Hizb-ut Tahrir Zor da Olsa İslâmi Olana Taliptir!
20 Ağustos 2021

Hizb-ut Tahrir Zor da Olsa İslâmi Olana Taliptir!

Hak ve batıl arasındaki mücadelenin kıyamete kadar süreceğinde kuşku yoktur. Şu var ki bu mücadele askerî, siyasi, fikrî ve kültürel tüm boyutlarıyla devam etmektedir. Askerî alanı göz ardı etmenin mücadeleyi kaybetmek anlamına geldiği açıktır. Ancak fikrî, siyasi ve kültürel alanı göz ardı etmek de davayı kaybetmek anlamına gelmektedir. Bunun en güzel örneği Türkiye gerçeğidir. Cephelerde savaşı kazandığı hâlde davayı kaybeden ülke olmuştur.

I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıyla askerî planda yenilen ümmet 1924’te Hilâfet’in ilgasıyla da siyaseten mağlup olmuştur. Batı, İslâm ümmetini fikren de mağlup ederek ölümcül darbeyi vurmak peşindedir. Ümmetin Batı felsefesine karşı koymaktan vazgeçmesi, din ve Allah tasavvurunu Batı standartlarına çekmesi konusunda yoğun bir çaba harcamakta ve büyük bir baskı uygulamaktadır. Bu konuda “Tarihin Sonu”[1] adıyla kitaplar kaleme alınmış, temennilerini gerçekleştirmek adına yerli ulema ve siyasi liderler devşirilmiştir. Ümmetin giriştiği kalkınma hamleleri kanalize edilerek akim bırakılmıştır. Buna karşı ümmetin bağrından çıkan aydın düşünce sahibi âlimler, cemaat ve siyasi örgütlü yapılar da eksik olmamıştır.

İşte bunlardan biri de kuşkusuz Hizb-ut Tahrir’dir. Bir siyasi parti olarak kurulan Hizb-ut Tahrir tüm gücünü fikrî, siyasi ve kültürel çalışmaya teksif etmiştir. Ümmetin tarihini ve bugününü etüt ederek işe başlamıştır. İslâm amentüsünü bidat ve hurafelerden arındırarak siyasi ve fikrî liderlik yapmaya koyulmuştur. Ümmetin Hilâfetsiz ve halifesiz yaşayamayacağı gerçeğini keşfederek yeniden ikamesi için Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatından bir yol haritası ortaya koymuştur. Bu yol haritasının fikrî, siyasi ve kültürel faaliyetlerden meydana geldiğini delilleriyle ortaya koyarak bunu kendine ölüm-kalım meselesi hâline getirmiştir. Geçen yıllar zarfında büyük bir deneyim ve müktesebat arşivleyerek ümmetin gözü kulağı oluvermiştir.

1948’den sonra dünya üzerinde egemen olan ABD, I. Dünya Savaşı’nda galip gelen devletlerin sömürgelerini ele geçirmek için her türlü dinî, etnik, mezhepsel ve din karşıtı hareket ve fraksiyonları kullanmakta bir beis görmüyordu. Dünyanın üçte birini teşkil eden Müslüman ülkeler de ABD’nin hedefindeydi. Ama asıl hedefinde olan İslâm’dı. İslâm’ın fikren yenilgiye uğraması onun en büyük hedefiydi. İslâm’ın bir rejim ve bir sistem olarak kapitalizme meydan okuması ABD’nin hegemonyasını tehdit ediyordu. Bu tehdidi ortadan kaldırmanın en köklü çözümü İslâm’ın fikren yenilgiye uğratılması olduğunu iyi bellemişti. Bu yüzden mesaisinin büyük bir kısmını İslâm’ı tahrif etmeye harcıyordu. Bu bağlamda ülkelerin siyasi, fikrî, kültürel, ekonomik ve askerî yapılarıyla uğraşıp duruyordu.

Yürüttüğü bu çabalarının bir semeresi olarak İngilizlerin güdümünde olan Şah ailesinin yönettiği İran’da “İslâm” etiketli bir devrim meydana geldi. Yığınlarca insanın katıldığı bir karşılamayla Humeyni, 1 Şubat 1979’da İran’a ayak bastı. Malum olayların akabinde nihayet devrim gerçekleşti. Devrimden sonra ABD güdümüne giren İran, “büyük şeytan” söylemiyle oluşturduğu algıyı diri tutmak adına ABD ile laf düellosunu sürdürdü. Aralarındaki sinsi işbirliği daha çok kritik meselelerde kendini gösterebildi. Örneğin; Amerikan’ın 2001 Afganistan işgali sırasında bu işbirliği bir nebze kendini göstermiştir. Humeyni’nin 2 Şubat 1982 Hama Katliamı’nı Hafız Esad’ı ziyaret ederek onaylaması ve 2011’de başlayan Suriye kıyamında İran’ın oynadığı rol, bu işbirliğinin birer yansımaları olmuştur.

İşte Hizb-ut Tahrir daha başından beri İran devrimini masaya yatırmış ve bu devrimin aslında bir “İslâm devrimi” olmadığını delilleriyle ortaya koymuştu. Şii karakterli, ulusal milli bir devrim olduğu ve İran’ın İslâm öncesi kimliği ile yakından ilgili olduğunu devrim anayasası üzerinden somut bir şekilde ispatlamıştı. Bu tespitin doğru olduğunun yıllar sonra anlaşılmış olması kayıp yılları ve tüketilen nefesleri geri getirmemiştir.

Ardından benzer gelişmeler bu kez Sudan’da meydana geldi. Mili İslâmi Cephe Partisi’ni kuran Hasan Turabi, 1986 yılında yapılan parlamento seçimlerinde başarılı olamamıştı. Aynı hareket içerisinde yer alan Ömer el-Beşir 1989 yılında bir darbe gerçekleştirdi. Darbenin mimarının Hasan Turabî olduğu bir sır değildi. İran örneğinde olduğu gibi bu darbe de “İslâm” ile yaftalandı. Turabi planlanmasını yaptığı Milli Selamet devriminin ardından elde ettiği nüfuzla uluslararası düzeyde İslâm adına konuşmaya başlayacak kadar ileri gitmişti.[2]

Turabi’nin yaptığı darbenin İslâm’la bir ilişkisi olmadığını delilleriyle ortaya koymak yine Hizb-ut Tahrir'e kalmıştı. Aynı medya ve avenesi Hasan Turabi’yi göklere çıkarmış, bazı entelektüel yazarlar tarafından yeni rejim üzerinden “çok hukukluluk” diye bir ucube bir kavram türetilerek tedavüle sokulmuştu. Medine Vesikası çarpıtılarak Müslümanlar Hilâfet dışındaki rejimlere angaje edilmeye çalışılmıştı.

Herkesin kendi metoduyla çaba sarf edebileceğini, bilinçli olma ve gelişen şartlara uygun düşünceler üretmenin gerekliliğini savunan Turabi, peygamberî metottan oldukça uzaktı. 1996 yılında, Ömer Beşir’in parlamentoyu fes etmesi üzerine birlikte darbe yaptığı ortağının en azılı düşmanı kesildi. 1999 yılında Halkçı Kongre Partisi’ni kurarak siyasete devam eden Turabi, 2001 yılında partisinin ayrılıkçı Güney Hareketi ile anlaşma yapması üzerine hapse atılmıştır. Ardından 2004 yılında partisinin darbe hazırlığı yaptığı iddiasıyla tekrar tutuklanmıştır. 2008 yılında Darfur bölgesinde hükümetle çatışmakta olan ayrılıkçı silahlı grup Adalet ve Özgürlük Hareketi’ni desteklediği gerekçesiyle partisinin bazı üyeleriyle birlikte tekrar tutuklanmış ancak kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştır.[3] Bir süre daha siyasete devam eden Turabi, 5 Mart 2016'da hayata gözlerini yumduğunda arkasında bölünmüş bir Sudan bırakmıştı.

Aynı tartışmalar Gannuşi üzerinden yaşanmıştır. 1970 yılında Nahda Hareketi’ni kuran Gannuşi kendisini “Müslüman demokrat” olarak tanımlamıştır. Siyasi düşüncesinin temelinde, “devlet otoritesi karşısında halkın güvenliğini sağlamak” olan Gannuşi, 1980 yılında Londra‘ya sürgün edilmiştir. Gannuşi, 2011 yılında, Tunus’un 23 yıllık Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali’ye karşı başlatılan “Yasemin Devrimi”nin ardından Tunus’a dönerek aktif siyasete başlamış ve Nahda Hareketi’nin genel başkanlığına seçilmiştir.

Tunus’ta olup biteni yakından takip eden Hizb-ut Tahrir, Gannuşi hareketinin İslâmi bir hareket olmadığını söylemekten geri durmamıştır. Tarih, 3. kez Hizb-ut Tahrir’i haklı çıkarmıştı. Gannuşi, verdiği onca tavizlere rağmen laik kesimlerden yüz bulamadı. Neticede Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Meclisin tüm yetkilerini dondurduğunu, milletvekillerinin dokunulmazlığını askıya aldığını, mevcut Başbakan Hişam el-Meşişi’yi azlettiğini ve kendi atayacağı bir başbakanla yürütmeyi devralacağını duyurdu. İlgili bir makalede “Müslüman Kardeşler projesinin çöküşünden sonra görünüşe göre Tunus’ta ideoloji ve çıkarcılıktan kurtulamayan Gannuşi de siyasi sahnenin dışında kalacak. Bugün tarih Gannuşi’yi yargılıyor.”[4] cümleleriyle akıbeti özetlenmiş gibidir.

DAİŞ birden bire ortaya çıkıp Suriye’de Hilâfet ilan edince gözler yine Hizb-ut Tahrir’e çevrilmiştir. Çünkü bu konuda söz söyleme hakkı, varlığını 2. Râşidî Hilâfet’in kurulması üzerine bina eden Hizb-ut Tahrir’e aitti. Bunun üzerine Hizb-ut Tahrir, DAİŞ’in ümmetin otoritesini gayri meşru yollarla gasp ettiğini delilleriyle ortaya koymuştur. Dahası mücadele metodunu reddetmiş, bazı üyeleri DAİŞ tarafından tutuklanmış Bağdadi’ye biat etmeye zorlanmışlardır. Üyelerin biat etmemekte ısrar etmeleri üzerine öldürülmüşlerdir. Meydana gelen hadiseler yine Hizb-ut Tahrir’i haklı çıkarmış ve DAİŞ de Suriye’deki İslâm devrimine en azami zararı vererek sahneden silinmiştir. Diğer taraftan Laik Türkiye Cumhuriyetine bel bağlayan Suriye muhalefeti de yok olup gitmiştir.

Mısır İhvan Hareketinin demokratik seçimlere katılmasını tenkit eden Hizb-ut Tahrir’in uyarıları, İhvan tarafından dikkate alınmamıştır. Hüsnü Mübarek’in indirilmesinin ardından Mursi’nin seçimleri kazanması Sisi’nin darbe yapmasına neden olurken Mursi cezaevinde ölüme mahkûm edilmiştir. Demokrasinin darbenin ruh ikizi olduğunu, tüm demokrasilerin aslında darbe ile kurulduğunu söyleyen Hizb-ut Tahrir yine haklı çıkmıştır. Bugünkü Mısır bunun en bariz örneğidir.

Türkiye’deki AK Parti kadrolarına da aynı uyarı ve nasihatleri yapan Hizb-ut Tahrir, gündemde olan Taliban hareketine yönelik 20 yıldır tavsiye ve uyarılarını sürdürmektedir. Bu tavsiye ve uyarılarını tabii ki İslâm’ı esas alarak yapmaktadır. Taliban eğer yukarıda zikri geçen İslâmi hareketlerin akıbetine uğramak istemiyorsa İslâm adına yapılan tavsiye ve uyarıları dikkate alması gerekir. Çünkü Batı’nın tek derdi İslâm’ın yeniden hayata dönmesine engel olmaktır. İslâm’ın ABD ve Avrupa ile uzlaşacak bir meselesinin olmadığını Taliban’ın mıh gibi aklına çakması gerekir.

ABD ve Avrupa’nın Taliban’dan istedikleri bellidir. Öncelikle ulusal bir yapıda olmasını istemektedirler. Evrensel bir İslâm kimliğiyle ümmete hitap etmemesini önermektedirler. Özgürlükçü bir anayasa talep etmektedirler. Evrensel kurum ve kuruluşlara entegre bir Afganistan görmek istemektedirler. Halkın yasamaya katılmasını salık vermektedirler. Yani Batı, kendisi gibi bir Afganistan görmek istiyor.

Evet, Taliban üzerindeki ABD ve Avrupa’nın baskısı çok büyük. Bu baskıyı artırmak için 20 yıldır Afganistan’da organize ettikleri STK’ları da harekete geçirmiş durumdalar. Evrensel bazda yönettikleri kadın hareketlerini topyekûn harekete geçirmişler. Türkiye de bu noktada Batı ile birlikte hareket ettiğini deklare etmiştir.

Ancak Taliban bugüne kadar nasıl ki Allah’tan başka hiçbir güçten korkmadıysa bugün de aynı tavırla yönetimini kurmalıdır. Bu konuda Hizb-ut Tahrir’in tecrübe ve birikiminden yararlanmayı bilmelidir.

Her Müslüman hareket gibi Hizb-ut Tahrir de Taliban hareketinin başta ABD olmak üzere küfür güçlerine ram olmasını istemez. Allah, dinini aziz kılmak için çalışanları ebette aziz kılacaktır.

2. Râşidî Hilâfet Devleti elbette kurulacaktır. Taliban bu şerefe nail olmayı tercih edebilir. O zaman Allah’ın yardımı ve ümmetin gücü onunla beraber olacaktır.

[وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ] “Kim Allaha güvenirse O onlara yeterdir.”[5]


[1] Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu mu?”

[2] Doç. Dr. Enver ARPA, Sudan Devriminin Mimarı Dr. Hasan Turabî ve Mücadelesi

[3] Doç. Dr. Enver ARPA, Sudan Devriminin Mimarı Dr. Hasan Turabî ve Mücadelesi

[4] Zuheyr el-Harisi, https://www.indyturk.com/d%C3%BCnyadan-sesler, Pazar 7 Haziran 2020 0:01

[5] Talak Suresi 3