İç Güvenlik Tehdidi Mi, Yoksa Meşruiyet Sorunu Mu?
13 Eylül 2012

İç Güvenlik Tehdidi Mi, Yoksa Meşruiyet Sorunu Mu?

Güneydoğu’da askerin PKK’ya yönelik operasyonları devam ederken, PKK’nın da askeri güvenlik noktalarına saldırıları devam ediyor. Bayramda sivillere yönelik gerçekleştirilen ve dokuz kişinin ölümüyle sonuçlanan Gaziantep’teki bombalı saldırının ardından, yaklaşık on gün kadar önce de on askerin ölümüyle sonuçlanan Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesindeki güvenlik noktalarına yönelik saldırılar gerçekleşti. Bu saldırıların ardından da önceki saldırıların ardından olduğu gibi teröre lanetler okundu, insanlar ellerinde bayraklarla sokaklara dökülürken özellikle Doğuda zaman zaman gergin anlar yaşandı. Devletin üst kademesindeki yetkililer tarafından “yapılanların yanlarına kalmayacağı” söylemleri daha önce verilen yüzlerce sözden biri olarak bir kez daha tekrarlanmış oldu. Sonuçta bu son olayların ardında ateş yine her zamanki gibi düştüğü yeri yaktı.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendi tarihinin hiçbir döneminde terör olaylarından kurtulamamıştır. Yaşamış olduğu bu durumu, içinde bulunduğu coğrafi konuma ve bu konumun stratejik açıdan önemine bağlı olarak üzerinde plan yapan ülkelerin çokluğuna bağlamaktadır. Bu nedenle sürekli olarak iç ve dış düşmanlardan dem vurulmaktadır. Zaten tarihi boyunca terör ve şiddet olaylarından bu kadar çok mağdur olmuş dünya üzerinde bir başka ülke daha yoktur.

Şu an dünya üzerinde görülen toplam terör davalarının %35’ i Türkiye’de görülmektedir. Bu davaların geriye kalan %65’ i de diğer 204 ülkeye aittir. Şimdi bu sonuçlara bakıp da hiç kimse “-biz otuz yıldan bu yana PKK ile mücadele etmek zorunda kalmışız bu nedenle de böyle çok sayıda davanın bulunması normaldir” gibi bir yaklaşımda bulunmaya kalkmasın. Çünkü bu süreç otuz yılla sınırlı değildir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi Devletin her dönemi için terör bir tehdit olarak karşımıza çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye’deki varlığı üzerine genel ve klasik söylemleri bir kenara bırakarak daha detaylı incelemelere ihtiyaç vardır. Ülkenin terör konusunda bir paranoya içerisinde olduğu da bir gerçektir. İncelendiğinde görülecektir ki halk üzerinde bu paranoya; hem terörün bedelini çok ağır bir şekilde ödemesi, hem da potansiyel bir suçlu olarak görülmesi sebebiyle oluşmuştur. Bu paranoya devlet üzerinde de; içerisindeki her harekete kulak kabartma ve her hareketi teröre bağlama şeklinde bir meziyetin oluşması şeklinde kendisini göstermiştir.

Son on yılı bir kenara bırakırsak, daha önceki yıllarda kanun anlamında elde mevcut bir terör tanımı bulunmasına rağmen, devlet kendi bekasına yönelik olarak algıladığı bütün oluşumları (ki silahlı olanları kastetmiyorum), eylem, fikir ve söylemleri terör kapsamında değerlendirme hususunda kolluk kuvvetleri aracılığıyla önemli bir hırs göstermiştir. Hatta bu doğrultuda devletin üzerine oturtulduğu ideolojinin dışındaki fikirlerin iması bile terör olarak değerlendirilmiştir. Son on yıl içerisinde ise sadece yasalara bağlılık noktasında biraz daha farklı görüntüler oluşturulmaya çalışılmıştır. Aslında sonuçta değişen her hangi bir şey yine yoktur. Onun için bu noktalara varmış bir terör meselesinin iç güvenlik tehdidi mi, yoksa devlet açısından bir meşruiyet sorunu mu olduğunu anlamak adına aşağıdaki gerçeklere bir göz atmak kaçınılmaz hale geliyor:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yıllardır başını kurtaramadığını ve kendisinin kalkınmasının öngündeki en büyük engel olarak gördüğü terör olayını kendi yasalarında 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda şu şekilde tanımlamıştır:. “Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.” Özgürlükler kapsamında bu yasanın iyileştirilmesine yönelik oluşturulan yasal düzenlemeler ve uyum paketleri çerçevesinde de cebir ve şiddet içeren hususların dışındaki devlete kasteden fikri yaklaşımların terör kapsamından tamamen çıkarılması hedeflenmiştir.

Ancak bütün bunlar terör meselesini yoruma açık bir hale getirerek yine hâkim ve savcıların iki dudağı arasından çıkacak olan kararlara bağlamıştır. Dolayısıyla devlet açısından zaten vakıası olmayan bir durum hayata geçirilmek ve AB Uyum Yasaları çerçevesinde reformlar üzerinden oluşturulmaya çalışılan olumlu hava devam ettirilmek için teröre bakış esnetilmeye çalışılmıştır. Bu esneklikle, hükümet tarafından bitirilmesi hedeflenen başta PKK olmak üzere bütün devlet aleyhine olan oluşumları demokratik platforma çekerek sistem içerisinde eritmek hedeflenmiştir. Bu süreçte bu hedefe ulaşabilmek için bir takım pişmanlık ve ceza indirimi üzerine yasalar çıkarılarak bu oluşumların elemanları devletle barışık hale getirilmeye çalışılmıştır.

Devletler açısından sorunun ismi terör ve mesele de iç güvenlik meselesiyken, devlete karşı olanlar açısından ise mesele devletin meşruiyeti ile alakalıdır. Dolayısıyla terör denilen unsurun temelinde yatan husus buna maruz kalan ülkelerin hiçbir zaman zikretmeye yanaşmadığı, devletin meşru olarak kabul edilip edilmemesi ile alakalı bir meseledir. Bu unsur terör diye ifade edilen meselenin asli unsurudur. Bu nedenle devletler her ne kadar söylem ve yasal ifade açısından cebir ve şiddet gibi unsurları terör eyleminin oluşabilmesi için şart koşuyor gibi olsalar da, mesele devletin doğruluk ve buna bağlı olarak da kabullenilmesi ile alakalı olduğu için, gerçekte kendilerine karşı olan hiçbir fikri akıma da izin vermezler.

Sonuçta bu gün hala birçok Müslüman ferdi ya da örgütsel açıdan hiçbir cebir ve şiddet olayının içinde olmadıkları ve bunu şiddetle reddettikleri halde sırf fikirleri devletin varlığına ve meşruluğuna yönelik olduğu için zindanlara atılmaktadır. Buna en canlı örnek; İslam İdeolojisini benimseyen ve bunun dışındaki bütün fikirlere ve siyasi oluşumlara karşı fikri ve siyasi açıdan yapmış olduğu yayınlarla meydan okuyan dergimizin başına gelenlerdir. Bir taraftan hakkında kapatma davaları açılmakta, yazarları defalarca gözaltına alınıp bir terör suçlusu olarak tutuklanarak haklarında yıllarca hapis cezaları istenmekte, diğer taraftan da yapmış olduğu konferanslarla toplumu aydınlatmaya yönelik girişimleri de her defasında devlet tarafından tehdit, baskı ve operasyonlarla engellenmeye çalışılmaktadır. Sebep, İslami fikirlerin devletin bekası için oluşturduğu tehdittir. Çünkü İslami fikirlere göre bu devlet meşru değildir. Dolayısıyla tamamen fikri ve siyasi açıdan ifade edilseler de bu fikirleri topluma taşımaya çalışanlar terör eyleminde bulunan terör suçlularıdırlar. Devletin terör tanımında ifade ettiği cebir ve şiddet gibi diğer hususlar ise işe yaramaz birer teferruattan ibarettirler.

Doksan yıllık Cumhuriyet tarihinin neredeyse her günü iç tehdit diye ifade ettikleri terör eylemlerine sahne olmuştur. Bu tehditlerinin başını İslam çekmiştir ve hala bir numaralı tehdittir. Ardından da Kürt sorunu ve buna bağlı tehditler gelmektedir. Osmanlı İslam Devleti’nin işbirlikçi hainlerin yardımıyla İngilizler tarafından yıkılmasının ardından; genel olarak İslam, özel olarak da Kürt meselesi zaten Kapitalist ideoloji ve Kemalist değerler üzerine kurulan bu devletin kuruluşunda ve sonrasında mücadele ettiği esas unsurlardır. Dolayısıyla kuruluşundan itibaren bu iki husus sürekli bir terör tehdidi olarak devletin gündemindeki varlığını sürdürmüştür. Ayrıca Cumhuriyetin kuruluşu öncesinde yapılan zemin oluşturma çalışmalarının temelini oluşturan, İslami açıdan kesinlikle caiz olmayan ve ikinci bir yönetim anlamına gelen TBMM’nin açılışının hemen ardından altı gün sonra “Hıyanet-i Vataniye” kanunun çıkarılması bu sürecin ne kadar meşru olduğunu zaten göstermektedir.

Üzerinden doksan yıl geçmesine rağmen İslam hala tehdit olarak bu devletin gündemimdeki ilk sırayı oluşturuyorsa mesele kesinlikle bir terör meselesi değildir. Bu devlet hala kurulduğu gün yerleştirmeye çalıştığı gayri İslami kokuşmuş fikirleri bu topluma aşılamayı hayati bir mesele addediyorsa mesele yine bir terör meselesi değildir. Bu toplum bu fikirleri hala benimsememişse mesele terör meselesi değildir. Bu toplum on yıllardır yozlaştırılmaya çalışılmasına rağmen bu gün kendisinde var olan birkaç İslami motife dahi sahip çıkmaya çalışıyorsa sorun terör sorunu değildir. Sorun bu devletin kendisini Müslüman olan bu halka kabul ettirebilme sorunudur. Dolayısıyla meşruiyet sorunudur. Onun için yıllarca İslam’ı ve Müslümanları karalamaya çalışmıştır. Onun için oluşturduğu senaryolarla İslami terör kavramını bu topluma aşılamaya ve benimsetmeye çalışmıştır.

Doksan yıldır bitmeyen ve farklı farklı unsurların tehditleriyle gündeme gelen, temelinde ise ideolojik bir faktör olarak İslam’ın yattığı bu tehditler devletin meşruiyeti ile alakalıdır. Toplumun İslami açıdan potansiyel bir tehdit olduğu özellikle tek parti döneminde bizzat kendileri tarafından ifadelerinde ve uygulamalarında defalarca zaten tescil edilmiştir. Hıyanet-i Vataniye kanunu ve İstiklal Mahkemeleri de kuruluşunun hemen ardından nasıl bir zihniyetin egemen hale geldiğini göstermek için yeterlidir. Cebir, şiddet, baskı, yıldırma, katliam gibi yöntemleri ise devlet haline gelenler, Müslüman olan bu halka karşı kullanmışlardır. Terör ve ihanet, masum ve meşru olanla yer değiştirmiştir. İşte devletin kuruluşundaki yanlışlık buradadır ve ondan sonraki bütün yanlışların altında da bu temel yatmaktadır.