümler getirmiştir. Örneğin paranın amaçsız olarak biriktirilmesini, faizi, banka sistemini, borsayı haram kılmıştır. Böylelikle toplumda servetin adil olarak dağıtılmasını sağlayacak mekanizmaları çalıştırmak suretiyle insanları yoksulluk, fakirlik veya bir başka nedene bağlı olarak hırsızlığa sevk eden ortamlara fırsat tanımamıştır.

Gelir dağılımı hususunda İslâm’ın getirmiş olduğu hükümlerin toplumda uygulanmasına rağmen hırsızlık yapan kimselerin olması hâlinde ise caydırıcı bir ceza getirmiş ve çeyrek dinardan daha fazla değere sahip olan herhangi bir nesneyi çalan kimsenin elinin kesilmesine hükmetmiştir.

Bunun dışında İslâm, zina, alkollü içki gibi İslâm’ın haram kıldığı günahların İslâm toplumunda işlenmemesi için gerekli alt yapıyı hazırlamış ve bununla ilgili olarak hükümler getirmiştir. Yani İslâm sadece “hırsızlık etmeyin”, “yalan söylemeyin”, “zina etmeyin”, “stokçuluk yapmayın” gibi hususları ifade etmekle kalmamış aynı zamanda bunlara ait detaylı hükümleri de indirmiştir. Bir başka ifade ile İslâm herhangi bir hususu yasaklamakla birlikte öncelikli olarak bu yasakların işlenmesine neden olacak ortamları ortadan kaldırmış bununla birlikte bir de bu haramları işleyen kimselerin toplum içerisinde yer alacak olması hâlinde –ki insanın var olduğu her toplumda günah işleyecek şeytana uyan kimseler olabilir- ise her bir yasaklama ile ilgili cezai yaptırımlar getirmiştir.

2- İslâm, haram kavramı kapsamında yer alan hususlarla ilgili olarak düşünce-metot bütünlüğü içerisinde çözümler ortaya koyduğu gibi farz kavramı çevresindeki her bir husus için de düşünce-metot bağlamında çözümler ortaya koymuştur. Yani İslâm’ın farzları içerisinde yer alan; “namaz kılınız”, “oruç tutunuz”, “zekât veriniz”, “cihat ediniz” gibi emirlerin tümü birer düşüncedir, fikirdir. Ancak bunların nasıl uygulanacağı hususları ise birer metottur. İslâm’ın getirdiği farzlardan bir kısmı hakkındaki uygulama yöntemi/metodu hakkında şu açıklamaları örnek olarak gösterebiliriz:

İslâm namaz kılmayı farz kılarken namazın nasıl kılınacağı hususunu da beyan ederek efendimiz Aleyhi’s Selam’ın ifadesiyle şöyle buyurmuştur:

“Benim namaz kıldığım gibi siz de namaz kılın.” Yani namazın nasıl kılınacağını Rasul’ün fiili ile açıklamada bulunmuştur. Yine “oruç tutun” derken, orucun hangi ayda, kaç gün, ne şekilde tutulacağı, orucu bozan hususları, yolcunun durumu gibi uygulama ile ilgili tüm tafsilatları da beraberinde getirmiştir.

Yine İslâm Müslümanlara zekat vermelerini farz kılarken bir taraftan hangi mallardan zekatın alınacağına ait tafsilatlara yer verirken diğer taraftan da zekatın toplanması ve dağıtılmasına ait keyfiyeti belirlemiştir. Zekâtın toplanması hususunda “Onların mallarından zekât al” ayetiyle zekâtın toplanması ve ardından da dağıtılmasında doğrudan devleti sorumlu kılmıştır. Yani zekâtın toplanması ve dağıtılmasındaki metotta temel görev devlete bırakılmış, kişilerin kişisel tercihlerine terk edilmemiştir.

Yine İslâm cihad edilmesini, Allah’ın kelimesinin yükseltilmesini ve dünyanın her bir yanında hakim kılınmasını emrederken bunun gerçekleştirilmesi hususunda orduların harekete geçirilmesini yöntem olarak belirlemiştir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatında olduğu gibi İslâm Devleti’nin kurulduğu ilk coğrafya olan Medine’nin etrafında yer alan kabile ve devletlerden başlamak suretiyle İslâm’ın sınırları cihat yoluyla yani İslâm ordularının harekete geçirilmesi yoluyla Endonezya’dan Fas’a ve Avrupa kıtasına varıncaya kadar dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Bir başka ifade ile İslâm, cihadı, İslâm’ın yayılmasının temel metodu olarak belirlemiştir.

Allah Azze ve Celle indirdiği hükümlerle hükmedilmesini, insanların meselelerinin çözülmesinde Kur’an’a ve Sünnete başvurulması gerektiğini emreden çok sayıda ayet ve hadis varit olmuştur. Allah’ın Rasulü’ne indirmiş olduğu hükümlerin nasıl uygulanacağı hususuna açıklık getirmek üzere de Kur’an-ı Kerimi’nde şöyle buyurmuştur:

إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّـهُ وَلَا تَكُن لِّلْخَائِنِينَ خَصِيمًا

Bir başka ifade ile Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ve onun ardından gelen râşid halifelerin uygulamaları ile İslâm’ın yönetim sisteminin esasları şekillenmiş, bu esaslar İslâmi kaynaklarda detaylı bir şekilde ortaya konulmuştur. Buna göre İslâm’ın siyasi yönetim sisteminin Hilâfet olduğu hem hadis-i şeriflerde net bir şekilde ortaya konulurken hem de sahabelerin icmaı ile net bir şekilde uygulamalı olarak ortaya konulmuş ve tüm İslâm uleması tarafından da itirazsız bir şekilde kabul görmüştür. Öyle ki Hilâfet meselesi İslâm âlimleri nezdinde adeta akideden bir parça gibi son derece önemli ve kesin bir husus olarak değerlendirilmek suretiyle akide kitaplarında da yerini almıştır. Dolayısıyla İslâm, bünyesinde var olan hükümleri tatbik edilme detayında “İslâm Siyasi Sistemi”nin gerekliliğini delilleriyle ortaya koyduğu gibi bunun detaylarını da hem efendimiz Aleyhi’s Selam’ın hem de ondan sonra gelen râşid halifelerin tatbikatlarıyla detaylandırmıştır.


[1] Nisa Suresi 87

[2] Nûr Suresi 55

[3] Tevbe Suresi 33

[4] Ahmed b. Hanbel: 4/273. El-Heysemî, Ahmed’in rivayet ettiğini ve Bezzar ondan tamamladığını, Taberânî’nin el-Evsat’ta bir kısmını rivayet ettiğini ve ricalinin sika olduğunu söylemiştir. el-Mecma, 5/189.

[5] Nahl Suresi 89

[6] Maide Suresi 3

[7] Mülk Suresi 14

[8] Nisa Suresi 105